Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü

Dünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü

Trump yönetiminin Gazze ve Suriye merkezli stratejisi, aslında yeni bir “kontrollü kriz” dönemine işaret ediyor. Bu tür krizlerde kazananlar, sahayı değil, zamanı iyi yönetenler oluyor. Dolayısıyla Türkiye ve bölgedeki tüm aktörler artık askeri değil, diplomatik refleksleriyle öne çıkmak zorunda. Belki de çağımızın en büyük sınavı, savaşsız kalabilmek olacak.

Kimi dönemler olur ki, izahı zor; öngörüde bulunmak da imkansıza yakın olur.
Öyle görünüyor ki böylesine belirsizliklerle dolu bir döneme girmiş bulunmaktayız.
ABD gibi dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren bir ülkenin başında, ne yapacağı kestirilemeyen, megaloman, otoriter ve diktatör aktörlere sevdalı, hak ve özgürlüklerden neredeyse nefret eden, kendisini kral ilan eden bir liderin varlığı ile tarumar edilmiş bir diplomasi geleneğinin entübe edildiği bu dönemi anlamak ve yorumlamak her an insanı boşa çıkarabilir.
Ama verili durumu tespit hâlâ mümkün.

Gazze’de bir ateşkes sağlandı ve öyle görünüyor ki Trump yönetimi, ne pahasına olursa olsun bir daha Gazze’de böylesine bir soykırıma izin vermeyecek. Hamas şu veya bu şekilde silahsızlandırılacak. Bu durum, ABD’nin İran, Irak, Lübnan ve Suriye ile ilgili planlarına da epey bir zaman kazandıracak.
Ama Suriye dışında kalan diğer üç ülke ile ilgili olarak önümüzdeki dönemde ciddi çatışmaların olacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.

Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması hiç de kolay hayata geçecek bir durum değil. Aynı şekilde Irak’taki İran yanlısı güçlerin silahsızlandırılması da kimse için yakın dönem açısından gerçekçi görünmüyor.

Bu iki durum, İran’ı doğrudan etkileyen ve onu sahada diri tutmaya yarayan etkenlerdir.

Hal böyle olunca, okların tekrar İran’a yönelmesi hiç de sürpriz olmayacaktır.
İran ise şimdiye kadar böylesi bir durumun oluşmaması için ciddi anlamda çaba göstermekte.

En azından 2025 yılını sorunsuz atlatma sabrını şimdilik canlı tutuyor.

Gelelim işin Suriye ayağına.
Bildiğiniz gibi Suriye yönetimi ve lideri Ahmed Şara, meşruiyet arayışına çok hızlı başladı.

Kendisi hakkında var olan tutuklama kararları kaldırıldı.

Sezar yaptırımları kaldırılıyor.
Başını ABD’nin çektiği Batı bloku, bir an evvel istikrarlı bir Suriye olsun diye yoğun çabalar gösteriyor.

Bu durum Suriye’de bir çatışmasızlık ortamını yaratıyor ama dünyanın istediği, herkesi kucaklayan bir Suriye gerçeğini ortaya çıkarmıyor.

Aslında 10 Mart Antlaşması’nda son tarih olarak belirlenen Aralık ayı gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan bir takvimlendirme, başta büyük umutlar yaratmasına rağmen bu takvim başlı başına sorunlara sorun ekleyen bir durumu yaratacak gibi görünüyor.

Çok aceleci ve aslında Suriye sosyolojisine yabancı olmayan ABD temsilcisi Tom Barrack’ın zaafları sonucu oluşan bir tablo oldu.

Hâlbuki 15 yıl korkunç bir iç savaş yaşamış olan bir ülkede, böylesine kronikleşen sorunları bir yıl gibi kısa vadede çözmeye çalışmak, hiç iç savaş yaşamamış ülkeler için bile son derece kısa bir zaman dilimidir.
Ama böyle bir takvimlendirme oldu ne yazık ki.

