Reşat Nuri’nin Anadolu Notları, aslına bakılırsa oldukça sıradan denebilecek satırlar içerir. İşi gereği Anadolu’nun pek çok yerine yolculuklar yapmak durumunda olan bir Milli Eğitim müfettişi yazarın karşılaştıkları, yaşadıkları ve gözlediklerinden oluşan, içten ve kendiliğinden yazılmış yazılardır. Romantik gibi gözükse de oldukça gerçekçidir. Yazarın, görüp düşündüklerini zorlanmaksızın basitçe dile getirdiği yerler oldukça değerli tespitler içerir.
Özel bir gayret ve amaç yokmuş gibi hissettirdiği için midir bilinmez ama okurken kendinizi bir anda dönemin atmosferine bütünüyle kapılmış bulursunuz. O sıradan cümlelerin lirik bir şekilde ruhunuza işlediğini hissedersiniz. Çok az yazar Anadolu’yu Reşat Nuri kadar içeriden görebilirmiştir. Onu, bir tiyatro dekoru gibi olması gereken her şeyi eksiksiz fazlasız yazının gerekli yerlerine yerleştirmiştir. Oyuncular ilk andan itibaren bellidir ve mutlaka ilginç bir olay örülmektedir. Anadolu, onun büyük sahnesidir. Anadolu insanı ise basitliğinin ve çaresizliğinin içinde sakladıklarını sadece kalpten bir bağla bağlandıklarına açtığı, ancak yakından tanımakla kendini gösteren ve bu nedenle üzerinde epeyce çalışılması gereken oyuncularıdır.
Bu yazılar bir bakıma yol notlarıdır. Özellikle yolların ve vasıtaların durumunu, kaldığı otellerin temizliğini, yediği yemeklerin ve içtiği suyun kalitesini çok dert edinir Reşat Nuri. Sineklerden başı derttedir. Kalacak otel, yiyecek lokanta bulmakta sıkıntı çekmektedir. Dönem, 30’lu 40’lı yıllardır ve yazar, bir şehirden bir diğerine giderken yanında mutlaka su taşımaktadır çünkü temiz su bulamama ve ancak kaynatarak içmek durumunda kalma gibi zorluklar yaşanma olasılığı bulunmaktadır.
Anadolu’nun eğlencesizliği ve keyifsizliği de onun için bir başka önemli konudur. Akşam olunca mütevazi kapıların ardına çekilen ve dışarıdan bakıldığında hayli sıkıcı denebilecek küçük hayatların iç tarafına yönelik gerçek bir merak ve ilgi duymaktadır. Onun yazarlığının sırrı da galiba bu gerçek merakın peşinde, bitmeyen bir heyecanla arayışta olduğunu hissettirmesidir. Dışarıdan görünenle değerlendirme yapmayacak kadar yazarlığının bilincindedir.
Tulûat tiyatroları üzerinde önemle durur mesela. Bu tiyatrolar durgun suyun dalgalanmasına neden olduğu için, bu kapalı insanların gönlünü eğlenceye ve bir bakıma kısa süreliğine dış dünyaya açtığı için hayli önemlidir. Onun izlediği, tiyatrolar değil tiyatrolar esnasında halkın nasıl izleyip nasıl tepkiler verdiği, oyunculardan hangilerini daha çok beğendiği, kendisini daha çok hangi tiplerle özdeşleştirdiğidir.
Denebilir ki Reşat Nuri, Anadolu’yu bir büyük tiyatro oyunu gibi durmaksızın izlemiştir. Kendisinin de ana kahramanı Anadolulu karakteridir. Bu kadar bütünleşince de ister istemez hem her şeyi yakından ve içeriden hem de görülmeyen açılardan görme imkânları bulmuştur. Buna bağlı olarak aynı zamanda bu insanları ve hayatlarını savunma ihtiyacı duymuştur, denebilir.
