En baştan başlayalım, Çin’in “Kuşak-Yol” projesi nedir? Çin’in bu proje ile gerçekleştirmek istediği/istedikleri nelerdir?
“Kuşak ve Yol” 2013 yılında, Xi Jinping döneminin başlarında ortaya atılmış, tarihi İpek Yolu’na gönderme yapan, ilk haliyle Avrupa ve Asya’yı modern ulaşım ağlarıyla birleştirmeyi öngören bir proje. Son sekiz yıldır haritası sürekli değişiyor, güncelleniyor ve toplam finansmanı için birkaç trilyon dolardan söz ediliyor. Bugün kutuplar bölgesine, Latin Amerika ve Afrika’ya kadar uzanmış durumda. Vaat edilen şey altyapı finansmanı, modern limanlar ve demiryolları olduğu için 140 kadar ülke Kuşak ve Yol’a katılmak için mutabakat zabtı imzalamış durumda. Hangi projelerin gerçekleşeceği henüz belli olmasa da; son yıllarda toplam yatırım rakamlarıyla ilgili ciddi soru işaretleri olsa da, bu kadar iddialı bir inisiyatifin elbette dünyada Çin’in siyasi ve ekonomik nüfuzunu arttırması beklenir. Çin mallarının küresel pazarlara daha kolay ulaşabileceği, Çin şirketlerinin ve teknolojisinin tüm dünyada daha etkin olacağı yeni bir dönemin habercisi olarak görebiliriz.
G-7 zirvesinden çıkan “Dünyayı Yeniden Daha İyi İnşa Et” projesi, Çin’in “Kuşak-Yol” projesine alternatif olabilir mi? “Kuşak-Yol” projesini nasıl etkiler?
Buradaki plan henüz net değil, dolayısıyla alternatif olup olamayacağını kestirmek zor. Unutmayalım ki, Kuşak ve Yol inisiyatifinde adı geçen iddialı vaatlerin ve devasa bütçenin arkasında Çin’deki kamu iktisadi teşekkülleri ve kısmen de olsa devlet garantisi var. Çin’deki siyasi rejimin bir ülkede uzun vadeli bir çıkarı varsa, bu şirketlerin kârlılığı ikinci planda tutabildiğini görüyoruz. ABD ve Avrupa’da üretilebilecek alternatif bir proje, bu tarz bir devlet mantığından azade olacak. Yatırımlarda şeffaflık, çevre duyarlılığı, işçi hakları, hakkaniyetli geri ödeme koşulları gibi standartlar gerçekten hayata geçirilebilirse esas farkı bunlar yaratacaktır. Ancak şu an için en önemli husus bunun bir “niyet” beyanı olması. Batı, ABD’nin de önayak olmasıyla “Çin’i sadece ortak olarak gördüğümüz günler geride kaldı; artık işler eskisi kadar kolay olmayacak” demeye çalışıyor. Sembolik kısmını daha önemli görüyorum.
G7 zirvesinde alınan kararların ardından Çin’den “Dünyanın kaderine küçük bir grup ülkenin karar verdiği günler çok geride kaldı” açıklaması geldi. Bu açıklama nasıl değerlendirilebilir?
Çin, bu zirvede takınılan tutumu 19. Yüzyıldan beri Batılı ülkelerin kendisine yaşattığı mağduriyet hissiyle yoğurarak değerlendiriyor. Karşısında Çin’in “kendine özgü” siyasal rejimini, ekonomik modelini anlayamayan, gelişmesini hazmedemeyen bir Batı olduğunu düşünüyor: Uygurlar ve Hong Kong gibi konular üzerinden iç işlerine karışmaya çalışan, Çin’i dize getirmeye çalışan art niyetli bir grup ülke… Xi Jinping döneminde uluslararası sahada giderek artan özgüven koronavirüs krizinde kısa süreli olarak sekteye uğradıysa da -biraz da Trump politikaları sayesinde- katlanarak geri döndü. Çin’in “gelişmekte olan ülke” statüsüne çok vurgu yaptığı günler geride kalmış gibi görünüyor. Çin, köşeye sıkışmanın da verdiği hırsla kendi gücüne daha fazla vurgu yapıyor.
G7 zirvesinin cumartesi günkü ilk oturumunda ABD Başkanı Joe Biden, liderleri Çin’in Uygurlar ve diğer dini azınlıklara karşı yürüttüğü zorla çalıştırma yöntemlerine ve yoksul ülkeleri borç yükü altında bırakan ekonomik yayılma taktiklerine karşı daha net ve ahlaki bir duruş göstermeye ve birleşik bir cephe kurmaya çağırdı.
Sizce Çin’e karşı Biden’ın çağrısını yaptığı gibi somut bir birlik oluşur mu? İngiltere, Fransa ve Kanada’nın Biden’ın bu çağrısını desteklediği biliniyor. Peki diğer ülkelerin tutumu nasıl olur? Özellikle de Çin’in komşusu olan Japonya ve Çin’le iyi ticari ilişkileri bulunan Almanya nasıl bir pozisyon belirler?
