Son yazı beklediğimden çok daha geniş bir yankı buldu. Hiç bu kadar olumlu dönüş aldığım olmamıştı. Bu da tartıştığım meselenin ortak bir sinire dokunduğunu gösteriyor. Önümüzdeki haftalarda eksik kalan bazı yönleri açma niyetindeyim. Ancak önce yazıma gelen bir eleştiriye cevap vererek bazı kavramları daha açık kılmak istiyorum.
22 Aralık’ta kıymetli yazar Aydın Ünal Yeni Şafak gazetesindeki yazısında yazıma kısmen cevap verdi (yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.yenisafak.com/yazarlar/aydin-unal/musluman-dindar-ak-parti-4780671). Aydın Ünal hem belagatini takdir ettiğim hem de samimi bulduğum bir yazar. Yazımı okumaya zaman harcayıp eleştiri yazdığı için teşekkür ederim. Eleştirileri hakkında birkaç not paylaşmak isterim.
Öncelikle yazısının ana mesajına bir itirazım yok. Hatta bir açıdan paralel şeyler söylüyoruz. Yazımı belli bir grubu ya da dindarları hedef almak için kesinlikle yazmadım. Hatta tebrik mesajı atanların büyük çoğunluğu dindar insanlardı (ben de dindar bir insanım). Nitekim yazı aksine dinin, siyasi ve sosyolojik kimliklerle özdeşleştirilerek aşındırılması riskine dikkat çekmek için kaleme alınmıştı.
Dolayısıyla mesele, “kim dindar, kim değil” sorusu değildir. Mesele, dindarlık dediğimiz şeyin ne olduğu, hangi koşullarda derinleştiği ve hangi koşullarda yüzeyselleştiğidir. Bu ayrımı yapmadan yürütülen her tartışma, ister istemez ya savunmacı bir kimlik refleksine ya da toptancı bir suçlamaya dönüşmektedir.
Ünal bey cevap yazısında yazımın, dine veya dindarlara karşı bir “cephane” ürettiğini ima ediliyor. Bu ithamı okuduğumda açıkçası şaşırdım. Demek ki yazı yanlış anlamaya açık. Dediğim gibi yazımın amacı ne dine saldırmak ne de dindarları itham etmekti. Hatta bazı dindar olmayan arkadaşlarım “gene dindarları savunmak için güzel malzeme ürettin” diye beni taraflı olmakla itham etti. Yazımın temel iddiası şuydu: Dindarlık, dışarıdan bakılarak kesin biçimde tespit edilemez.
Yazıda herhangi bir kişinin ya da grubun “samimiyetsiz”, “sahte” veya “dinsiz” olduğu yönünde genel bir hüküm yoktu. Aksine, kalabalıklar, mahalleler, siyasî veya kültürel aidiyetler üzerinden iman hakkında kesin hükümler vermek sorunludur dedim.
Bu nedenle metin bir niyet okuması değildir. Bir kavramsal ayrım teklifidir. Kierkegaard’ın burada kullanımı da bir “itham dili” üretmek için değil, modern toplumlarda dinin nasıl kolayca kültürel bir otomatikliğe dönüşebildiğini göstermek içindir. Bu, bir saldırı değildir. Düşünmeye çağrıdır. Ben felsefeciyim işim bu zaten.
Tezimi daha sade bir dille aktarayım. Gündelik dilde (sekülerler de dahil) dindarlık derken birkaç farklı şey kast ederiz. En az üç katman vardır. Birincisi sosyolojik dindarlıktır. Bu, bireyin doğduğu aile, yaşadığı mahalle, kültürel çevre ve alışkanlıklar üzerinden şekillenen bir aidiyet biçimidir. Dindar bir çevrede büyümek, belirli ritüelleri öğrenmek, belli sembollere aşina olmak bu katmana dahildir. İkinci katman ahlaki uyum katmanıdır. Kişi topluma uyum sağlamak için onun normlarına uyar (tabi yaşadığı toplum Türkiye ya da ABD olmasına göre bu boyut değişir). Ancak bu uyum, her zaman derin bir iç muhasebenin sonucu olmak zorunda değildir. Kimi zaman sosyal kabul ve dış denetimle de sürdürülebilir. Üçüncü katman varoluşsal ya da batıni katmandır. Bu düzeyde dindarlık, bireyin kendi sorumluluğunu, niyetini ve iç hesaplaşmasını merkeze alır. İnanç, artık sadece devralınan bir kimlik değildir. Bilinçli bir yöneliş ve sürekli bir muhasebedir. Bu katman, en zor olanıdır. Bu görünür değildir.
