MHP’nin genel başkanı HDP’nin kapısına “bir daha açılmamak üzere” kilit vurulması çağrısı yaparken, ortağı olduğu iktidarın Kürt sorunu politikası da uzun bir süredir bu zihniyetle şekilleniyor. Sadece HDP’ye değil, genel olarak Kürtlere yönelik politikada kullanılan yegâne araç devletin sopası. Öyle ki, artık “kaçak elektrik” için bile zırhlı araçlarla operasyonlar düzenleniyor.
İktidarın mevcut politikasının sonuna geldiğini ve hem iç, hem bölgesel faktörler nedeniyle çözümcü bir yola girilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünenlerin karşısına ise hemen her hafta, bizatihi iktidardan gelen birbirinden sert açıklamalar çıkıyor. İktidar koalisyonu içindeki derin çatlaklar zaman zaman su yüzüne çıksa da, Kürt politikasındaki paralellikleri ortaklıklarına can suyu olmaya devam ediyor.
Fakat Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya, tam da böyle bir dönemde, iktidarın Kürt sorunundaki yolunun değişeceğine dair yabana atılmayacak bir iddiada bulunuyor. Kaya’nın tespit ve değerlendirmeleri için Diyarbakır’a bağlanıyoruz.
Geçtiğimiz hafta Hakkâri-Yüksekova’da elektrik şirketi görevlileri ve zırhlı araçlı polis ekipleri bir mahalleye girdi. Tepki gösteren halka biber gazıyla müdahale edildi. Bu tür operasyonların son dönemde arttığını, hattâ geçen yıl yine Yüksekova’da benzer bir baskın sonucu bir kadının kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğini biliyoruz. Bölgede elektrik sayaçları hanelerden sökülüp, kullanıcılar aşağılanırcasına elektrik direklerinin tepesine konmuş. Diyarbakır, Urfa gibi bölgelerde, özellikle tarım yapılan mevsimde faturalar gerekçe gösterilerek yapılan toplu elektrik kesimleri yüzünden çiftçiler defalarca isyan etti. Bölgedeki ekonomik çöküntüyü konuşmadan önce, devlet-şirket ortaklığıyla yürütülen baskıların boyutunu anlatır mısınız?
Elektrik üzerinden yapılan baskıların, seçilen yöntemin şu anki Kürt meselesinin bir yansıması olduğunu biliyoruz. Bir kere, kaçak diye tanımlanan elektrik tüketiminin esas ağırlığının tarımsal sulamada kullanılan kuyulardan kaynaklandığını görmek gerekiyor. Maalesef Türkiye’de tarımda kuyu suyunun kullanım oranının yüzde 50’si Diyarbakır, Urfa, Mardin başta olmak üzere bizim bölgemizdir. Çiftçi kuyudan su çıkarmak için elektrik kullanıyor. Fakat su çıkarmak için kullandığı elektriğin bedeli, elde edeceği hasadın gelirini aşıyor. Bu temel sorunun devlet tarafından giderilmesi konusunda defalarca vaatlerde bulunuldu. 2008 yılında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan Diyarbakır’a gelip GAP’ın sulama projesini dört yıl içinde çözeceklerini ifade etmişti. Fakat o vaadin üzerinden 12 yıl geçtiği halde tarımsal sulama için yapılması gerekenler rafta kaldı.
Daha sonra 2015 yılında, başbakanken Ahmet Davutoğlu da Mardin’de benzer bir vaatte bulunmuştu…
Evet, Davutoğlu da dört yıllık bir süreçte sulama kanallarının tamamlanacağını söylemişti. O vaadin de üzerinden beş yıl geçti.
Peki bu süreçte GAP’la ilgili herhangi bir ilerleme olmadı mı?
