Öcalan’ın İmralı’dan PKK yönetimine fesih kararı için gönderdiği, yedi başlıktan oluşan talimatlarının yer aldığı yazı; örgütün Avrupa’da basılan Serxwebun dergisinde “Perspektif” başlığı altında yayımlandı. Dergi, PKK’nın fesih kararı ile birlikte yayın hayatına son verdiğini duyurdu.
“Öcalan’ın PKK’nın fesih kongresine gönderdiği “Perspektif” başlıklı yazısı sızdırıldı: Bahçeli’den “devletin en yetkili sesi” diye bahsetti, örgüte “Beni anlamıyorsunuz” diye sitem etti” başlıklı haberde Öcalan’ın, milli çözüm sürecine ilişkin değerlendirmeleri, kendi teorisi demokratik konfederalizm hakkındaki görüşleri, ulus-devlet yorumları, PKK’nın son durumu, Suriye PKK’sı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli hakkındaki fikirleri yer aldı. PKK’nın lider kadrosunu azarlayan Öcalan, “Artık yeter; 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum!” diye sitem etti.
Öcalan, kendisi için ise “Apo gökten inen bir Mesih değil, emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir önderliktir” dedi. Öcalan, PKK’dan önce Kürtlüğün durumuna ilişkin, “Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlik iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır” ifadelerini kullandı.
“Beni anlamıyorsunuz”
“Perspektif” başlıklı yazının giriş bölümüne “Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum” diyerek başlayan Öcalan, giriş başlığının “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” olmasını istedi.
Öcalan, kongreye yönelik sunumunda, tarih öncesinden günümüze yönelik belirlemeler, Kürt sorununun ortaya çıkışı ve sonrasına ait tespitler, örgütün yetersizlikleriyle niçin silah bırakmak gerektiğine yönelik soruları ortaya attı ve kendi açısından bunları yanıtladı. Sunumunun bazı bölümlerinde örgüte yönelik eleştiri dozunu artıran Öcalan, “yönetimin kendisini anlamadığından” yakındı.
“Hani o meşhur Kürtler var mı yok mu?”
Öcalan’ın örgütün kongresine gönderdiği yazısından önce çıkan bazı başlıklar şöyle:
“Bu çok zorlu ve tarihî bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Girişi bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı bir ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir.
Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum: Hani o meşhur Kürtler var mı yok mu? Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar yaklaşımları vardı. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım.
“Önderlik gerçeği diyorsunuz, anlamıyorsunuz”
Önderlik, karakteri itibarıyla çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inen bir Mesih değil, emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
“Artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum”
Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlik iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşemiyorsunuz. Sizi önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.
“Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz.”
Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabii çünkü ciddi bir iş. Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor.
Ve geldik işte PKK’daki açmaza. Ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hâlâ her an yaşadığım durum… Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor.

“Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor: Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönem başlatmak istiyorum”
Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor: Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönem başlatmak istiyorum. Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor.

“Savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir”
Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç, “ancak savaşanlar barışabilir.” Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir: Savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olmaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır.
Böyle bir rotaya girdik. Bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum, bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle.

“Irak, İran, Suriye devletleri için de benzer süreçler devreye girecektir”
Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri için de benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin iradesi oluyor. Öyle olması gerekiyor. Öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor.
Yeni dönem için yedi ana başlık
Atlanacak mı bu eşik? Tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek… Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz.
Öcalan, mesajında, yedi başlık içerisinde tarihsel değerlendirmelerde bulundu; doğa, toplum, kadın, toplumsal cinsiyet gibi konulardaki görüşlerini aktardı.
Yazının son bölümünde şu mesajı verdi:
“Mücadele tarihimizin 52 yıl 1 ay 1 haftasının sonunda resmen tarihî bir dönemini geride bırakıyoruz. Daha somut bir anlamla ulus-devlet amaçlı sosyalizmden, demokratik toplum sosyalizmine tarihsel bir döneme başlangıç yapmak istiyoruz. Tıpkı her şeyin bir sonu ve başlangıcı olduğu gibi. Bir dönem dört ana nedenle geride bırakılmak durumundadır:
PKK, öz itibarıyla ömrünü tamamladığı için resmen de feshedilmek durumundadır. Bununla kastedilen reel-sosyalizmin iç nedenle çözülüşü, yeni bir sosyalizm yolunun açılma gereği, Kürt kimliğinin tanınma ve gerçekleşme durumudur.
