YAZI/ Hüseyin Padır
Hocadan siyasetçi olur mu? Siyaset ile hocalığın ortaklaştığı ve ayrıştığı noktalar neler? Hocalık ulvi bir makam iken siyaset kirli bir uğraş mı? Bu sorular alttan alta çoğu zaman bize özgü siyasal antropolojinin temel problemleri olmaya devam etti. Siyasal antropoloji diyorum zira siyaset evrensel bir pratik iken hocalık biraz “bize özgü” bir kavram. Çünkü “hoca” sıfatı; bilim adamı, uzman, akademisyen, aydın, entelektüel gibi sıfatların hiçbirisi ile tam olarak örtüşmemektedir. Türkiye siyasetinde esasen iki kişi “hoca” vasfıyla tanımlanmıştı: Erbakan hoca, Davutoğlu Ahmet hoca. İlginç bir şekilde ne ordinaryüs profesör Şemsettin Günaltay, ne ekonomi profesörü Tansu Çiller, ne de profesör Ekmeleddin İhsanoğlu halk tarafından hoca olarak benimsendi. Demek ki, hoca vasfını elde etmek için akademik unvan, bilgi birikimi, parlak fikirler yeterli değildir. Manevi bir önderlik yapan, yol gösterici fikirlere sahip olduğu düşünülen, talebe yetiştiren (örgütçü) ve etrafındaki talebeleri belli ideallere ikna edebilen kişilerin “hoca” olarak görüldüğü düşünülebilir.
İşte tam burada hocalık ile siyasetin yolları kesişir. Özü itibari ile siyaset, halk kitlelerini bir fikre inandırabilme, bu fikir uğruna örgütlenme, bu örgütlenmeyi sağlayacak gerekli maddi imkanları seferber edebilme sanatıdır. Hoca ile siyasetçinin, eski sınıfsal konumları ile alim ile sultanın gayretleri, fikir ve maddi örgütsel yapı denk düştüğü müddetçe harmonik bir şekilde devam eder. Basitçe, hoca ikna ve rıza üretir, ilke ve değerleri ortaya koyar, siyasetçi bu ilkeleri kullanarak örgütsel ve maddi gücünü artırır. Ancak siyasetin, belirli sosyal kastlar tarafından yürütülmediği modern dönemde bu “harmonik” ilişki nadiren sürdürülebilir olabilir. Ya hoca siyasetçiye dönüşür ya siyasetçi hocayı başından atarak salt güçle yoluna devam etmek ister.
Dünya tarihi bu dönüşümlerin enteresan komplikasyonları ile doludur. Bizim antropolojik dilimizde hoca olarak (sophos) görülebilecek Sokrates, fikir imal etme ve örgütlenme konusunda dikkat çekici bir başarı yakalamış, Eflatun bunu politikaya tahvil etmeye kalktığında ise hüsranla sonuçlanmıştır. Aristoteles ile İskender’in hızlı biten dostluğu da siyasetçinin gücü elinde hissedince artık akıl hocasına tahammül edemeyeceğinin göstergesidir. Siyasetname ve Nasihatname geleneği belli bir mesafeden danışmanlık hizmeti vermekle kendilerini sınırlarken, modern politik felsefe ile filozofun yeni bir düzen talep ettiği görülür. Aydın-filozof artık sınırlı kast pozisyonundan çıkıp halkı örgütleyebildiğini gördüğünde, hemen siyasal hakkını talep etti, ancak bu da Fransız ihtilali sonrası kanlı Jakobenizm ile sonuçlandı. Bu sonuç, Alman düşüncesine önce halkı eğitmek (Bildung) sonra bir halk (Volk) yaratmak ideali şeklinde revize edildi. Kant, Fichte, Hegel siyasete sakınarak bakarken, sol-Hegelciler tekrar örgütlenme ve maddi gücün sahasına, yani siyasal dünyaya inip fikri hayata geçirmeye kalktılar. Tüm bunlar Karl Popper’ı öyle ürküttü ki, her kim kendi fikri idealini siyasete taşımaya çalışırsa o toplum düşmanıdır demek durumunda kaldı. Aydınlanmadan sonra görüyoruz ki, fikirler asude bir şekilde dünyayı temaşa etmiyor, ilk fırsatta gücü ele geçirmeye çalışıyor. Ancak güç de rıza olmadan yapamıyor, ilk fırsatta fikirleri kendine aracı kılmada ve fikirleri müstebit düzenler için çimento olarak kullanmakta geri durmuyor. Demek ki, fikri geliştiren ve organize eden hocanın siyasetçiye dönüşmesi an meselesidir. Gel gör ki, aralarında çok benzerlik olması eğitimci hocayı siyasal lider ile özdeş kılmaz.
