A. Erkan Koca

Tenis?

Kendisi de eski bir tenisçi olan David Foster Wallace’ın Sicim Teorisi: Tenis Üzerine kitabı ince, nüktedan ve düşüncelerle yüklü… Wallace’ın kitabını okuduğunuzda, kaygan çim zeminde oynamayla sürtünmenin arttığı toprak zemin arasındaki büyük farktan, vücuttan kollara doğru ılık ılık akan terin kayganlaştırdığı raketin tutulamaz hale geldiği anlar için geliştirilen özel tekniklerden, açık havadaki rüzgârdan yararlanan sporculardan bu spor için ihtiyaç duyulan zihinsel gücün şaşırtıcı sınırlarına kadar pek çok detayı salt bilgi olarak değil üzerine fazladan düşünülerek ürüne dönüştürülmüş birer düşünce parçası olarak öğreniyorsunuz.

İtaatsizliğe çağrı

Bireysel olarak son derece kof fakat grubun parçası olarak azametli başların, arkasına devlet gücünü alan boş kibrine maruz kalmaktan bunalan zihinlerimizi komikliklerle avutuyoruz. Hermann Hesse’in, "Kendini Keşfet: Bireyleşmenin Albenisi Üzerine" kitabı bütün bunlar için rahatlatıcı bir kaynak olabilir. Kitap, 1930’lar Almanya’sını çok benzer bir biçimde anlatıyor. Otoriteye itaatin gençler arasında bile en büyük erdem sayıldığı, okulların ve askerlik kurumunun buna dayalı gücünün bütün bir toplumu militerleştirerek düşünselliğini yitiren bir kitleye dönüştürmesini konu ediyor. Bireysel olmayan erdemin erdem olamayacağını söylüyor ve de.

Merkez sağı fazla küçümsemenin bedelini ödüyor olabilir miyiz?

Türkiye’de merkez sağ, demokrasiye muhalif olan ve aşırılığa kaçan her türlü dini, seküler, sol ya da sağ-milliyetçi ideolojiye karşı durarak kendini inşa etmiştir. Bu anlamda, bir karşı siyasi harekettir. Bürokratik, tekçi, vesayetçi ve yukarıdan aşağıya siyasete karşı durarak demokratik sistemin gerçek manada kurulabilmesini sağlayan en önemli çizgidir. Bu çizgide ilk kurulan parti adının Demokrat Parti olması, hiç de boşuna değildir. Aşırı dindarlığın, aşırı Batıcılığın, aşırı milliyetçiliğin, aşırı solculuğun ve aşırı sağcılığın, demokrasinin yeşerip güçlenmesine ne büyük zararlar verdiğini yaşayarak gören, memleketçi insanların inşa ettiği, kültürel direniş içeren bir politik hattır bu.

Rasyonele dönmek neden bu kadar zor?

Türkiye’ye bakınca, rasyonel bir toplum olduğumuzu söylemek zor. Peki ama neden? Akılsız bir toplum olmadığımız açık çünkü öyle olsa, bütün bunlar büyük birer tartışma konusu olarak sürekli gündem oluşturmazdı. Yani ne bu tartışmaları yapanlar ne de bu politikaları üretip uygulayanlar akılsız; tam aksine, oldukça akıllı oldukları için akıllarını kullanmıyorlar belki de. Belki de bizim gibi toplumlar, irrasyonalitenin bir tür modernizm karşıtlığı olduğunu düşünerek buradan ahlaki ve ideolojik karşıtlıklar ürettikleri için bilerek böyleyizdir; böyle olmayı seçmişizdir.

Büyük Uçurum Oteli

Büyük Uçurum Oteli, gazeteci Stuart Jeffries tarafından yazılmış harika bir kitap. (Bana göre, bu yazın en iyi kitabı!). Gereksizliklerinden arındırılmış, neşeli ve coşkulu, derinliği ve sadeliği tam olarak birleştirmiş bir anlatım… Sosyal eleştirinin en önemli ekollerinden, tüketim toplumu, kitle kültürü, kültür endüstrisi ve otoriter kişilik gibi bugün artık ana akım olmuş çalışmaların öncülüğünü yapmış olan Frankfurt Okulu’nu kuran ve sürdüren, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Fromm, Pollock, Neumann ve Habermas -ve hatta Benjamin, ve hatta Brecht!- gibi önemli bir entelektüel kuşağın ortak biyografisi. Hepsinin Yahudi olduğunu, oradan oraya sürülen bir yersiz yurtsuzlukla sürekli büyük korkularla yaşadıklarını düşünürsek, aynı zamanda trajik öyküsü de denebilir.

