Galatasaray, UEFA Şampiyonlar Ligi’nin ilk haftasında rakibine 5-1’lik ağır bir yenilgiyle boyun eğdi. Bu sonuç, Türk futbolunun kronik sorunlarını ve Buruk’un maçın taleplerini okuyamamasını gözler önüne serdi.1990’lı yıllarda Hıncal Uluç’un öncülüğünde, Mustafa Denizli ve Fatih Terim’in coşkulu desteğiyle popülerleşen “hücum futbolu” söylemi, Türk futbolunun semalarında hâlâ pervasızca dolaşıyor. Bu söylem, defans yapmayı adeta oyunun bir parçası olmaktan çıkarıyor; defans, sanki bu sporun ruhuna aykırıymış gibi yadırganıyor, küçümseniyor.
Oysa futbol, hücum ve defansın uyum içinde dans ettiği bir sahnedir. Maçın ve oyunun taleplerine göre kimi zaman hücum, kimi zaman defans öne çıkar. Ancak bu dengeyi ihmal etmek, rakibin varlığını yok saymak, oyunun özünü inkâr etmektir. Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde henüz bir “mekân sahibi” olamadı; bu arenada kalıcı bir iz bırakamadı. Buna rağmen, deplasmanda Frankfurt gibi mekanik, topsuz oyunda kolektif gücünü kullanan ve bölgesel baskıları ustalıkla uygulayan bir takıma karşı oyunu domine etme hevesiyle sahaya çıkmak, hakikati bükmekten başka bir şey değildi.
Eintracht Frankfurt, Şampiyonlar Ligi’ne taşıyan nitelikleriyle sahada net bir kimlik sergiledi. Sofascore verilerine göre, maçta %52 topa sahip olma oranıyla oynayan ev sahibi ekip, 5 isabetli şutunun tamamını gole çevirdi. Galatasaray ise %48 topa sahip olma oranıyla rakibine yakın görünse de, 5 isabetli şutundan sadece birini gole çevirebildi. Frankfurt’un 37. dakikada Davinson Sanchez’in kendi kalesine attığı golle başlayan gol serisi, 45+2’de Can Uzun’un dönerek yaptığı vuruşla, 45+4’te Jonathan Burkardt’ın kafa golüyle devam etti.
İkinci yarıda, 66. dakikada Burkardt’ın bir kez daha skoru 4-1’e getiren golü ve 75. dakikada Ansgar Knauff’ın, Gabriel Sara’nın top kaybından faydalanarak attığı gol, maçın hikayesini tamamladı. Galatasaray’ın tek golü ise 8. dakikada Yunus Akgün’den geldi; Yunus, Leroy Sane’nin pasıyla ceza sahasında rakibini çalımlayıp sert bir vuruşla ağları havalandırdı. Ancak bu gol, maçın genel akışını değiştirmeye yetmedi.Frankfurt’un golleri, kimilerince “şans” veya “talih” olarak nitelendirildi; Galatasaray “talihsiz” taraf ilan edildi. Ancak goller, metafizik bir güç tarafından değil, sahadaki aksiyonların doğal sonucu olarak doğar.
Frankfurt’un şiddetli baskıları, topsuz oyundaki disiplini ve bölgesel pres uygulamaları, bu gollerin zeminini hazırladı. Örneğin, FootyStats verilerine göre, Frankfurt’un maç başına ortalama 1.71 xG (beklenen gol) üretimi, Galatasaray’ın deplasman performansına kıyasla daha etkili bir hücum organizasyonu sunduğunu gösteriyor. Galatasaray ise bu baskıya karşı makul ve dengeli bir oyun planı ortaya koyamadı.
Okan Buruk’un 67. dakikada yaptığı üçlü değişiklik (Sane, İlkay Gündoğan ve Eren Elmalı oyundan çıkarken, Gabriel Sara, Ahmed Kutucu ve Ismail Jakobs oyuna girdi) maçın taleplerine yanıt vermekten uzaktı. Bu hamleler, Buruk’un hem rakibin gücünü doğru analiz edemediğini hem de sahadaki oyunun gerekliliklerini okuyamadığını ortaya koydu.Bu yenilgi, Okan Buruk’un kötü bir teknik direktör olduğunu göstermez; ancak tecrübesizliğini ve Türk futbolunun kronik bir hastalığı olan “oyuncunun bireysel yeteneklerine bel bağlama” alışkanlığına teslim olduğunu işaret eder.
Galatasaray’ın kadrosunda Victor Osimhen gibi bir yıldız bulunmaması (sakatlığı nedeniyle maçta oynamadı), Buruk’un oyun planını bireysel yeteneklere dayandırma eğilimini daha da zorlaştırdı. Oysa futbol, detaylı bir oyun planına sadık kalınarak rasyonel bir çerçeveye oturtulabilir. Rakibin niteliklerini analiz etmeden, maçın taleplerini görmezden gelerek sahaya çıkan bir takım, Rus ruletine davetiye çıkarır. Frankfurt’un attığı goller, bu ruletin acı bir sonucu oldu.
Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nde son 18 maçta sadece 1 galibiyet alabilmesi ve son 7 Avrupa maçında galibiyet yüzü görememesi, Türk futbolunun bu arenadaki yapısal sorunlarını yansıtıyor. Buruk, bu yenilgiden ders çıkararak, her maçın taleplerine uygun bir oyun planı tasarlamak zorunda. Oyuncuların yetenekleri elbette değerlidir, ama bu yetenekler, ancak disiplinli bir stratejiyle birleştiğinde anlam kazanır. Türk futbolu, “hücum futbolu” romantizmini bir kenara bırakıp, defans ve hücumun dengesini kucaklamalı; rakibin varlığını kabul ederek, onun gücüne göre strateji geliştirmelidir. Aksi takdirde, Şampiyonlar Ligi gibi sahnelerde arafta kalmaya devam edecek.