Uygurlar konusunda bir dizi Avrupa ülkesi zaten harekete geçmiş durumdaydı; İngiltere’den sonra Litvanya ve Hollanda da parlamentolarında soykırım tasarılarını kabul etti. Belçika ve Çek Cumhuriyeti de benzer kararlar aldı. G7 zirvesi Japonya ve Almanya üzerindeki baskıyı arttıracaktır ancak çok radikal bir değişim beklemiyorum. Zaten Batı’daki kolektif tavrın Çin üzerinde ne kadar etkili olacağı ayrı bir tartışma konusu. Yaptırımlar çok önemli ama dış dünya belli bir yere kadar etkili olabiliyor. Kalıcı bir çözüm içeride bir zihniyet değişimiyle mümkün. Çin resmi makamları Xinjiang özerk bölgesindeki durumu büyük ölçüde bir güvenlik sorunu olarak görüyor. Devlet kendine modernleşmeci ve kalkınmacı bir misyon biçmiş durumda; “yoksulluk olmazsa etnik gerilim de olmaz” mantığı hâkim.
Çin’in gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımlar ve yatırımlar konusunda ise Batı’nın yeni alternatifler üretmesi gerekiyor. Zira yoksul ülkeler Çin’e karşı olan bu yeni uzlaşıya sadece değerler üzerinden katılmayacaktır. Pek çoğu zaten eski sömürge ya da Batı ile yaşadığı uzlaşmazlık ve gerilim yüzünden Çin’e meyletmiş. Bu ülkeler ancak yeni ve somut destek mekanizmalarıyla yüzünü tekrar Batı’dan yana döner. 2000’li yıllarda Çin modelinin albenisini biraz da neoliberalizmin açmazları arttırmıştı; bunu unutmamak lazım.
NATO zirvesi bildirgesinin yayımlanmasından saatler sonra Çin’in Brüksel’deki Avrupa Birliği temsilciliği, NATO’yu “Çin’in barışçıl kalkınmasını kötülemek için iftira atmakla” suçladı ve Çin’in savunma politikasının “doğal olarak savunmada olduğunu” belirten bir açıklama yayımladı. NATO zirvesinden sonra çıkan bildirgedeki Çin vurgusunu ve Çin’in bu gelişmelere verdikleri tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zirvede Rusya ile kıyaslandığında Çin’e yapılan vurgu daha ikincildi. Yine de Soğuk Savaş yıllarında kurulmuş bu askeri ittifak için kendi coğrafi sahasının tamamen dışında olan bir ülkeye gönderme yapması önemli. Çin geçtiğimiz yıllarda kendi bölgesinde askeri gücünü komşularına karşı bir tehdit unsuru olarak kullandığı bazı hamlelerde bulundu. Ancak Doğu Çin Denizi, Güney Çin Denizi gibi alanları ülke egemenliğinin uzantısı olarak gördüğü için bunları “vatan savunması” sayıyor. Yasal statüsü net olmasa da yetmiş yıldır ayrı olduğu Tayvan’ı kendi eyaleti olarak görüyor; dolayısıyla gelecekte burada kullanacağı güç de “savunma” olacaktır. Ancak Çin’e göre savunma olan şey, Japonya, Tayvan, Vietnam gibi bölge ülkeleri için saldırı niteliğinde. Küresel ölçekte bakarsak, Çin’in en güçlü argümanının “ABD ile kendi arasındaki fark” olduğunu belirtmek lazım. Çin, kendisini, dünyada birçok askeri üs ve müttefiki olan, bugüne kadar çeşitli askeri müdahaleler örgütlemiş olan Amerika ile kıyaslayıp “barışçıl” bir güç olduğunun altını çiziyor. Çin bugün için küresel düzeyde bir askeri tehdit değil. Ancak siyasi ve ekonomik nüfuzunun artışına paralel bir etki alanı kurması da olasılık dahilinde…
Sizce ABD’nin bu adımlarının ardından Çin’in karşılığı nasıl olacak? Önümüzdeki süreç nelere gebe? Uygur meselesi bu bağlamda nerede duruyor?
Bu zirve diyalog yolunu tam olarak kapatmasa da, dünyada Çin ile ilgili tablonun son beş yıldaki değişimini teslim eden bir bildirge niteliğindeydi. Çin, eskiden Batı’nın “kendisinden çok farklı olduğunu” görüp hissettiği ancak çekindiği için hakkında ileri geri konuşmadığı “tuhaf bir uzak akraba” gibiydi. Bugün iki taraf da diğerinin yüzüne karşı, açık açık konuşuyor. Önümüzde eski “kazan-kazan” sloganlarının, karşılıklı bağımlılık tezlerinin, işbirliği ve dostluk çağrılarının geçer-akçe olmayacağı yeni bir dönem var. Sıcak çatışma olasılığı görmesem de, Çin’in her kısıtlama ve yaptırıma benzer bir şekilde cevap vereceğini öngörebiliriz.
Uygur meselesi, iki taraf arasındaki bakış açısının farklılığını en net şekilde görebileceğimiz alanlardan biri. İnsan hakları bahsi, Çin açısından Trump döneminde başlayan ticaret savaşları gibi teknik, pratik çözümler bulunabilecek, yeri geldiğinde uzlaşılabilecek bir alan değil. Aradaki makas açıldıkça, diğer ülkelerin de Batı ve Çin arasında sıkışacakları ve seçim yapmaya zorlanacakları yeni bir dönem olarak görüyorum. Batı kendi değerlerine sadık kaldıkça başarı şansını arttıracaktır; bu da insan hakları ve demokrasinin yanı sıra daha şeffaf ve adil bir ekonomik model vaat etmesine bağlı.