Örneğin, Anadolu’yu gezen veya gözlemlerini yazan pek çok kişinin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri, mahalle kahveleridir. Genel eğilimimiz bunun miskin şarkın sembolü olduğu yönündedir. Geriliğimizi hatırlatmakta, her türlü serseriliğin, kumarın, kavganın ve dedikodunun mekânı gibi algılamaktayızdır. Mehmet Akif’in sert dizeleri hepimizin hafızasındadır. Oysa Reşat Nuri öyle düşünmemektedir.
Kahveler üzerine olan yazılarından birini, kendi tabiriyle “tam kahve düşmanlarının tasvir ettiği gibi bir kahve”den yazamaktadır. (s.158). Bu küçük kasabada henüz saat akşamın 6.30’udur ve hayat çoktan evlerin içine çekilmiş, kandiller yanmıştır. Ne kadar evsiz barksız ve evlerinde sıkılmış insan varsa kahveye toplanmıştır. Oyun oynayanlar, dedikodu yapanlar, ertesi gün kurulacak pazara gelmiş köylüler, serseriler, emekliler…
“Güzel amma burasını kapatırsan biz bu kadar kişi bu saatte nereye gideceğiz?” (s.158). diye sorar ve şöyle devam eder: “Ben neyse ne…Bugün varsa yarın yok…Gelgeç bir misafir…Fakat ötekiler ne yapacaklar? Şu neredeyse sobanın içine girecek başı, boynu sarılı ihtiyarın evde acaba ateşi var mı? Bekleyeni var mı? Karısının bu zamana kadar yaşamış olması şüpheli…İçinde artık bulunmayan sıcak ve rahat köşeyi arar gibi durmadan döndüğü, kıpırdandığı yatağa şimdiden girerse sabahı nasıl bekleyecek?” (s.159).
Tıpkı bunun gibi kahvede o an gördüğü memurların, esnafın, köylülerin hayatlarını ayrı ayrı hayal eder ve genellikle eğlencesiz, tekdüze, yorucu ve neşesiz, kimsesiz bulur. Kahve bütün bunlar için kesin ve önemli bir ihtiyaçtır. Taşra yalnızlığının ve bunaltısının atıldığı ender mekânlardan biridir.
Bu insanlara zamanlarını neden burada öldürüyorlar demek de çok yanlıştır çünkü burada geçirilen zaman sanılanın aksine hiç de ölü değildir. Bilakis, en canlı hallerini içeriyor olabilir. Bu insanlardan özellikle eğitimli olanların neden kitap okumadıklarını sormak da ona göre çok yersizdir. Her ne kadar bu insanların bir kısmı kasabanın ileri gelenleri, okuyup yazmışları olsa da neden kitap okumuyorlar demek “‘Niye piyano çalmıyorlar’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir.” (s.160). Bu ise çocukluktan itibaren buna göre yetişmiş ve bu şekilde yaşamış olmaktan gelen güçlü itiyatlar gerektirmektedir.
İşsizleri de savunur Reşat Nuri. Bu insanlar kahvelere geldikleri için işsiz değildirler; işsiz oldukları için kahvelere gelmektedirler. Burası da olmasa işsizliklerine bir de yalnızlık ve bunalım eklenecektir. Hele artık tekaüte ayrılmış devlet düşkünleri! Bu insanlar hiç değilse henüz şahitleri hayatta olan üç beş hatırayı anlatacak birilerini bulmakta ve bu sayede hayata tutunmaktadırlar. Ya bu da ellerinden alınırsa?
Her durumda Anadolu insanını savunacak bir şey bulsa da bu durum kaleminin vakarından kaybettirmez. Bir kere daha, onların yaşadıklarını içeriden duymakla ilgili bir durumdur bu. İçeriden görebilme kaçınılmaz bir savunma ihtiyacı doğurur. Yazarlık ise tam anlamıyla içine girebilmekle, görünmeyene nüfuz edebilmekle ilgili olduğundan, bu yazılar kalıcıdır.