Kaçak elektrik bağlamında, konuştuğumuz sulama kanalları konusunda vaatler yerine getirilmedi. Sulamayla ilgili kısmın yüzde 20’si bile tamamlanmış değil. Fakat GAP kapsamındaki barajların elektrik üretimi projesinin yüzde 90’ı tamamlandı! Siz sulama kanalı yapmadığınız zaman, çiftçinin elektrikle su çıkarmak dışında başka şansı olmadığını devlet de biliyor. O yüzden tarımda çiftçiye enerji desteği veriliyor, ama bu yetmiyor. Sulama kanalları açıldığında, kaçak elektriğin yüzde 50-60’ı bitirilir. Unutulmasın ki, Kürt sorunundan söz ederken, bölgenin geri bırakılmışlığını da kastediyoruz. Çiftçiye, üretim kapasitesini genişletmek şöyle dursun üretim yapmasını sağlamaya bile yetmeyecek günlük destekler yerine, makro politikalar üzerinden kapasite geliştirme sahası sunmanız gerekiyor. GAP ve onun sulama projeleri bunun için masaya konmuştu zaten. Dolayısıyla her şey aslında gelip Kürt sorununun çözümsüz bırakılışına dayanıyor.
Nasıl yani?
Siyasi ve ekonomik problemleri temelden çözmek yerine günü kurtarıcı yöntemlere başvurduğunuzda, bir de bakarsınız ki sorun, çözümlerinizin çok ötesine geçmiş. O zaman oturup yapısal çözümlere başvurmanız aklın gereğidir. Ama bizde maalesef iktidarlar bu tür sıkışmışlık durumlarında önceliği hep güvenlikçi yaklaşımlara veriyor. O zaman öyle bir noktaya gelirsiniz ki, kaçak elektriğe karşı bile zırhlı araçlarla operasyonlara, çağ dışı yöntemlere kalkışırsınız. Yoksullukla baş etmenin yolu bu mu?
Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası olarak, bölgedeki bu vaziyet konusunda iktidarla herhangi bir iletişim içinde misiniz?
Elbette. Daha iki hafta önce, TOBB toplantısında bunları Cumhurbaşkanı’na anlattım. Enerji, sulama politikalarının bölgede yarattığı tahribatı, bölgede derinleşen ekonomik sorunları kendisine aktardım.
Erdoğan’ın yanıtı ne oldu?
Kendisinin doğrudan bir yanıtı olmadı ama genel olarak aktardıklarımızı not aldıklarını ifade etti.
TÜİK’in “İşgücü İstatistikleri 2019” verilerine göre bile, işsizlik oranı Güneydoğu’da 22,4 iken bu oran Batı Karadeniz’de yüzde 8,4. Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’te bu oran yüzde 30,9; Van, Muş, Bitlis ve Hakkâri’de yüzde 25,9. Üstelik bunlar pandemi öncesi veriler. Bunca yoğun işsizliğin yaşandığı bir bölgede, gündelik hayatta herhangi bir işi olmayan, istihdam alanı bulamayan halk nasıl geçiniyor, nasıl yaşıyor?
Çok zor koşullar söz konusu. İnsanlar bulabildikleri günlük, haftalık veya aylık işlerle yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyor. Biz Türkiye’nin batısına sürekli dönemsel göç veriyoruz. Burada istihdam alanı bulamayan onbinlerce vatandaşımız İstanbul, Ankara gibi illerde inşaat, Antalya, Muğla gibi illere hizmet sektöründe çalışmak için gidiyor. Fakat salgınla birlikte bu yollar da önemli ölçüde kapandı. DTSO olarak organize sanayi bölgelerindeki işletmelerde yaptığımız araştırmalar, pandemiden en fazla etkilenen bölgenin Doğu ve Güneydoğu olduğunu gösteriyor: Yüzde 92 oranında bir etkilenme söz konusu.
Etkilenmeden kastınız ne?
Yani işletmelerin yüzde 92’si içinde kimi üretimine son vermiş, kimi üretimi düşürmüş, kimi ihracat yapamaz hale gelmiş, kimi pazarını kaybetmiş. Bunların istihdama da nasıl yansıdığı öngörülebilir. Az önce aktardığınız 2019 yılına ait işsizlik rakamları ne kadar vahimse, şu anda daha da vahim. Çünkü pandemi dolayısıyla açıklanan desteklerden, örneğin kısa çalışma ödeneğinden bölgedeki işçilerin yararlanma oranı da bölgede yüzde 29.