Hocalığı siyasetle karıştırmamak
Bu noktada Lenin’in 1905 tarihli “Siyasetin Pedagojiyle Karıştırılması Üzerine” kısa ama enfes bir yazısı yol göstericidir. Lenin bu kısa yazıda siyasetin hocalık ile aynı şey olmadığına dikkat çeker. Lenin’e göre, somut siyasal süreçlerin içinde yer almadan dışarıdan çeşitli uyarılar yapmak, siyasal değil pedagojik bir etkinliktir. Öyleyse hocalık siyaset için kaçınılmaz ödev olmakla birlikte, hocalığa yapışıp kalmak siyasetin boğulması anlamına gelecektir.
Lenin’in işaret ettiği hocalık ve siyaset ilişkisinin bu narin dengesinin günümüzde canlı örneği Ahmet Davutoğlu hocadır. Ahmet hoca örneği üzerinden modern siyasetin bu can yakıcı meselesini yeniden düşünme imkanı elde edebiliriz. Aynı zamanda Ahmet hocanın bir lidere dönüşme hareketini de daha iyi anlama şansına sahip olabiliriz.
Davutoğlu’nun kariyeri baktığımızda, ilk başta sadece uzaktan danışmanlık yapan, siyaset biliminin kural ve ilkelerini öğreten siyaset hocası iken sonra aktif olarak Dışişleri Bakanlığı ile siyasete geçmiş, uzaktan fikir vermek yerine fikri tahkim edecek siyasi organizasyon ve maddi örgütlenme çabasına girmiştir. Ardından AK Parti’den kopuş sürecinde Cumhurbaşkanı’na verdiği raporlarda yaptığı gibi “doğru ilkelerin hatırlatılması” şeklindeki pedagojik faaliyeti bırakıp, yeni bir siyasi örgütlenmeye girişmiştir. Davutoğlu’nun hocadan siyasi kişiliğe, pedagogluktan siyasal görevlere kırılma yaşadığı dönemde yazdığı, kamuoyunda “manifesto” olarak adlandırılan metin, ilke hatırlatma ile siyasi harekete geçme arasındaki köprüyü teşkil eder.