Siyasetçi olmayanlar için siyaset

Erich Fromm için siyaset, siyasetçi olanlardan çok olmayanlara ait bir iş olmalıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen, yaşadığı geçmişi inkâr edip travmalarından öfke devşiren insanlar için aldanma kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde siyasetçi denilen “meslek erbabı” genellikle gerçeklerle yüzleşme aracı ve iktidarı olarak siyaseti seçmekte -pardon siyaset yapmaya karar vermekte!- fakat bu dışardanlık ve ayrı bir iş olarak görme hali, siyasetin siyasallaşarak topluma yayılmasını engellemektedir. Halktan kopuk siyasetse, gerçekliği, istenildiği gibi manipüle edilebilir hale getirmektedir.

Günlerin götürdüğü

Suut Kemal, Günlerin Götürdüğü’nde (Varlık Yayınları) edebiyatımızda bir zamanlar büyük heyecanlarla karşılanmış ama sonra kendiliğinden sönüp gitmiş, zaman karşısında sessizliğe gömülmüş isimleri ve eserlerini kaleme alır. Hâlâ yaşıyormuşçasına, “canlı taklidi” yapılanları açığa çıkarır. Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Halid Ziya, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf… Bu isimlerin hepsi, bir şekilde hâlâ yaşasa -ya da türlü nedenlerle yaşatılsa da- günler, çok şeyleri alıp götürmüştür. Çünkü, hepsinin de kullandığı dil, halkın kullandığı, süzüle süzüle gereksizliklerinden arınarak gelen, yaşayan canlı dille ilişki içinde olamamış, kendini yenileyerek besleyememiştir.

Zoraki diplomasi

Devlet körlüğü denilen ve bugün de kurumların içinde fazlasıyla kendini belli eden, yaratıcılıktan ve zannettiklerinin tam aksine halktan uzak kişilerin vasatlıklarını kapatmak için başvurdukları yol ve yöntemleri görmemizi sağlıyor. Kurumların içinden gelen tecrübeli isimlerin sert eleştirilerine, su kadar, hava kadar ihtiyaç olduğunu anlatıyor. Aksi halde, bürokratik bir bağnazlık, her türlü mesleğin şerefini ayağa düşüren bir etki yapıyor.

Maliyeci zihniyetiyle iktisadi kalkınma olamaz

Sıcaklar arttıkça susuzluğum da artıyor sanki ve ardından yeni bir Şevket Süreyya kitabı geliyor: Menderes’in Dramı. Görünen o ki Menderes, uzun yıllar her halk çocuğu gibi ülkenin sorunlarına kayıtsız kalamamakta ve içten gelen bir duyguyla kendini en yüksek mevkilere hazırlamaktadır. O gün geldiğinde ise, esas olan milletin vekili veya mebusu değil mümessili olabilmektir: “Çünkü milletin gerçek mümessili demek, hele bizimki gibi okuryazar nispetinin düşük olduğu ülkelerde, nihayet, milletin istek ve ihtiyaçlarını sezerek, onlara sözcü olabilen demektir. Hatta bu ihtiyaçlar, millet tarafından açığa vurulmamış olsa bile.”

Salaten Tüncina

Ruşen Eşref’in elli sayfalık bir kitapçığıyla karşılaştım: Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki. Muharebe esnasında insan bir şey düşünebiliyor mu diye soruyor Ruşen Eşref görüşmecilerinden birine. Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı cevaplıyor: “Hiçbir şey düşünemiyor. Yalnız korkmuyor. O ateşin içinde öleceğini mi kalacağını mı bilmiyorsun. Zabitlerimiz bize tenbih ederdi ki: ‘Oğlum, Selaten Tüncina’yı okuyun.’ derdiler. Bilenlerimiz okurdu. Bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı.”