Şimdiyse bu takvimi nasıl uzatırız ve kabullendiririz diye arayışlar başladı.
Bir iki olumlu adımdan sonra, özellikle askeri entegrasyona yönelik sembolik birkaç adımın ardından süreci biraz zamana yaymak ve tarafların birbirleriyle ilişkilerini sürdürmesini teşvik etmek yönünde adımlar atılması planlanıyor.

Bu hem Suriye yönetimini rahatlatacak bir plan hem de Suriye Kürtlerini daha geniş bir zamanda devlet yönetimine taşımayı hedefleyen bir plan gibi duruyor.

Bu yeni durum, Türkiye’deki mevcut iktidar için de kabul görecek bir “zaman kazanma” olarak da okunabilir.

İktidar, 2026 yılını bir nefes alma yılı olarak gördüğünde, Suriye’de olabilecek herhangi bir çatışma durumunun kendisine zarar vereceği endişesiyle bu ötelemeyi sessizce kendi hanesine yazmak isteyecektir.

Yazının başında da belirttiğim gibi, dünyayı öngörülemez bir lider yönetmek istiyor ve bu lider Suriye’yi kendi başarı hanesine yazan biri olarak kalmak istiyor.

Adı Trump olan bu lider için özgürlükler, demokrasi hiç ama hiç önemli değil.
Sadece “Ben Suriye’de savaş istemiyorum” diyen bir lider.

Öyle ki, kendi temsilcisi olan Tom Barrack’ı bile basın toplantısında neden Suriye’de tam barış sağlayamadığı için eleştiren biri.

Hal böyle olunca, yeni çözüm süreci çatışma olmasın adına sahada büyük bir canlılıkla yürümesine rağmen, dünyayı da kasıp kavuran totaliterleşme dalgası nedeniyle demokrasi ve özgürlükler açısından “arafta” duruyor demek hiç de yanlış olmaz.

Yine başta söylediğim gibi, bölgede olağanüstü bir durum yaşanmadığı takdirde verili durum bu.

Bölgesel gelişmelerin bu kadar iç içe geçtiği bir dönemde, Türkiye’nin dış politika refleksleri de önem kazanıyor. Suriye, Irak ve İran hattında her hamle, sadece sınır güvenliğiyle değil, iç siyasetteki dengelerle de doğrudan bağlantılı hale geliyor. Bu nedenle Ankara’nın sahadaki her adıma dikkatle yaklaşması kaçınılmaz.

Öte yandan, ABD’nin bölgeye yeniden şekil verme çabası, Avrupa Birliği ülkelerinde de ciddi tedirginlik yaratıyor. Özellikle göç dalgası, enerji güvenliği ve yeni ekonomik bloklaşmalar, Batı’nın artık sadece izleyici olamayacağı bir tablo ortaya çıkarıyor.

Trump yönetiminin Gazze ve Suriye merkezli stratejisi, aslında yeni bir “kontrollü kriz” dönemine işaret ediyor. Bu tür krizlerde kazananlar, sahayı değil, zamanı iyi yönetenler oluyor. Dolayısıyla bölgedeki aktörler artık askeri değil, diplomatik refleksleriyle öne çıkmak zorunda kalacak.

Türkiye’nin 2026 sonrasına yönelik planlamasında ise iki temel eksen dikkat çekiyor: güvenlik ve ekonomi. Güneydeki istikrarsızlığın artması, iç politikada ekonomik istikrar arayışlarını daha da belirleyici hale getirebilir. Bu yüzden Ankara’nın diplomasiye yatırım yapması, askeri müdahaleden çok daha uzun vadeli kazanç sağlayacaktır.

Sonuç olarak, dünya siyaseti şu an tam anlamıyla bir “ara durak”ta. Ne eski düzenin güvencesi kaldı ne de yeni düzenin kuralları belirlendi. Bu nedenle her ülke, her lider ve her toplum, belirsizlikle yaşamayı öğrenmek zorunda. Belki de çağımızın en büyük sınavı, savaşsız kalabilmek olacak.

- Advertisment -