Türkiye ortalaması ne kadar?
Bölgeden bölgeye farklılık gösteriyor ama Türkiye ortalaması yüzde 40 civarında. Bu oran bazı bölgelerde daha yüksek ama en düşük olan bölge bizimki.
Neden?
Bir işçinin kısa çalışma ödeneğinden yararlanması için 450 günlük bir sigortalı geçmişinin ve 60 gün aynı işyerinde çalışıyor olması gerekiyor. Fakat bölgedeki firmaların önemli bir kısmı bu iki kriteri yerine getiremiyor. Çünkü hem firmaların kalıcı bir yapısı yok, hem de çalışanlar uzun süreli iş bulamıyor. Öte yandan pandemi döneminde şu anda ikinci kez kapatılmış olan işletme sayısı yaklaşık 30 bin. Buradan ortaya çıkan işsizliğin boyutu korkunç. Ayrıca daha önce batıya giderek kısa süreli, mevsimlik işlerde çalışan insanlar, oradaki işyerleri kapandığı için işsiz kaldılar ve kısa çalışma ödeneği alamıyorlar.
Önceki soruya dönelim: Sanayinin, istihdam alanlarının neredeyse hiç olmadığı, milyonlarca işsizin bulunduğu bölgelerde insanlar nasıl geçiniyor?
Şu ana kadar bir sosyal patlama yaşanmamışsa, bunun sebebi ailelerin iç içe yaşıyor olması, dayanışmayla ayakta kalmaya çalışmasıdır. Biz pandemi sürecinde gıda yardımları yaparken gıda yardımına muhtaç olan sayısız genç olduğunu gördük.
Bingöl’den, Muş’tan başlayıp Hakkâri’ye, Şırnak’tan Batman’a, Diyarbakır’dan Mardin’e kadar bölgenin hemen her yerinde OHAL koşulları hâkim. Yoksulluk ve devlet baskısının toplum üzerindeki etkisi nasıl şekilleniyor?
Halk yakın tarihteki çözüm süreci koşullarının sağlanmasını istiyor. Çünkü o süreç sadece siyasal hayatı değil, ekonomiyi de normalleşme yoluna sokmuştu. Çözüm sürecinde, Türkiye tarihinde ilk defa Gayrisafi Milli Hasıla 900 milyar doları aşmıştı. Bugün ise 700 milyar dolara düşmüş durumda. Çözüm sürecinin bitişinden beri ülke genelinde yaşanan bu dramatik düşüşün elbette Kürt sorununa yaklaşımla ilgisi var. Çözüm sürecinde bölgeye ciddi bir yatırımcı göçü başlamıştı. Zira devlet burayı cazibe merkezi kılmak üzere uygulamaya geçmişti, ama çözüm süreci bitirilince bu proje de rafa kaldırıldı. 1990’lı yıllarda her türlü hak ihlâliyle karşı karşıya kalan, binlerce köyün boşaltıldığı, bir milyonu aşkın insanın zorunlu göçe tabi tutulduğu bölgede yine benzer politikalara dönerseniz, elbette ekonomik bir çöküntü de yaşanır. İşverenler yatırım yapmaz, üretici çekilir ve istihdam alanları daralır. 2013-2015 yılları arasında sadece Diyarbakır’ın ihracatı 300 milyon dolardı.
Bugünkü rakam ne?