Mesut bir karamsar: Abdülhak Şinasi Hisar

Karamsarlıklarına rağmen nasıl olur da aynı zamanda oldukça mesut bir yazar hissi uyandırır Hisar? Bu soru, aynı zamanda edebiyatın ve sanatın tesellisi denilen şeyin de cevabıdır bir bakıma. Abdülhak Şinasi, son derece mustarip, son derece ciddi, son derece içli ve son derece samimi bir yazardır. Her kelimesi her cümlesine büyük bir içtenlikle bağlıdır. Belki de bu bağlılık, ıstırabın ve faniliğin yegâne tesellisidir. Bütün içtenliği ve derinliğiyle her kime ya da neye bağlılık duyarsak duyalım, bu bizi kendi faniliğimizin üstüne çıkarıcıdır.

Şairler ciddi insanlardır

Bazı kitaplar, hissettiğiniz yoğun anlamına bir türlü tam manasıyla nüfuz edemeseniz, etrafında dönenip duran ama amacına bir türlü ulaşamayan, çırpınan bir aşık gibi ruhuna giremeseniz de aklınızın bir köşesinde takılıp kalmak gibi bir etkiye sahiptirler. Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar’ı (Koridor) hep biraz öyle olmuştur bana. Bu tür durumlarda zaman geçtikçe yeniden okumak ve orijinal dilinden okuyamıyorsam yeni çevirilere bakmak gerektiğini bildiğimden, ilk kez karşılaştığım Semih Uçar çevirisini hemen aldım ve evet, aradığımı nihayet buldum hissine kapıldım.

Ne okursan o olursun

Okuyoruz, çünkü başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız hayatın onca adaletsizliği, haksızlığı ve ahlaksızlığı karşısında başarılı olmanın bir ceza olduğunu düşünüyoruz ve bundan istemsiz şekilde kaçınıyoruz. Başka türlü bir dünyaya ulaşıncaya kadar okumak zorunda hissediyoruz kendimizi. Olan bitenin başka türlü olamazmış gibi olan halini asla kabul edemiyoruz. Aptallaşmak istemiyoruz, çünkü aptallık tam da başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünmekle çok ilişkili. Kitaplar, aptallar için değil belli ki!

Türkiye’nin Maarif Dâvâsı

Topçu açısından “milli mektep” denilen şey henüz yoktur. Olmayan bir şey için ideolojiktir nitelemesi yaptığını söylemek de ne denir, ironilerin ironisi. Tam aksine, milliyetçi hamaset ve dini taassup onun için eğitimin önündeki en önemli engeldir, tıpkı seküler yeni taassup gibi:

Basit yaşama felsefesi

Basit yaşam, “neden” sorusunu sorduğumuz yaşamdır aynı zamanda. Yaptıklarımızı neden yaptığımızı ve yapmadıklarımızı neden yapmadığımızı ya da yapamadığımızı biliriz. “Öylesine”, sorgulamadan geldiği gibi bir yaşam, basit yaşamın zıttıdır. Hiç düşünülmeden yaşanan bir hayat, nedensiz ve dolayısıyla amaçsızdır. Yaşanmamış gibidir! Ne kadar uğraşırsak uğraşalım varacağımız yer, başladığımız yerdir. Ne kadar ilerlersek ilerleyelim aklımız hep çok geridedir.

Entelektüeller ve aptallar

Kitabın benim açımdan önemi, bugünlerde Türkiye için de hiç olmadığı kadar değer kaybına uğradığı bir dönemde, gerçek anlamda entelektüelin değerini ve toplumlar açısından vazgeçilmezliğini güçlü şekilde hatırlatıyor olması. Aynı şekilde, entelektüelsiz bir toplumun kaba siyasetçiler elinde nasıl çocuksu ve aşırı duygulara savrularak gerçeklik kaybına uğrayacağını ve “aptallaşacağını” iyi anlatıyor.

İlk kadın avukat ve daha fazlası: Süreyya Ağaoğlu

Süreyya Ağaoğlu'nun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.