Bu ayrımı neden yapmaya önem veriyorum? Çünkü bu ayrım bize şunu hatırlatır: Bir insanın dindar bir çevrede doğmuş olması, onun imanının derinliği hakkında otomatik bir bilgi vermez. Ama elbette bu durum, onun samimiyetsiz olduğu anlamına da gelmez. Sorun, bu katmanların birbirine karıştırılmasında ortaya çıkar. Üçüncü katmanı unutan insanlar sadece ilk ya da ikinci katmana göre insanları yargılar.
Ünal beyin yazıda Kierkegaard’ın metinde kullanılmasına yöneltilen temel itirazlardan biri, onun Hristiyanlık bağlamında konuştuğu ve bu çerçevenin Müslüman toplumlara uygulanamayacağı iddiasıdır. Ben Kierkegaard’ı bir otorite ya da ölçüt olarak değil benzer bir problemi teşhis eden bir düşünür olarak devreye sokuyorum. Kierkegaard’ın eleştirdiği şey, Hristiyanlığın kendisi değildir elbette. Onun eleştirisi modern toplumlarda dinin yaşama biçimine dair genel bir uyarıdır. O imanla yüzleşmenin zorluğunu ortadan kaldıran, bireysel sorumluluğu kalabalığın içine dağıtan bir dindarlık biçimini eleştirir. Bu biçim bizim toplumda yok mu?
Üstelik ben yazımda aslında buna açıkça cevap verdim. Kierkegaard’ın perspektifi bizde de var dedim. Ünal bey buna yazısında değinmemeyi tercih ediyor. Bizim gelenek (özellikle de yazımda dikkati çektiğim gibi Sufiler) taklidî iman/tahkikî iman, zahir/batın, riya/ihlâs, amel/niyet gibi kavramlarla zaten Kierkegaard’ın söylediği şeyi çok önceden söylemiştir. Kierkegaard’ı seçmem modern toplumlar hakkında konuşmasıdır. Yani kitle toplumunu hedef almasıdır. Sufiler döneminde kitle toplumu pek yoktu. Ama aynı mesaj elbette ki onlarda da vardı (asıl yazımda onların perspektifi açtığım için burada tekrar etmeyeceğim.)
Sonuç olarak Kierkegaard “ithal” bir kavram seti sunmaz. Zaten İslam düşüncesinde mevcut olan bir konuyu farklı bir dilde görünür kılar. Mesele Batılı bir filozofu referans vermek değildir. Dindarlığın, kültürle ve kalabalıkla özdeşleştiğinde nasıl yüzeyselleşebileceğini kavramsal olarak açabilmektir.
Ünal beyin yazısında üslup gereği bazı cümleler, kelâmî bir tez gibi değil de retorik bir vurgu gibi kurulmuş. Bu kendisinin ustalığı. Ancak ben yanlış anlaşılma riskini azaltmak için bunları kelâm perspektifinde daha açık ayırmak istiyorum. Zira paylaştığı cümleler bizim topraklardaki baskın gelenek olan Eşari-Maturidi Ehli Sünnet gelenekle uyumlu değil. Sözleri aktarıp ele alayım:
“İslâm âleminin her bir ferdi, aksini belirtmedikçe Müslümandır. Dini bir kültürde doğmak, anlamlı bir yaşamı garanti eder. Kişinin anne babasından, çevresinden duyduğu, sorgulamadan kabul ettiği iman gerçek imandır. Sabahtan akşama tarlasında çabalayan çiftçi, sürüsünün peşinde koşan çoban sadece Kelime-i Şehadet’le bile imanın en büyük mertebesinde yerini alır. Kalabalık, bal gibi hakikattir.”
Şimdi bu metni Maturidi-Eşari perspektifte bir analiz edelim.
- Kişinin dille inancını ikrar etmesi Ünal beyin ima ettiği gibi iman için yeterli midir?
Eşari-Maturidi geleneğin cevabı nettir: Hayır! Maturidi ve Eşari gelenek aynı benim önceki yazıda dediğim gibi imanın kalpte olduğunu söyler. Yani iman etmek dille tasdik değil, kalple tasdiktir. İmam Maturidi’nin büyük kelam eseri Kitabü’t Tevhid’in İman ve İslam Meselelerini tartıştığı beşinci bölümün başında pozisyonunu şöyle özetler:
“Bir grup, imanın dil ile söylemekten (ikrar) ibaret olduğunu ve kalple alakalı bir şey olmadığını söylemiştir.
Ebû Mansûr [Maturidi] şöyle demiştir: Biz şöyle diyoruz, başarıya ulaştıran ancak Allah’tır: İnsanda imanın gerçekleşebileceği en uygun mahal, kalptir. Bu görüşümüzü hem nakil, hem de akıl destekler.”