Bu yeni politik aşamada artık Davutoğlu yalnızca hukukun ya da ahlakın genel doğrularını tekrarlamakta kalmaz, bunları hayata geçirecek siyasetin üretimi için hocalığın manevi konforunu terk eder. Birçokları için bu durum, ulvi hocalığın karizmasından düşerek siyasetin süfli hesapları içine girmek olarak algılanır. Ancak bu hamlesiyle, Hegel’in tabiri ile sürekli ahlakın ve ilkelerin kılıcını parlatıp onu hiç kullanmayan bir “güzel ruh” a dönüşmemek için, hocalığın özünde bulunan örgütlenme kapasitesini harekete geçirmişti. Zira onu hoca yapan şey, akademide sahip olduğu h-indeksi değil, Huntington’a karşı polemikçi tutumu, bazen espri konusu olan Gazali ile Hegel’i masaya oturtarak ittifak ettirme gayreti, Husserl ve Gurwitsch’ten aldığı kavramları İslam siyaset düşüncesinin yorumunda devreye sokmasıydı. Bu manada Türkiye entelektüel alanının acentacı aydın konformizminin ötesinde entelektüel yaratıcılığı önemsemekte, alternatif paradigmaları zorlamaktaydı. Alternatif Paradigmalar siyaset felsefesinde, Stratejik Derinlik siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilerde, Duruş ise ahlak felsefesinde yeni teorik, kavramsal üretimler de ortaya koyarak örgütleme çabasıydı. Akademik ve politik statükolara karşı tekrardan ziyade farka dayanan yaratıcı ve yenilikçi bir çerçeve ortaya koymaktaydı. Dolayısıyla bu entelektüel ve politik serencam, hayalcilikten öte yaratıcılık kavramı merkeze alınarak anlaşılabilir. Onun yaratıcılık egzersizleri genel kamuoyunun zihni ve siyasi alışkanlıklarına (orto-doxa) hayalci ve idealist gelmiş olabilir, fakat avangart bir ilerleme ancak verili sınırların zorlanması ile mümkündür.
Teori ile pratik bütünlüğü
Gerçekçilik meselesi açılmışken, gerçekçiliğin Marksçı sorgulamasını yeniden hatırlamak öğretici olacaktır. Feuerbach üzerine 3. tezde şunu söyler Marks:
Ortamın değiştirilmesine (der Veränderung der Umstände) ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, ortamın insanlar tarafından değiştirildiği ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur (der Erzieherselbsterzogenwerdenmuß). Bu yüzden de, toplumu, biri toplumdan üstün olan iki kısma ayırmak zorunda kalır. (Örneğin Robert Owen’da) Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin (Selbstveränderung) çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve rasyonel biçimde anlaşılabilir.
Marks’a göre gerçeklik, insanlar tarafından sürekli değiştirilmektedir, öyle ise şartlar değiştiğinde teorik kabuller de yenilenmeli, hocanın kendisi de kendini değiştirmeli, ezberlerini unutmalıdır. Devrimci pratik eleştiri, toplumu ikiye ayıran avam-havas ayrımını bırakarak, hocalığın müstesna bilgiçliğinden vazgeçerek dönüşmeyi gerektirmektedir. Marks için, skolastik dogmatizmin uykusuna razı olmayacak, gerçeği kavramak isteyen filozofun, eğiticinin, bizim dilimizde hocanın yolu bu olmalıdır.
Tezlerden tekrar pratiğe, hocanın hikayesine dönersek, Davutoğlu örneğinde “hocalık” (Alternatif Paradigmalar) ya da danışmanlık (Stratejik Derinlik) görevlerinden, bakanlık ve siyasi parti liderliğine (Gelecek Partisi) geçiş, yani şartları ve ortamı değiştirme, bu suretle kendini değiştirme devrimci pratiği ile örtüşür. İlginç bir şekilde muhafazakar siyasetçi Davutoğlu bu dönüşümünü, tıpkı Marks gibi Manifesto ile ilan etmiştir. Marks’ın Alman idealizminden kopuşu teoriden pratiğe dönüşümdür, teorik eleştiriden pratik eleştiriye dönüşümdür. Siyasetin pedagojik görevlerinden siyasetin bizzat kendisine doğru bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu teoriyi bir yana bırakılıp pratiğin akışına kapılmak anlamına gelmez, (bu) teorinin pratikle içerilip-aşılması(dır). Hocalıktan parti liderliğine dönüşüm, eğiticinin kendisini de dönüştürerek şartları değiştirmeye çalışmasının ifadesidir. Tüm bu nedenlerle birkaç yıl öncesinde başbakanlıktan azledilmiş Davutoğlu hocanın biyografisi ile şimdi yazılacak biyografi arasında dramatik farklar vardır ve bu biyografi Roland Barthes’in tabiri ile, sadece izlenen/okunan bir hikaye değil, sürekli yazılan metin (writerlytext) olacaktır. Beklentileri, alışkanlıkları sarsan, içinde farklı tonlarda sesleri barındıran, sürekli kendinden fazlasını üretebilecek bir hikaye olabilir.