Anadolu Notları’nın bir başka ilginç bölümü -belki de en ilginç yeri- para ve Anadolu insanının parayla olan ilişkisi üzerine olan yazılardır. Özellikle köylüde para fikri üzerine birkaç yazı yer alır ki hayli ilginç gözlemler barındırır. Okuduktan sonra bugüne kadar neden bu bölüm üzerinde yeterince durulmadı acaba diye kendi kendime düşünmeden edemedim. Çok ince ve bir o kadar derin tahlillerle yüklü bir bölüm bu da.
Anadolu köylüsü ilk bakışta paraya fazla önem veriyormuş, para karşısında zaafları varmış gibi gözükür. Reşat Nuri bunu, para düşkünlüğünden çok paranın ele geçtiğinde mutlaka doğru kullanılmasının hayati derecede önemli oluşuna bağlar: “Anadolu’nun paraya tapıyor görünmesi hasisliğinden değil, onun en lüzumlu yerde kullanmak fikir ve meylinden doğar…toprağın, sermayelerin en aşınmazı olduğunu o herkesten iyi anlamıştır. Hasılı Anadolulu hasis değil sadece taş ve kayadan koparırcasına güçlükle eline geçirdiği birkaç parayı ucu ucuna getirmek gayretiyle yanan bir fakirdir. ” (s.259).
Bir keresinde de Reşat Nuri’nin içinde olduğu araç yolun bir yerinde batağa saplanır. Şoför telaşla ne yapacağını bilmeyerek uğraşsa da nafile, kımıldatamaz. İlerdeki tepede onları izleyen bir köylü oturmaktadır. Şoför, uzaktan, “Haydi baba. Mandaları al, gel..” (s.263) demesi üzerine Reşat Nuri, şaşırarak “görünürde köy filan yok bu adam kalktı nereye gidiyor” diye sorma ihtiyacı duyar. Bunun üzerine şoför, “An ne çarıklı bezirgândır onlar…Makinelerin yolun neresinde batacaklarını bilirler. Mandalarını bir yerlere saklayıp kapana kısılmamızı gözetlerler. Artık ne tutturabilirlerse insaflarınadır.” (s263-264).
Gerçekten de köylü, fırsattan istifade etmenin türlü yollarını bilen, kurnaz bir adamdır. Bu kervan geçmez yolda bütünüyle adamın insafına kalmışlardır. Durumdan istifade yüksek bir ücret talep edeceği, şantaj yapacağı bellidir fakat şoförün mırın kırın edeceğini düşünen adam daha baştan Reşat Nuri’yi gözüne kestirerek “çıkarırım ama ücretini senden alırım, tamamsa” der. Reşat Nuri, “Kavga edecek bir şey yok baba…Anlaşırız” diyerek sorumluluğu üstlenir. Derken, adam aracı battığı yerden çıkarınca çok yüksek bir ücret olduğunu düşünse de 25 kuruş talep eder. Gerçekteyse yapılan işe mukabil oldukça makul bir rakamdır. Reşat Nuri bunun üzerine şöyle der ki bu onun genel bakışını da yansıtır: “Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma. Sen ahlaksızlığa karar verdiğin zaman da beceremeyeceksin.” (s.265).
Son bir not olarak, devlette uzun süre çalışıp kenara çekilenlerle köylünün tutumunu karşılaştırdığı bir yerde şöyle der: “Köylüdeki yiyemediğini yemiş görünmek manisine mukabil onda [devlet düşkünlerinde] yediğini yememiş görünme manisi…Fakat birincinin yalanı, ikincinin zelil dilenciliğine nispetle ne kadar vakur ve sempatiktir…” (s.270).
Reşat Nuri okuduğunuzda, yalansız bir şeyler okumanın zevki edebiyatla birleşerek kendimizi bir tiyatro sahnesinde izleme hissi yaratır. Ve oyun sıkıcı değilse bunun nedeni, içimizden geçirip bir türlü hayata dökemediğimiz, olanca eksik yanlarımızdır!