İlgili bölümde Maturidi hem akli, hem de Kuran’dan deliller sunarak pozisyonunu savunur. Kanaatimce delilleri çok güçlüdür ilgili okuyuculara bu bölümü okumalarını tavsiye ederim. Ben burada sadece birkaç nakli delili aktaracağım. Bu arada dil ile söylemenin yeterli olduğu söylemi Mücie’nin Kerramiye mezhebinin pozisyonudur. Yani İslam’da savunulmuştur ama bence zayıftır.
Kuranda çoğu ayette imanın yerinin kalp olduğu, söylemenin yeterli olmadığı beyan edilir. Örnek birkaç ayet:
“Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkar eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16: 106) [Ayette imanın yeri kalp olarak açıkça zikredilir!]
“Bedeviler ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz, fakat boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi” (Hucurât, 49: 14) [Ayet açıkça imanın kalpte olduğunu, iman ettim beyanının bunun yerini almadığını söyler!]
“Ey Peygamber. Kalpten inanmadıkları halde, ağızlarıyla ‘İnandık’ diyenler (münafıklar) ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin” (Mâide, 5: 41) [Yine kalp vurgusu ve beyanın yetersizliğine dikkat çeken bir ayet!]
Peygamber efendimiz de bu konuya elbette dikkat çekmiştir. Hz. Peygamber, Zeyd’e: “Öldürdüğün kişinin doğru mu yalan mı söylediğini nasıl anladın? Kalbini yarıp baktın mı?” (Müslim, İman: 41) diyerek kalpteki imana işaret etmiştir.
Bu noktada ama Ünal beyin hakkını teslim edeyim. Muhtemelen kast ettiği şey biz Müslümanım diyene öyle muamele ederizdir. Bu elbette ki doğru. Ama ben ilk yazımda buna muhalif bir şey demedim. En nihayetinde iman dilde ya da giyside ya da mahallede değil kalptedir dedim. Bu da zaten Ehli Sünnettin tutumudur.
- Ünal beyin iddia ettiği gibi kişinin anne babasından, çevresinden duyduğu, sorgulamadan kabul ettiği iman gerçek iman mıdır?
Bu tarz imana kelam literatüründe taklidi iman denir. Kelamcılar arasında bu tarz bir imanın kabul edilebilir olup olmadığı tartışmalıdır. Ama tüm kelam ekollerinin hemfikir olduğu bir şey vardır o da bu taklidi imanın ideal olmadığıdır.
En sert görüş akli delil getirmeyen, yani sorgulamadan inanan insanların mümin olamayacağı iddiasıdır. Bu görüş her ne kadar genelde Mutezile’ye nispet edilse de Ehli Sünnet kelamcılar içerisinde de taraftar bulmuştur. Bu görüş Eşarilik mezhebinin kurucusu İmam Eşari’ye nispet edilir. Nesefi’nin Tebsıratü’l-edille’sinden iki alıntı paylaşayım:
” Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin meşhur olan görüşüne göre usûl meselelerinden her birine aklî bir delille inanmadıkça bir kişi mümin olamaz.”
“[Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye göre] âlemin hudûsu, yaratıcının varlığı ve birliği ile peygamberliğin subûtu konusunda aklî delili olmayan bir kimsenin mümin olması imkânsızdır.”
Yine İmam Maturidi Kitabü’t Tevhid’ine taklidi imanı eleştirerek başlar. Onun kitabına çarpıcı girişini aktarayım:
“Ebu Mansur [Maturidi] şöyle dedi: İnanç konularında insanların çeşitli düşünce okullarını ve farklı dinleri takip ettiklerini gördük. Ancak hepsi tek bir iddiayı onayladı: “Bizim takip ettiğimiz şey gerçektir, başkalarının takip ettiği şey ise yanlıştır.” [Dahası] çoğu, kendilerinden önce gelen birini takip ettiklerini iddia ediyorlar.
Bu, Taklid [kanıtları bilmeden birini takip etmek] yapmanın mazur görülemeyeceğini kanıtlamaktadır. Çünkü Taklid ile başka bir kişi [kolaylıkla] sizin ifade ettiğinizin tam tersini iddia edebilir. Taklid’in arkasında, çok sayıda kişiden başka bir dayanak yoktur, ancak bu kişiler, konumları mantıkla desteklenen bir kişiyi takip ediyorlarsa durum farklıdır. Bu, mantığa dayanır ve adil bir kişinin, bunun doğruluğu nedeniyle kabul etmekten başka seçeneği kalmaz. İnancıyla ilgili konularda kanıta dayanan kişi, gerçeği takip eden kişidir. Her bireyin kendi inancını kendisi seçmesi ve sonuç olarak gerçeği bilmesi zorunludur. Kanıt, insanlara sunulduğunda onları ikna edecek nitelikte olmalıdır ve böylece onu kabul etmelidirler.”
İmam Maturidi taklidi imanı gördüğünüz gibi makul kabul etmiyor.
