Ermenistan Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ üzerinde yaşanan savaşa ilişkin neler söylemek istersiniz?
Toplumsal sorunlarını çözümleyememiş, refah seviyesi kırılgan ülkelerin birbiriyle savaşması insanlık adına bir akıl tutulması olarak görülebilir ancak. Ne var ki bu tür ülkeler genellikle demokrasisi de gelişmemiş, milliyetçiliği aşamamış, otoriter ve ataerkil zihniyetlere tıkanıp kalmış durumdalar. Dolayısıyla fırsatları tek yanlı değerlendirme, güç kullanma ve adil olmayan çözümleri karşılarındakine dayatmayı bir ‘milli tutum’ haline getirmeye eğilimliler. Ermenistan ve Azerbaycan da bu tür ülkelerden… Bir süre sonra kimin haklı olduğu sorusu anlamını yitiriyor. Ancak en azından nesnel bir yaklaşıma sahip olabiliriz. Bu da bizi işin temelinde yatan kritik bir adıma getiriyor: Azerbaycan’ın Karabağ’ın özerk bölge olma özelliğini lağvettiği 1991 yılına… Büyük çoğunluğu Ermenilerden oluşan ve daha önce özerk bölge statüsü almış bir bölgenin özerkliğini tek taraflı olarak lağvettiğinizde bunun makul karşılanacağını beklemek abes olur. Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu kabul ettiğimiz oranda, Karabağ’ın özerklik hakkının olduğunu da kabul etmemiz lazım.
Dağlık Karabağ savaşının Türkiye’ye yansıması nasıl oldu? Türkiye’deki Ermeni toplumunu nasıl etkiledi bu savaş?
Türkiye, iktidarı, muhalefeti, sivil toplumu, akademiası ve medyası ile milliyetçi bir çifte standartlı bakışın dışına çıkamadığı ölçüde koşulsuz Azerbaycan devleti taraftarlığından kurtulamıyor ve bu sayede iktidar da savaşı körükleyecek adımlar atmaktan çekinmiyor. Bu ortam Ermeni toplumunu daha da tutuk, çekingen ve kırılgan yapıyor, çünkü tarihin gösterdiği üzere korkmak için yeterli sebep fazlasıyla mevcut. Milliyetçi ve saldırganlığa eğilimli çevrelerin arabalar, bayrak ve sloganlarla Ermeni Patrikhanesi ve Hrant Dink Vakfı binası önünde gösteri düzenlemesini, Ermeni toplumunun bir ‘öncü gösterge’ olarak yorumlaması hiç de şaşırtıcı değil.
Rojava’dan Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Dağlık Karabağ’a cihatçılar üzerinden savaşla adından söz ettiren “yeni Türkiye” hakkında neler söylemek istersiniz?
Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte ortaya çıkan, milliyetçilerle ulusalcıların devlet üzerinden muhafazakârları rehin aldığı bir dönemden geçiyoruz. Bugün yaşadığımız ‘yenilik’ İttihatçı anlayışın günün dünya koşullarına ilkel bir biçimde uyarlanmasından ibaret. İktidar ‘milllik’ atfedilen konuları artırmaya, bu sayede muhalefeti etkisiz kılmaya çalışıyor. Dolayısıyla Kürt meselesi ve Batı karşıtlığını köpürtüyor ve ülke çevresindeki her gerilimi bir ‘sürekli çatışma’ haline dönüştürmeyi hedefliyor. Böyle bir siyasi atmosferde özgürlüklerin ortadan kaldırılması, hukukun araçsallaştırılması da neredeyse ‘meşru’ kılınmış oluyor. Türkiye hiçbir zaman bütün unsurlarıyla demokrasi olmadı… ama bugünkü hali ancak tek parti dönemi ile karşılaştırılabilir. Erdoğan’ın kimliğine takılmazsanız, devletçi bir milliyetçiliğin toplumsal çeşitliliği ve özgürlük alanlarını boğduğu bir ülkeye dönüştük. Bunun en işlevsel manipülasyon araçlarından biri ‘savaş hali’ ve iktidar bunu bilinçli bir strateji içinde sürdürürken çoğu zaman muhalefeti de peşinden sürüklüyor.
HDP’ye yönelik operasyonlar konusunda ne düşünüyorsunuz. Yargı eliyle siyasetin dizayn edildiği yönündeki değerlendirmeleri doğru buluyor musunuz?
HDP’ye yönelik operasyonlar bu partinin bir bütün olarak PKK’lılaştırılmasını ve buradan hareketle Kürt toplumunun her türlü talebinin ve onlara yapılan haksızlıkların üzerine örtmeyi hedefliyor. Bu sayede devletin toplum karşısındaki sindirme gücü pekiştirilirken, muhalefetin bir araya gelmesi de engellenmeye çalışılıyor. İlginç bir şekilde HDP’yi şiddete destek vermekle suçlayan devletin kendisi giderek daha da aleni şekilde ve hukuksuzca şiddet uyguluyor. Öyle ki şiddetin devlet elinde olağan bir politika aletine dönüştüğü söylenebilir. Bu operasyonların tahripkar bir etkisi daha var: Hukuk keyfi bir araçsallaştırılmaya konu ediliyor ve yürütmenin asli unsuru gibi işlev görüyor. Hukuksuzluğun Kürt meselesinde doğallaştırılması diğer toplumsal alanlara da sirayet ediyor ve devlet ihalelerinden sürmekte olan davalara, kurumsal özerklikten insan haklarına çok geniş bir yelpazede hukuksuzluk ‘normal’ kılınıyor. Yargı ise ne bağımsız, ne de artık tarafsız olmadığı ölçüde bu ‘yeni’ düzene uyum gösteriyor.