Diyarbakır’da yarı yarıya bir düşüşüş yaşandı ve ihracat 160 milyon dolara kadar düştü. Üstelik bu, sadece resmi ihracat rakamı. Ayrıca Suriye ve Irak’la yapılan ciddi bir ticaret ilişkisi vardı. Buna “kaçakçılık” deniyor ama bu ticari ilişkiler pekâlâ bazı yasal düzenlemelerle resmiyete dökülebilir. Fakat sınırlardaki yoğun kısıtlamalar yüzünden, bölge insanı açısından ekmeğini kazanacağı başka bir saha da bırakılmadı. Pandemiden dolayı batıya gidemiyor, bulunduğu coğrafyada istihdam alanı bulamıyor, sınır ülkeleriyle ticari münasebet geliştiremiyorsunuz. Bu sıkışmışlığın yarattığı çaresizlik, umutsuzluk dramatik düzeyde. Bakın, mülki amirliklerin keyfi veya merkezi iktidarın Kürt meselesi bağlamında gerçekleştirdiği siyasal, kültürel uygulamaları, kısıtlamaları, kayyım politikasını değil, sadece ekonomik kısımdan söz ediyorum. Bölgede işsizlik artık babadan oğula, kuşaktan kuşağa uzanıyor.
Fakat iktidara soracak olursanız bölgeye sayısız teşvik paketleri uygulandığını söylüyorlar. Bunlar doğru değil mi?
Cumhuriyet tarihi boyunca 20 küsur teşvik politikası uygulandı. Bunların tümü de bölgesel eşitsizlikleri giderme söylemi altında yapıldı. Fakat teşvik politikaları sonrası yapılan ölçümlerin tümü de gösteriyor ki, bu politikalar bölgesel eşitsizlikleri gidermek şöyle dursun, bunu daha da derinleştirmiş. Teşvikten yararlanma oranına, teşvik sonrası oluşan istihdama, teşvik almış firma sayısına, hangi kritere bakarsanız bakın bölgemizin diğer bölgelerden daha az yararlandığı görülür.
Bölgesel farklılıkları gidermek üzere uygulamaya konmuş teşvik programlarının bölgesel eşitsizliği daha da derinleştirmiş olması nasıl mümkün olabiliyor ki?
Bir kere bu tür programlar, ekonomik kalkınmadan bağımsız yapılmamalı ama öyle yapılıyor. İkincisi, bölgede barışı tesis etmediğiniz sürece ekonomik kalkınmayı sağlayamazsınız. Bu “iki kere iki dört eder” işlemi kadar inkâr edilemez bir gerçek. Çatışmalı süreci sonlandıracaksınız, toplumsal barışı sağlayacaksınız ve bölgeyle ilgili politikaları Ankara’da oturup şekillendirmekten vazgeçip yerele hareket alanı bırakacaksınız. Öte yandan yatırımcılar sizin teşvik programlarınıza bakarak iş yapıyor. Yatırımcı, örneğin Düzce’de, Diyarbakır’a nazaran daha az teşvik bile alsa, yatırımını orada yapmayı daha kârlı buluyor. Bunun birçok nedeni var. Yatırım ortamı, sanayi altyapısı, limana uzaklık, hammaddeye yakınlık gibi etkenler, burada aldığı teşvikten çok çok daha büyük kâr sağlıyor. O yüzden ısrarla bölgedeki teşvik sisteminin bölgeye özgü olması gerektiğini, Türkiye’deki bölgesel teşvik sıralamasının yanlış olduğunu söylüyoruz. Sonuçta burası son otuz-kırk yıldır çatışmalı bir süreç yaşadı. Burayı Türkiye’nin diğer bölgeleriyle aynı sıralamada değerlendiremezsiniz. Dolayısıyla hem teşvik politikasının hem de Kürt sorununa yaklaşımın değişmesi gerekiyor.
İki dönemdir bölgedeki yerel seçimleri hükümsüz kılan kayyım politikasının etkileri neler?