AK Parti döneminde danışmanlık görevleriyle Davutoğlu teorisini pratiğe geçirmeye denemiştir. Tabik ki temelde burjuva-liberal değerleri muhafazakar bir çizgide savunan bir düşünür olan Davutoğlu’nun teori-pratik bütünlüğü fikri, Marksist devrimci içeriğe sahip değildir. Ancak içerikten ayrı olarak tavrı/jesti Marks’ın tarif ettiği devrimci pratiğe uygundur. Bu devrimci dönüşümü görmezden gelenler, mütemadiyen pişmanlık ve öz-eleştiri beklentisi içindedir. Ne gerçekliğin acımasızlığı karşısında yenilerek Farabi ve Foucault okumayı bırakmak (kaba realizm); ne de gerçekliği değişmez kabul ederek kendi fikirlerinden ve şahsiyetinden içinde saklanılacak bir kız kulesi inşa etmek “hoca” için izlenecek yol olabilirdi. Erbakan hoca %2’lik oyuna rağmen son kalan enerjisi ile faizci kapitalist sisteme karşı mücadele etmeye devam ederken, Paris Komünü’nden sonra Marks da daha gerçekçi olmaya kalkmamış Hegel’in Mantık’ını yeniden okumaya girişmiştir. Hoca-siyasetçi böyle birleşmeyen sentezler peşinde iken, alternatifi ve daha yaygını olan reel-politikçi ya da bürokrat tipini tahlil etmek, hoca ile aralarındaki niteliksel farkı gösterecektir.
Teorisiz pratik siyasetin halleri
Türkiye’de siyasal lider tipolojilerine bakıldığında dar anlamda güncelliğe sıkışan, reel-politiğe yazgılı, yola stratejik bir vizyondan uzak bir şekilde çıkan, hesapçı, zübükzade bir tipin siyasete damgasını vurduğu görülmektedir. En bariz örneğini sağ kanattan Süleyman Demirel, sol kanattan Doğu Perinçek’te görebileceğimiz reel-politikçi liderler, programatik liderler karşısında daima galebe çalmıştır. 1970’li yılların militan önderliklerinin tasfiyesinden sonra kendisine daha baskın bir siyaset alanı bulan Doğu Perinçek figürü hesapçı, konjonktürel güç mücadelelerine göre kendisini yeniden konumlandıran, sürekli vaziyet alışlar içinde kendisine hareket alanı açmaya çalışan bir siyasal liderlik örneğidir. Enver Paşa’nın “mefkureyi gerçekleştiremeyince, gerçeği mefkure edinmekten başka çare yok” sözü, Türk politik kültüründeki siyasal kadroların dar hesapçı yazgısına işaret etmektedir. Manifestosuz yola revan olan politik kadrolar sürekli yeni bir dünyanın kurulmasını ve orada güvenli bir yer kapmayı beklerler. Stratejisiz taktik, güncelliğin önüne getirdiği malzemeyi devamlı birbirine bağlayan yaptakçı (bricoleur) siyaset, kısır bir klan zihniyeti ile idare etmektedir. Dönüştürücü bir yeniden yorumlamaktan ziyade, düzenin içinde zümre çıkarlarını garanti edecek sığınaklar aramayı tercih eder bu tip siyasetçiler.
Yeni bir vizyon öneren Karaoğlan Ecevit (ortanın solu), Erbakan hoca gibi (Adil Düzen) tiplerin programatik liderlikleri tabii ki siyasi taktiklerden, gündelik hesaplardan, bürokratik köşe kapmacalardan müstağni değildir. Ancak burada görülmesi gereken fark, bu tarz liderliklerin siyaseti, salt siyaset için yapan liderliklerden farklı olmasıdır. Salt siyasetçi, ideali gücüne payanda olarak kullanırken, programatik lider gücün içerisine ideali sokmaya çalışır, çoğu zaman hüsranla sonuçlansa da.
