Kitabın giriş bölümünde tanımladığınız ve kitabın bütününde de sık sık karşımıza çıkan iki kavram var. Bunlardan birincisi ‘Kürt hak hareketi’. Bu kavramı kitabı henüz okumamış okurlar için açar mısınız?
Kürt hak hareketi bugüne kadar ‘milli hareket’, ‘sosyalist politika’, ‘ayrılıkçılık” veya ‘insan hakları mücadelesi’ gibi birbirinden farklı bağlamlarda anlatılan Kürt mücadelesine yeni bir anlam katmanı ve takip edilebilir bir politik-hukuki hat daha eklemek üzere ortaya konulmuştur. Daha açıkçası, Kürt mücadeleleri bir de ‘hak’ tartışmaları bağlamında takip edilmelidir. Yasa ve gerçek hayat, kurulu hukuk ve kurucu hukuk gündemleri içinde tartışılmalı, buna ilişkin kavramlarla değerlendirilmeli, Kürt mücadelesinin demokratik gücü ve potansiyeli bir de buradan sorgulanmalıdır düşüncesinden doğmuştur. Kürtlerin mücadelesini ‘hak hareketi’ olarak çağırmak birkaç önemli tezi sahiplenmek demektir. İlk olarak, Kürtlerin yasal ve fiili eşitsizliklerle karşı karşıya kaldığını ve kategorik biçimde siyasi-hukuki düzenlerden dışlandıklarını kabul etmek anlamına gelir. İkincisi, Kürtlerin mücadelesi eşitsiz ve hiyerarşik biçimde kurulmuş olan Türkiye ve Ortadoğu hukuk düzenlerinin yasal tanınma ile aşılamayacak yapısal sorunlarına da işaret etmektedir. Eşitsizlikler rejimlere dahildir ve yapısaldır. Nitekim Kürt hak hareketi kurulu hukuka dahil olma ve yasal tanınma mücadelesinin ötesinde yeni bir ‘ortak yaşam’ ile hak ve özgürlüklerin yeni baştan inşa edilebileceği ‘kurucu’ bir eylemler rutini olarak doğmuştur. Kürt mücadelesi, bu nedenle, Türkiye ve Ortadoğu’nun dinamik ve yapıcı demokratik hareketlerinden birisidir. Ve bir başka şey de Kürt mücadelesini Avrupa’nın ‘ayrılıkçı-ulusal hareketleri’nden çok ABD başta olmak üzere siyah hareketlerin teorik ve pratik gündemleri ile birlikte düşünmek gerektiğine dair bir yaklaşımı da içerir.
Kitapta yer verdiğiniz bir başka kavram da ‘Proskription rejimi’. Bu kavramı açar mısınız?
Proskription eski Roma’da tüm hakları ellerinden alınmış kişilerin isimlerinin yazıldığı levhanın adıdır. İsmi bu levhadaki listede yazılı olanlar yurttaşlık haklarını kaybederler ve onlara yönelik suç işlemek serbest hale gelir. Kürtler, Türkiye ve Ortadoğu’nun modern dönem proskription listelerinin ilk sırasına yazılmışlardır ve dahası onlara karşı kullanılan haklardan mahrum bırakma stratejileri bir ‘rejim’ boyutuna kadar ulaşmıştır. Modern Ortadoğu’nun siyasi-hukuki düzenleri bir tür proskription listesi oluşturarak; Kürtler başta olmak üzere belirli toplulukları haklarından arındırarak çalışmaktadırlar ve proskription rejimi adlandırması bu hukuki-siyasi mekanizmayı pek yerinde karşılamaktadır. Belki daha iyi anlaşılma bakımından kitapta proskription rejimlerini yarı resmî apartheid (ırk ayrımcılığı) rejimleri olarak da tarif ettik. Örneğin Türkiye’de yurttaşlık ile Türklük arasında doğrudan yasal bir bağ vardır ve bu üstü kapalı bir ‘ırksal’ ayrıma tekabül eder. Kuşkusuz ki gerçekte “ırk” diye bir soybağının olmadığını biliyoruz. Fakat Türkiye’nin yaptığı gibi yurttaşlık ile bir kültürel birime dahil olmayı özdeş hale getirmek siyasal hukuksal meseleleri ‘ırksallaştırmak’ anlamına gelir. Yurttaşlığa dair hak ve özgürlükler etnik ve kültürel öze ait kılınmış olur. Yurttaşlığa dair bu tür şartlar ayırımcılığın ‘gizlice’ yasallaştırılması anlamına gelir. Kaldı ki çok yoğun olarak fiili eşitsizlikler de söz konusudur. Gayrimüslimler ve geniş beşeri kapsamları nedeniyle Kürtler ile Aleviler açısından Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinin birer proskription rejimi veya yukarıdaki yasal ve fiili özellikleri nedeniyle yarı resmi apartheid rejimi niteliği taşıdığı kanaatindeyim.