Elbette delil istemeyi yüksek bir standart olarak görebilir ve taklidi imanın kabul edilebilir olduğunu düşünebilirsiniz. Bu görüş ehli sünnette yaygındır ve bende katılırım. Ancak bunu ideal ilan etmezler. Genellikle delilsiz imanı kabul eder ama bunu bir günah olarak görürler. Evet taklidi imanla inan Allah’ın delil çağrısına uymadığı için günah işlemektedir. Dolayısı ile ideal bir durumda değildir. Gerçek iman tahkiki imandır. Bunu Kierkegaard değil Ehli Sünnet kelamı söylüyor.
Hele, anne ve babadan imanı doğrudan devralma iddiası hiçbir kelamcının sevmeyeceği bir iddiadır. Çünkü Kuran açıkça bunu kınar. İki örnek ayet paylaşayım:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Peki ya ataları hiçbir şey akletmeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler idiyse?”
(Bakara, 2: 170)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler idiyse?”
(Mâide, 5: 104)
Akletmemek İslam geleneğinde çok ciddi eleştiriye tabidir:
“Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl, 8:22)
İroniktir ki aslında bu noktada Kierkegaard ile benim yolum ayrılıyor, ama Ünal beyin pozisyon onunki ile kesişiyor. Ben Kierkegaard’la samimiyet ve imanın varoluşsal boyutu noktasında hemfikirim. Ama o fideistti. Onun için iman kör bir sıçramadır, radikal bir kabuldür. Delilsiz, aklın ötesine geçen bir kabuldür. Onun meselesi insanların imanı ciddiye almadan aileden devralmasıdır. Yoksa ciddiye alırlarsa sorgulamak gerekmez. Hatta sorgulama olmaz imanda ona göre. Ama ben bu kanaatte değilim. Burada Ünal beyin iddiası Kierkegaard’la örtüşüyor. Benim ise örtüşmüyor.
- Kalabalık, bal gibi hakikat midir?
Değildir. Yine ehli sünnet kelamı benle hemfikirdir. Hatta buna “çoğunluk safsatası” denir. Mantık metinlerimizde açıkça şu ilke verilir: “Hakikat kesretle (çoklukla) değil, burhanla (delille) belirlenir”. Yine bu konuda çok şey yazabilirim ama sizi sıkmak istemiyorum. Sadece Kuran’dan bir ayet aktarayım yine:
“Yeryüzündekilerin çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve sadece tahmin yürütürler.” (En‘âm, 6:116)
Kuranın mesajı aynı. Hakikat çoğunlukla ölçülmez. Kalabalık, zan ve alışkanlık üretir. Hidayet garantisi değildir.
- Bir çoban ya da tarımcı en üstün imana sahip olabilir mi?
Burada Ünal beye katılıyorum. Evet kesinlikle. Bu dediklerim peki önceki yazdıklarımla çelişmiyor mu? Bence hayır. Bir çoban belki sofistike bir felsefi argüman sunamaz ama onun akıl yürütmesi hala sağlam ve makul olabilir. Hele de samimi biri ise ihlaslıysa üstün bir imana sahiptir. Benim dedem kanaatimce böyleydi. Çobanlık da yaptı, tarımcılık da. Tarlada beraber az çalışmadık. İmanının benden üstün olduğu kanaatine sahibim mesela. Evet benim akıl yürütmelerim daha sofistike olabilir ama onun da makul akıl yürütmesi vardı. Ancak beni ezip geçen samimiyeti vardı. Ben önceki yazımda aksini iddia etmedim. Ninelerin imanı taklit olduğu için üstün değildir, tam tersi onlar geçmişte bilgeliğin temsiliydi. Samimi yani ihlaslı olduğu için üstündür.
Geçen yazıda eleştirdiğim şey entelektüellik eksikliği değildi. Sorun entelektüellik değil, ihlas eksikliğidir. Bu ihlaslı insanların çoğunluğu muhtemelen yine halkın içinde elitlerde değil. O yüzden ben hala halkın içindeki ariflere inanıyorum.
Son bir not: Aydın Ünal’ın yazısını, bir kelâm risalesi titizliğinde değil, geniş okura hitap eden güçlü bir köşe yazısı üslubuyla kaleme aldığı açık. Ben ise mesleki alışkanlıkla bazı vurguları daha ‘literal’ okuyup, yanlış anlaşılma ihtimalini azaltacak kavramsal ayrımları görünür kılmak istedim. Bu yüzden itirazım, şahsa değil ifadenin muhtemel okuma biçimlerine yöneliktir. Kendi adıma Aydın Ünal’a, nezaketle yürüttüğü bu tartışma ve açtığı düşünme imkânı için tekrar teşekkür ederim. Umarım bu karşılık, aynı nezaket ve ortak kaygı zemini içinde okunur.













