Pazar günü 89 yaşında hayatını kaybeden yazarın, kendisinin bir zamanlar içinde yer aldığı casusluk örgütüyle ve eski çalışma arkadaşlarıyla ilişkileri de, onların yazara karşı tutumu da hep karmaşık oldu.
Le Carré’nin kariyeri aslında bu gizli dünyada geçirdiği yıllar tarafından şekillendi, fakat tam tersi de oldu. Yani onun İngiliz istihbarat dünyası hakkında yazdığı romanlar, ajanların kendilerinden bahsederken kullandıkları dil de dahil olmak üzere bu örgütler üzerinde büyük bir etki uyandırdı.
Yazarlar genellikle yaşadıklarından ilham alır, fakat Le Carré’nin istihbarat örgütleri içinde yaşadıkları “gizli” idi ve bugün hâlâ bu gizliliğini koruyor. Dolayısıyla romanlarında gerçeğin nerede bitip kurgunun nerede başladığını bilmek çok zor ve bunun yarattığı gizemin ne kadar kıymetli olduğunun da çok iyi farkındaydı.
İngiltere iç ve dış istihbarat servisleri MI5 ve MI6’da çalıştığı yıllar yazdıklarının ilham kaynağı olabilir, ama Le Carré bu konudaki gerçekleri sıkı bir şekilde gizlemeyi tercih etti.
Bir keresinde bana, “Eski görevimle, her iki kurumdaki hizmetimle ilgili öyle çelişkili anılarım ve öyle çelişkili duygularım var ki, gerçek düşüncemin ne olduğunu hiçbir zaman anlayamıyorum” demiş; sonra şöyle sürdürmüştü:
“Gerçeği bilen hiç kimsenin şimdiye kadar beni gizli şeyleri açıklamakla suçlamamış olması benim için bir gurur kaynağı.”
Asıl adı David Cornwell olan yazarın İngiltere istihbarat örgütlerinde çalıştığı dönemin en temel özelliği, kasvetli ve çalkantılı bir dönem olması.
Karmaşık ve etik belirsizliklerle dolu bir dönem
İstihbarat örgütleri içerisinde ardı ardına köstebeklerin açığa çıkarıldığı bir dönemdi bu.
John le Carré sonradan “İstihbarat örgütünün çok eski ve kıymet verilen bir mensubu olan George Blake’in Rus ajanı olduğu açığa çıkarıldığında, eğitimimi yeni tamamlamıştım” diye anlatmıştı.
Dış istihbarat örgütü MI6 içinde hem de çok üst düzeyde bir başka “çürük elma”, Kim Philby’nin Rus ajanı olduğunun ortaya çıkması le Carré’ye, en ünlü eseri olan “Tinker, Tailor, Soldier, Spy” (Köstebek) romanı ve ilk cildini teşkil ettiği üçlemesi için ilham kaynağı olmuştu.
Soğuk Savaş dünyasının tehlikelerle örülü istihbarat dünyasıyla, ihanet edenlerin ve ihanete uğrayanların insani duygularını, kişisel dramlarını birlikte anlatabilmeyi başarması, bir yazar olarak büyük başarısıydı.
Kimileri istihbarat örgütleri içinde düşman için ajanlık yapan kişiler için kullanılan “köstebek” kavramını John le Carré’nin icat ettiğini söyler. Yazarın, kitaplarında kullandığı bunun gibi birçok kavram ve kalıp, casuslar tarafından bile benimsenip kullanılmaya başlandı.
Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’in Rusya’ya karşı casusluk faaliyetlerini yürüten koluna verilen “Rusya Evi” (Russia House) isminin, yazarın 1989’da yayınlanan aynı başlıklı bir romanından geldiğini söyleyenler var.
CIA’nin “Rusya Evi” masasında fiilen çalışmış olan bazı ajanlar bana, gerçek hayatta peşine düştükleri üst düzey bir Rus ajana, John le Carré’nin Tinker, Tailor, Soldier, Spy romanı ve devamındaki üçlemesinin baş kahramanı George Smiley’in Rus muarızına atıfla “Karla” kod adını taktıklarını anlatmışlardı.
James Bond- George Smiley zıtlığı
Ian Fleming’in James Bond’u ne kadar renkli ekrana yakışan eğlenceli bir hayal ürünü ise, Le Carré’nin casusları bir o kadar gri, sofistike ve etik belirsizlikler dünyasında yaşayan karakterlerdir.
Fakat bu da MI6 camiasının bir kısmının yazarı sevmemesinin sebebi olabilir.
John le Carré ile aynı dönemde MI6’te çalışan Baroness Daphne Park, bir sohbetimizde bana, “Casusluğun ihanetler dünyası olduğunu söyler. Değildir. Güven dünyasıdır. Karşılıklı güven olmaksızın bir ajanla çalışamazsınız” demişti.
MI6’in eski başkanlarından Sir Richard Dearlove da bir kaç yıl önce Cliveden Edebiyat Festivali’nde yaptığı bir konuşmada Le Carré’yi istihbarat dünyasına çok kuşkucu yaklaşmakla eleştirmişti.
Yazar bu eleştiriyi, son romanının yayınlanması öncesinde çok güzel bir zamanlama olduğunu söyleyerek yorumlamıştı.
Fakat John le Carré casusların dünyasının gerçekliğiyle ilişkisinde ne kadar çelişkiler yaşıyorsa, casuslar da kendileri hakkındaki kurgular hakkında bir o kadar çelişkili duygularla dolu.
Bir yandan dünyalarıyla ilgili algıların bu romanlarla oluşmasından rahatsız oluyor, ama bir yandan da etraflarında yaratılan efsanelerden keyif alıyorlar.
Soğuk Savaşın sona erdiği bir dönemde, 2009 yılında konuştuğum MI6 Başkanı Sir Colin McColl, “Kurumda yıllar içinde iki farklı duygu vardı” diyor ve sürdürüyor:
“Herkesi birbirine karşı komplolar kuran nahoş karakterler olarak çizdiği için John le Carré’ye öfkelenenler vardı. Ama ben müthiş buluyordum, çünkü onu takip eden iki kuşak istihbaratçıya bir şekilde özel oldukları hissini yarattı.”
Casuslarla ilgili efsaneler
Fakat son yıllarda İngiltere Haberalma Servisleri daha bir şeffaf olmaya ve kendileri hakkında, kurguda oluşmuş resimle aralarına mesafe koymaya çalışıyorlar.
Eski MI6 başkanlarından Sir John Scarlett, John le Carré’nin ölüm haberi üzerine BBC’ye yorumunda onu sıradışı bir romancı olarak tanımladı, ama “Benim tecrübeme göre gerçek başka, kurgu başkadır. Bunların birbirine karıştırılmaması lazım” diye konuştu.
Ne var ki gerçek ile kurgu birbirine sık sık karışma gibi bir özelliğe sahip. Bilhassa da bilgi boşluğunu kurgunun doldurduğu gizlilik yıllarında.
John le Carré yazdığı romanların casusluk dünyasını saran efsaneleri yaratıp teşvik ettiğini iyi biliyordu ve zaman zaman bu konuda da çelişkili duygular ifade ettiği olmuştu:
“Sorun şu ki, okuyucu, ait olduğu genel kamuoyu gibi, bütün kanıtlar kendisine aksini söylemesine rağmen, casuslarına inanmak istiyor.”
Kaynak: BBC Türkçe