Sadece şunu söyleyeyim, kayyımlar ne kadar hizmet ederlerse etsinler, halk kendi seçtiklerince yönetilmek istiyor. Bu da temel bir haktır. Bir bölgenin idaresi yap-boz tahtası üzerinden yapılamaz. Normalde belediye yönetimleri dört yılda bir seçimle değişir. Bakın, DTSO yönetimine geldiğimiz iki buçuk yıl içinde dört farklı belediye yöneticisiyle çalıştık. Diyarbakır gibi büyük bir şehirde, her seferinde sıfırdan başlayarak nasıl büyük projeler gerçekleştirebilirsiniz? Kaldı ki, belediye yönetimlerinin suç işledikleri için değil, siyasi saiklerle görevden alındığına dair kanaat halkta hâkim. Öyle olmasa, önceki kayyım döneminden sonra halk siyasi tercihini değiştirirdi.
İktidarın veya genel olarak devletin, bölgeyi özellikle geri bırakma politikası güttüğünü düşünüyor musunuz?
Bunu söylemek abartılı olur. Devletin böyle bir politikası vardı. Ama AK Parti’nin böyle bir politikası olmadığını düşünüyorum. Fakat yanlış politikalar kötü sonuçlar yaratır. AK Parti 2008-2015 yılları arasında bölgeye dair daha gerçekçi, çözüm odaklı bir ekonomi, kalkınma politikası gütmeye çalışıyordu. 2009 yılından itibaren gerek makro gerekse mikro düzeyde halka dokunan projeler, sosyal politikalar güdüldüğü için de AK Parti’nin oylarında artış söz konusuydu. Fakat 2015’ten itibaren, iktidar başka bir yola saptı. Çünkü iktidar, 2008’den itibaren bölgeye yönelik yapıcı politikalarını engellemeye çalışan güçlerle 2015’ten itibaren ittifak kurdu. Ve şu anda güvenlikçi anlayış dışında bölgeye dair belirlenmiş, hedefi konmuş, orta-uzun vadesi çerçevelendirilmiş herhangi bir politika yok. Sadece içeride değil, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle de ekonomik ilişkiler dramatik bir düşüş içinde. Oysa Türkiye’nin dış ticaret hacmi içinde Almanya’dan sonra en büyük partner Kürdistan bölgesiydi. Fakat Kürdistan bölgesinin bağımsızlık referandumu sonrasında ticari ilişkiler hızla düşüşe geçti.
Sizce bu yolun sonu nereye varır?
Mevcut yolun bir ayrım noktası olacak ve bence önümüzdeki dönemde bir şeyler olacak.
Bir şey olacak derken, “Kürt sorununun çözümüyle ilgili bir şey olacak” mı diyorsunuz?
Onu söylüyorum.
Bu bir temenni mi, bilgi mi?
Mevcut yol Türkiye açısından sürdürülebilir değil. Ne ülkenin ekonomik kaynakları, ne toplumsal yapısı, ne de bölgesel ilişkiler Kürt sorununu bu haliyle sürdürülebilir kılar. Çözülmek zorunda. Öte yandan biz Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası olarak AK Parti’yle de görüşüyor, sorunları onlara iletiyoruz. Yaptığımız görüşmelerden, onların da mevcut politikayla yol alınamayacağının farkında olduklarını görüyoruz. 2013-2015 tarihlerindeki çözüm süreci de, Kürt sorunundan kaynaklı iç ve dış sorunların üstesinden gelinemez noktaya gelinmesi üzerine başlatılmıştı. Devletin tüm kademelerinde, Kürt sorununun çözülmesi gerektiği, aksi halde ülkenin bir bataklığa sürüklendiği kanaati hakimdi.
Ama artık o kanaatin hiçbir hükmü yok.
Dün çözülmeyen sorunun bugün daha da büyüdüğünü herkes görüyor. Kürt sorunu artık Türkiye’deki Kürtlerin anadilde eğitim ve kültürel taleplerini aşmış, bölgeselleşmiş durumda. Türkiye bölgede merkez ülke olmak istiyorsa, iktidarı kuşatmış olan Kürt karşıtı yaklaşıma, Kürtlerle sürekli kavgaya son vermek zorunda.
Mevcut iktidar yapısının böyle bir yola gelmesi mümkün mü?