KİTAP | Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma

Çok az yazar Anadolu’yu Reşat Nuri kadar içeriden görebilirmiştir. Anadolu Notları’nın bir yerinde Reşat Nuri’nin içinde olduğu araç yolun bir yerinde batağa saplanır. Şoför telaşla ne yapacağını bilmeyerek uğraşsa da nafile, kımıldatamaz. İlerdeki tepede onları izleyen bir köylü oturmaktadır. Gerçekten de köylü, fırsattan istifade etmenin türlü yollarını bilen, kurnaz bir adamdır. Bu kervan geçmez yolda bütünüyle adamın insafına kalmışlardır. Reşat Nuri’yi gözüne kestirerek “çıkarırım ama ücretini senden alırım, tamamsa” der. Reşat Nuri, “Kavga edecek bir şey yok baba…Anlaşırız” diyerek sorumluluğu üstlenir. Derken, adam aracı battığı yerden çıkarınca çok yüksek bir ücret olduğunu düşünse de 25 kuruş talep eder. Gerçekteyse yapılan işe mukabil oldukça makul bir rakamdır. Reşat Nuri’nin cevabı onun genel bakışını da yansıtır: “Efendi Anadolulu…Boşuna yorulma. Sen ahlaksızlığa karar verdiğin zaman da beceremeyeceksin.”

KİTAP |”Hiçbir millet İran kadar özgürlüğü için kanını dökmemiştir.”

Alfa yayınları, yakın zamanda Abbas Kiyarüstemi İle Söyleşiler adıyla heyecan verici bir kitap yayımladı. Mehdi Muzaffer Sâveci’nin yaptığı söyleşileri Mehmet Akif Koç Farsça’dan tercüme etmiş. Bu benim ona dair okuduğum ilk kitap. Kitabın bir yerinde şöyle diyor: “Hiçbir millet İran kadar özgürlüğü için kanını dökmemiştir.” Bu durum her yönetmeni ister istemez bir özgürlük savaşçısına dönüştürür. Kiyarüstemi de bunun farkındadır.

Yürümek: adım adım

Türkçe’de olmadığı için pek çok okurun mahrum kaldığı Erling Kagge’nin Yürümek: adım adım kitabı nihayet yakın zamanda Kolektif kitap tarafından yayımlandı. Yürümek üzerine giderek bir küçük Türkçe külliyattan söz edebilir hale geliyoruz. Bu kitap da -pek çok benzeri gibi- yürümeye gerçek anlamda tutkuyla bağlı bir yazarın kaleminden tıpkı düşünmeksizin peş peşe adımlar atıyor gibi sıralanan basit ama fazlasıyla derinlikli cümlelerle, düşüncelerle dolu ince ama dolu bir kitap bu. Tıpkı yürümek gibi yalın fakat fazlasıyla tatmin edici bir okuma.

Satyagraha

Gandhi’ye göre gerçek güç yok edilemeyen ve yok olmayan güçtür. Yok olan hiçbir şey, gerçek manada güçlü olamaz. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal direnişte esas güç, ölmeyecek olan hakikatlerden süzülüp gelir. Adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi amaçlar bu nedenle aynı zamanda araçtırlar. Satyagraha’da araçla amaç birleşir ve tekleşir.

Politika bize ne vadediyor?

Politikanın araç olmaktan çıkıp amaçlaştığı yerlerde, diğer her şey iktidarın aracı haline gelir ve araçsallaşır. Bir şey daha olur; hiçbir şey, insanların kendi seçimlerine bırakılmaz. Demokratik seçimle seçme ilişkisi yerini iktidarın kendi kendini seçmesine bırakır. Hayat bir zorunluluklar toplamı haline gelir. Gerçek manada politika, zorunlu olunmayan kararlarla hayat bulur. Bu nedenle her zaman için birden fazla seçenek ve seçme şansı olmalıdır.

Spinoza’nın tesellisi

Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.