1990’lardan bu yana sadece Türkiye’de değil tüm tüm dünyada ‘anti-terör devletleri’ ve buna bağlı olarak ‘anti-terör hukuku’nun yükselişe geçtiğine dikkat çekiyorsunuz. Bu gelişme karşısında, dünyada ve Türkiye’de ‘hak mücadelesi’ veren kesimler ne tür direniş ve mücadele yöntemleri ortaya koymalıydı ve bunu ne kadar yapabildiler?
Anti-terör devletlerinin geç 20. yüzyıldan itibaren yükselen bir yeni ‘hukuk-siyaset çağı’ olduğu maalesef tespit edilemedi. Hâlâ da fark edilebilmiş değil. Bir defa yeni bir hukuk-siyaset ilişkileri süreci başladı. Kurulu hukuk ve kurucu hukuk ilişkisi egemenler lehine dönüştürüldü ve biçimsel, kurumsal sınırlar belirsizleşti. Deregülasyon hızlandı. Buna karşı mücadelenin de kaçınılmaz olarak ‘hak hareketi’ bağlamında gelişmesi zorunluydu. Yani legalist tutumlar yerine meşruiyetçi müdahalelerin yoğunlaşması gerektiği dönemlerdeyiz. Bunu Kürtler önemli ölçüde başardılar. Fakat örneğin Aleviler maalesef başaramadılar. Oysa sokak ile geleneksel siyaset ve hukuk arasında yeni ilişkiler ve iletişim araçları doğmuştu. Örneğin, kamuoyunun yargı ve hukuk gündemlerinde daha etkin ve güçlü olması şarttır bu dönemden sonra. Oysa iktidarlar bu ilişkiyi genellikle yargılamayı bir ‘linç’e dönüştürmek üzere kullanırlar. Egemenler anti-terör hukuku pratikleriyle kendilerini son elli yıl içinde önemli ölçüde değiştirdiler. Fakat demokratik güçler eski tartışmalar ve araçlar üzerinde sabit kaldılar… Kürt hak hareketinin ısrarlı ve kalıcı bir yol tutturmasının nedeni yeni döneme kısmen uygun yollar ve araçlar geliştirmiş olmasıydı. Fakat bunu diğer hareketler için söyleyebilecek durumda değiliz.
Türkiye’nin demokrasi ve hak mücadelesi tarihinin ‘cumhuriyetçilik-saltanatçılık’ ya da ‘Kemalizm-İslamcılık’ gerilimi üzerinden değil, ‘merkeziyetçilik-federalizm’ gerilimi üzerinden okunmasını öneriyorsunuz. Bu okuma biçimi, içinde yaşadığımız konjonktürde Türkiye’nin demokratikleşme sorununu nasıl değerlendirmemizi gerekli kılıyor?
Artık daha net görüyoruz ki Kemalizm-İslamcılık ayrımı ve gerilimi son derece verimsiz bir oyundan başka bir şey değil. Her ikisi de ‘kirli’ toplumsal alanın merkezi devlet tarafından kontrol altına alınarak düzeltileceği bir merkeziyetçilik geleneğinin içinde buluşuyorlar. Vadettikleri yeni ve farklı bir yol yok. Sadece kendilerinin doğru aktör olduğunu söylüyorlar. Oysa artık daha kökenlere inmemiz lazım, adil ve daha demokratik bir ülke için. Doğrusu kitap üzerine çalıştığım süre boyunca aklımın bir köşesinde çok belirgin bir soru vardı: Kürtlere ve Ermenilere hayat alanı verilen bir Ortadoğu ve Yakındoğu nasıl olurdu? Cevabım da çok açık ve netti: Bugünkünden çok daha demokratik ve çoğulcu olacağı kuşkusuzdu. Çünkü sol, sosyalist, liberal, demokrat tutum ve düşüncelerin tutarlı ve derin ürünlerini verdiler bu toplulukların siyasal hareketleri. Merkeziyetçi olmaktan çok federalisttiler. Özerklik belirgin bir siyasal tutum oldu. Bu nedenle de bu hareketlerin hem kamu hukuku anlayışları hem de güç ilişkilerine getirdikleri denge çok şeyi değiştirirdi. Bu da esas olarak federalist bir siyasal kültürü ve onun hukuk uygulamalarını besleyecekti. Oysa bütün enerjimizi tüketen bir merkeziyetçilik içi siyasal çekişme ile heba ettik bir yüz yılı. Makul bir spekülasyon olarak Ermenilerin ve Kürtlerin mücadelelerinin hukuk alanındaki sonuçlarının çok daha verimli olacağını söyleyebilecek durumdayız, bu nedenle.