Dünyada benzer iç ihtilafları yaşamış hangi ülkeye giderseniz, “bizim durumumuz herkesten çok farklı” diyecektir. Hepsinin ortak yanı ise, çatışmalı süreci sonlandırmak için defalarca denemeler yapmış olmaları. Türkiye 2013-2015 arasında önemli bir deneyim yaşadı. Bu aynı zamanda bir denemeydi. Kötü sonuçlandı, evet, ama bu, bir daha denenmemesi anlamına gelmeyecek. Pek çok ülke benzer denemeleri onlarca kez tekrarladıktan sonra başarıya ulaştı. Mevcut şartlara, temaslardan edindiğimiz izlenimlere bakarak söylüyorum ki, yeni bir çözüm sürecinin kıyısındayız. Belki önceki sürecin yol ve yöntemleri uygulanmayacak ama bir şeyler olacak. İktidarın yapısında sorunlar var ama bana göre bunun aşılmasına yönelik güç de var. Artık cumhuriyetin ilk yılları değil. Dünya değişiyor, meseleler yerelde kalmayıp globalleşiyor ve ülkeyi zorluyor. Güçlü bir ülke olmak istiyorsanız, sürekli güvenlik harcamaları yaparak, halkın oy verdiklerini hiçe sayarak yol alamaz, iktidarda kalamazsınız. AK Parti’nin bunu gördüğünü düşünüyorum. Yeni bir çözüm süreci yapılacak, başka şansımız yok. Bunu bu şekilde yapmaktan başka çare yok.
Daha birkaç gün önce Erdoğan, Selahattin Demirtaş’ı terörist olmakla itham etti, serbest bırakılmayacağına dair imalarda bulundu. Dolayısıyla yeni bir çözüm süreci olacağına dair sözünüzü hatırlatarak tekrar sorayım: Sizinki bir temenni mi, genel bir analiz mi, yoksa bilgiye dayalı bir öngörü mü?
Doğrusu bunun temenniyi aştığını, ülkenin koşullarından, gidişatından, yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz kanaatten kaynaklı bir değerlendirme olduğunu söyleyebilirim. Yeni bir çözüm süreci hem gerekli hem de gerçekçi. Cumhurbaşkanının bugün Sayın Demirtaş’la ilgili sözleri veya iktidardaki sert açıklamaların benzerleri 2013’te başlatılan çözüm sürecinden hemen önce de sarfediliyordu. Fakat bu sefer eskisi gibi yöntem ve yol haritalarıyla başlamayabilir. Başka bir yol ve yöntem kullanılabilir, ama sonuçta mevcut şekliyle gemiyi yüzdürmenin yolu yok. Bakın, bugün Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan gibi yakın tarihte AK Parti’de başbakanlık, bakanlık yapmış isimler de Diyarbakır’a gelip bizlerle görüştüklerinde benzer görüşleri ifade ediyorlar.
Ama onlar artık AKP’yi, iktidarı temsil etmiyorlar…
Kabul ediyorum ama bu isimler de merkez sağ partilerin iki tane önemli aktörü. Bugün AK Parti’nin MHP ile ittifakı üzerinden meseleye bakarsanız, AK Partili bir politikanın da yürürlükte olmadığını söyleyebilirsiniz. Fakat Tayyip Erdoğan çok pragmatist bir lider ve mevcut süreci edilgen bir pozisyonda sürdürmeyecektir. Bana göre, genel tabloya da bakıldığında, yeni bir çözüm sürecinin kıyısındayız. Yöntemi, biçimi, yol haritası farklı da olsa, iktidar 2013’e benzer bir süreci başlatmak ve oluşturmak zorunda. Bunu yapabilir mi, evet, yapabilir. Yapar mı, evet yapar.
Bununla ilgili somut bir temasınız oldu mu?
Sonuçtai hem DTSO olarak ilişkilerimizin, hem içeride ülkenin beklentilerinin, hem de dışarıda ülkeden beklentilerin bu yönde olduğunu görüyorum.