Spinoza nerdesin

Oldukça yorucu bir yolculuk sonrası akşam kararırken Malatya’ya girdiğimde, o çok tanıdığım, çocukluğumun eşsiz tatlarla yüklü sokakları tanınmaz haldeydi. Yıllarca okul servisi beklediğim apartmanın hemen yanında, sırtında battaniyelerle enkaz başında ateş yakıp gelecek bir sesi bekleyen insanların yakarışları, eskiden koca bir kayısı bahçesi gibi olan bu şehre ne kadar da tezat bir görüntüydü. O, bisikletlerle altını üstüne getirdiğimiz sokaklar, köpekten kaçarken çalılara takıldığımız, ırmaklarında yıkandığımız, Ramazanlarda çiğdemler topladığımız yerlere yapılmış binalar altüst olmuştu. Acıyla, hüzünle, göz yaşlarıyla geçtim harabelerin arasından. Tanıdıkları aradım telefonla, açıkta kalanlarla ilgilendim. Şükür ki yakın bir kaybımız yoktu ama bu şehirde herkes birbirine çok yakındı.

Teoride ve pratikte devlet

Devletin meşruluğunu kaybetmesi demek toplumdaki bozuklukların ve her türlü yozlaşmanın devamı haline gelmesi demektir. İronik bir biçimde, toplum seçtiği hükümetten devleti kendine benzetmesini isterken kaçınılmaz olarak meşruluğunu sarsıcı davranmakta ve itaat etmekte giderek daha fazla zorlanacağı bir yapının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Devletin iradesi karşısındaki çaresizlik

Harold J. Laski’nin 2020 yılında Fol Yayınları’ndan çıkan, Teoride ve Pratikte Devlet kitabı tam olarak okumak istediğim türden, harika bir kitap. Neredeyse her satırdan sonra durup düşünmeden, bir süreliğine duraksamadan bir sonrakine geçmenin zor olduğu, bütün derinlikli kitaplarda olduğu gibi yazdıklarının çok ötesinde düşüncelere kapılar aralayan vazgeçilmez bir kaynak.

Demokrasi neden hep var olacak

“Demokrasilerde çareler tükenmez” sözü ilk başta yönetenler için ve onlar açısından söylenmiş bir söz iken bugün tam aksine yönetilenler için ve onlar açısından söylenmelidir. Halk artık çaresiz bir bekleyişe teslim olmak, seçimden seçime önüne getirilecek sandıkları beklemek zorunda değildir. Her an her konuda söz söyleme ve dahası müdahil olabilme gücüne sahiptir ve gözetim demokrasisi tam da her an her yerde yaşatılan en sivil demokrasi biçimi olduğu için her türlü despotluğu geriye dönülmemek üzere bitirici bir olasılığı içinde taşımaktadır.

Gözetim demokrasisi

İşler ne kadar kötü giderse gitsin, yönetimler ne kadar baskıcı yapılara dönüşürse dönüşsün, demokratik kurumlar ne kadar zayıflamış olursa olsun halk hemen her zaman yeniden demokrasiye dönüş için direnmiş ve elinden geleni yapmıştır. Başka bir ifadeyle, demokrasiden uzaklaşılmasında halkın düşüncesiz tembelliğinin ne kadar etkisi varsa her defasında ona geri dönülmesinde de onun imzası vardır.

Siyasetin ölümü

Şurası çok açık ki pek çok demokraside -başta bizimki olmak üzere- insanlar siyaseti daha çok bilme meselesi olarak da görmüyorlar. Seçime kadar gözlerini kapayıp seçim günü vazifesini yapıyor ve acil yakıcı sorunlarına yeniden dönüp her şeyi yeniden unutarak ancak hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Aradıkları kişi daha çok bilen değil daha çok hissedebilen oluyor!

Kululular neden ağlıyor

Kulu’da da hayat köklü değişimlere gebedir şimdi. İsveç kronu taşıyordur postacılar. Zarfı açmadan geleni olduğu gibi taşısınlar diye onlar da düşünülür mektuplarda, postacılara ne hediye getireceklerinin söylenmesi tembih edilir. “Postanenin önü kalabalıktı. İsveç’e gidenlerden bol para gelmeye başlıyordu artık. Karıları da biri beş yapıp övünüyordu…Kocalarını İsveç’e gönderemeyenler de verip veriştiriyorlardı. Burada ahıra girmezlerdi orada temizlik yapıyorlar.”