Reel-politikçi, hesapçı lider tipinin yanında bir de sadece örgüt içerisinde iken özgün vasıflara sahip olan ancak parti örgütü dışında kaldıklarında hiç etkileri olmayan, örgütsüz sıfır olan siyasi karakterler vardır. AK Parti’de Erkan Mumcu, CHP’de Emine Ülker Tarhan bu tarz siyasetçilere örnek olarak düşünülebilir. Bu tip siyasi liderlerin, siyasal değer üretimini ancak kolektif bir örgütle, hiyerarşi ve disiplin içinde ortaya koyabildiği görülür. Bu karakterlerin siyasal üretimleri örgüt dışında sönmekte, ancak hazır bir örgüt içinde değer üretebilen siyasal mekanizmanın disiplinli parçası olarak iş görmektedirler.
Bir fikre inandıran, bunun için insanları örgütleyen ve manevi önderlik eden hoca-siyasetçi tipinin yukarıda gözden geçirdiğim iki tipten açıkça farklılaştığı görülmektedir. Üretici gücünü güncel güç-ilişkilerinde köşe kapmacadan, ya da örgüt içindeki alkıştan almayan hoca tipi, sürekli yeni alternatifler üretme kapasitesine sahiptir. Mezkur kişilerin örgütsüz kaldıklarında dahi ülkenin geleceğine ilişkiler perspektifler, modeller, politikalar, vizyonlar ve umutlar üretebilme çabasında oldukları görülür. Çoğu insanın gözünde, örgüt dışında kalan kişinin devamlı bir aktivite içerisinde olması, bitmek bilmez bir hırs ile dolu psikolojik bir doyumsuzluktur. Ancak psikoloji gözlüğünü çıkarıp siyasal tip düzeyinde düşünüldüğünde, hoca tipinin siyasi artık değer üretme tutkusu anlaşılabilir hale gelir. Çünkü tam da bu “sürekli bir şeyler yapma” tutkusu, siyasal virtu’dan kaynaklanır. Zira, miskinlik, enerjisizlik, kararsızlık anlamına gelen ozio’nun karşıtı olan siyasi virtu, sürekli etkin olmak anlamına gelir. Virtu’nun neticesi ise, onurlu duruştur (gloria).
Buraya kadarki düşünceleri toparlamak gerekirse, bize özgü bir kavram olan hocalığın, fikre inandırma ve fikir etrafında insanları örgütleme özelliği ile, siyasetçinin fikir etrafında örgüt kurarak yönetimsel maddi gücü temerküz ettirme becerisi birbirine çok yakın özelliklerdir. Hocalık ile siyasetçilik neredeyse birbirine dönüşebilir sıfatlardır. Ancak Lenin’in işaret ettiği gibi, siyaset hocalık ile aynı şey değildir. Ortam değiştiğinde hoca güvenli, entelektüel ve manevi katından inmeli, hatta kendini değiştirmelidir. Bunu itaatkar bir şekilde değişmez-verili gerçekliğe uyum sağlamak için değil, gördüğümüz gerçekliğin insan eliyle değişebildiğini bildiği için yaptığında, hocalıktan devrimci siyasal pratiğe geçiş yapmış olur. Bu yönüyle hoca-siyasetçi, gerçekliği olduğu gibi kabul eden reel-politikçi siyasetçi tipinden ya da işlevini sadece parti mekanizmasından devşiren örgütsüz-sıfır siyasetçi tipinden ayrışır. Hoca-siyasetçi tarzındaki programatik liderlerin sürekli siyasal artık değer üreten virtu’ları olduğu için biyografileri konjonktürel olarak önemli değildir, sürekli yeniden yazılmaya açık metinledir. Kısacası şartlar ve ortam değiştiğinde hocanın siyasetçi olması onun hoca karakterinin, üretken yaratıcı potansiyelinin gereğidir.