Silahlı mücadele; ulus-devlet amaçlı bir stratejiye dayalı olup bu amaçtan düşüş ve demokratik toplum programına geçiş demokratik siyaset ve hukuka dayanmayı gerektirdiğinden vazgeçilmeyi gerektirir. Karşılığı demokratik siyaset hakkının tanınması ve sağlam bütünlüklü bir hukuki güvencedir.
Devletle her tür diyalog ve görüşmeler PKK resmiyeti altında kabul görmediğinden önemli bir unsur olarak gündemleşmediğinden fesih gereklidir. Kamuoyu dikkate alınarak bir sonuç olarak da görülebilir.
Yeni bir tarihi döneme; “Barış ve Demokratik Toplum” aşamasına geçiş için gereklidir. Hem içerik hem form olarak birinci dönemin alternatifi olarak kongrenin sonlandırma, demokratik toplum, onun siyaseti ve hukukuna ilişkin alacağı kararların tarihi nitelikte olduğuna inanıyor ve başarmasını diliyorum. İnsanlıkta ısrar sosyalizmde ısrardır. Ulus devletçi sosyalizm yenilgiye, demokratik toplum sosyalizmi zafere götürür.
Demokratik konfederalizm
Öcalan, dergide dört sayfa tutan yazısının son paragrafında da şunları belirtti:
“(… ) Başarıya dair inancım ve umudum yüksektir. Bunun başarıya ulaşması sadece Kürt, Kürdistan için değil bölge için de önemli başarılara yol açacaktır. Burada ulaşılacak bir başarı; Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacaktır. Türkiye Cumhuriyeti için de hem kendisini yenileme, demokrasiyle taçlanma hem de bölgede öncülük yapma şansı olacaktır.
Süreç karşıtlarının hiçbir değer ifade etmediğini belirtebilirim. Yenik düşeceklerdir. Fakat bunun aşılması da taraflara sorumluluk yükler. Bu sürecin bölgesel sonuçlarının yanı sıra enternasyonal sonuçları da olacaktır.
“Mutlak gereklilik konfederalizm”
Bölge konfederalizmi mutlak bir gereklilik olarak ön plana çıkıyor. İsrail-Filistin çatışması, mezhep çatışmaları, ulus devlet çelişkilerinin panzehiri demokratik konfederalizmdir.
Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihî bir adım olacaktır.”
Öcalan’ın PKK yönetimine gönderdiği metnin tamamı şu şekilde:
Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum. ‘Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’ Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Giriş’i bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı bir ayı bulabilir. Bu da süreci gecik- tirebilir, sıkıntıya sokabilir. Kürtlerde varlık bilinci ve farkın- dalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabil- diler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Ör- neğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürt- lüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt var- lığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çeke- cektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. As- lında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne ka- dar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor. Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önü- nüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda tes- limiyeti dayatmışlar, “teslim ol idam- dan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Der- sim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni- Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkarı temelini bu iki kavramla atıyorlar. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında böyle bir uy- durma Alevilik inşa ediliyor. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda ya- şanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir ger- çeklik. Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dö- nem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet bir gerçekliği ifade ediyor. Bil- diğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aris- tokrat kişilikler. Burjuva diye kas- tettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sür- düren bir dönem yani aslında İs- lam’daki kapitalistleşme, burjuva- laşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temeli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Mu- hammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus-devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu, son derece tartışmalı ve en önemlisi de bu son Kürt federe devlet olayı bize karşı çıkartıldı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin ol- mazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. 92’den itibaren devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sü- rüldü. Önce Federe Parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler teslim olmamız için o bil- dirileri bunların yardımıyla atıyorlar, çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem… yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha ge- lişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar olu- şumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle. Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edi- cileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kır- mızıtoprak, Süleyman Mouni kar- deşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwîn, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlam- landırmalıyız. Bunlara yurtsever di- yoruz. Kimilerine sosyalist de di- yoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı de- ğiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu bu işbirlikçiler tara- fından imha olmuş. Kendilerini an- lamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim pro- tolarımız bunlar. Benim kendi açım- dan da söylüyorum, bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözükü- yorlar. Bu aranın arası döneme böyle bir anlam biçmek istedim. Daha sonra girişimizin bizimle ilgili olan kısmı, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vu- ran kendi gerçekliğimden bahsedi- yorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkar edilebilir, ne de abar- tılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder? ‘APO DÖNEMİ’ Önderliksel ka- rakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği di- yorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaş- kınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel ger- çekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inan bir mesih değil; emekle, top- lumsal gerçekleşmeyle kendisini ya- ratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşa- sıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır. Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülm- üştü. Böyle bir ortamda gelişmiş ol- masına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyo- rum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi an- lamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için geliş- miyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim. Önderlik gerçeğini doğru anlama- dan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gü- cüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine al- mıyorsunuz. Kendinizi bir çözüm- süzlük olarak dayatmakta ısrar edi- yorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih me- selesine. Şu an hala her an yaşa- dığım durum…. Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat be- nimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak is- tiyorum.” Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkarta- cağımız tek sonuç, “ancak sava- şanlar barışabilir.” Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumlulu- ğunu taşıyanlar ancak barışın so- rumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sa- hiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı du- yarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorum- lusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşıl- mıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yar- dımcıdır. Esas inisiyatif bu işin ön- cülüğünü yapanlardır. Böyle bir ro- taya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantı- mızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve de- mokratik bütünleşme, Türkiye cum- huriyetiyle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle ol- ması gerekiyor, öyle oluyor. Dola- yısıyla bu atılan adım oldukça cid- diye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atla- nacak mı bu eşik, tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz. 1- DOĞA VE ANLAM Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Di- yalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Bi- raz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaş- macı, toplumsal bir kavramdır. An- lam her şeyden önce bir şeyin an- lamıdır. Varlıktan bağımsız bir an- lamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleye- rek anlam gücünü geliştirir. İlk öğ- renme tarzının mimetik olması bun- dandır. İnsan doğayı dinleyerek do- ğadan dönüştürür. Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucunu doğurmuştur ve bu ya- bancılaşma kapitalist modernite sü- recinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim dü- şüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyon- larca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, hay- vanların o taklitçi sezgileriyle içiçe- dir… bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal kar- şılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dö- nemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşün- cedir mitik düşünce. Tamamen ha- yallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hay- vandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sa- dece insana özgü bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembo- lizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o dü- şünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası ma- sallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle -Fırat vadileridir. Mitler toplumsallaşmanın gerek- tirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü ha- kikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icat ediyor, simgesel dü- şünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor. Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Al- lah’ın tanımı yapılır. Hatta tanım- lanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşa- madır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de bu- dur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı do- ğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint-Çin dinlerini geri- letmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir dönemdir, ona bir peygamber gerekiyor. Hz. Mu- hammed’de onu ifade ediyor. Hani Allah’ın 99 sıfatı var denir ya. 99 sıfat öteki olarak anlam bulan her şeydir. Evren felsefedir aslında. Bu- nun ön aşamasıydı. 99 sıfat bir fel- sefedir. Bir programdır. Modernitenin felsefi öncülü, bilim felsefesinin ön- cülü. Bundan ötürü çok etkilidir. Hı- ristiyanlığa göre. Fakat açmazı da kendi içinde, çünkü kendi içinde modern felsefeye geçişin kapısını kapatmış. Meşhur İbni Rüşt ve Ga- zali çatışması biliniyor. Batı ise Ga- zali, İbni Rüştü mahkum ederken, batı düşüncesi İbni Rüştü esas alır ve geliştirir. Bildiğimiz felsefi ve bi- limsel devrimi yapar, İslam ise ona tamamen kapalı kalır. Ve batı üs- tünlüğü batı yükselişi başlar. İslam ile mitik düşüncede ve hatta Tevrat dini olarak (ki buna Museviler diyo- ruz) ondan daha çok hakikati ifade eder ama çok ısrarcı olduğu için gerek Hıristiyanlıktaki yeni açılımlar gerek mitolojideki katı inanç yakla- şımı iki yönlü bir baskı yaratır. Ka- palılık İslam’ı müthiş tutucu güç ha- line getirir. 15. Ve 16. Yüzyıllar tu- tuculuğun zirve yaptığı yıllardır. 9- 10. yüzyıllar İslam’da bir Rönesans dönemidir, bir rönesanstır, bütün dünyayı etkiler. Ama 15. 16. Yüz- yılların muazzam bir tutuculaşma dönemidir ve fiilen İslam biter. Bunun somut ifadesi Safavilerde, Babur Hindistan’ında ve İstanbul merkezli Osmanlılarda büyük bir tutuculuk başlar ve o tutuculuk zaten bir yüz yıl sonra 17. ve 18. yüzyıllarda öm- rünü tamamlar. Bana göre İslam 18. yüzyıllarda da bitmiştir. Hayatiyeti kalmamıştır, ondan sonra istismar edilmiştir. İngilizler bu İslam’ı istismar eder ve bildiğimiz o cihan egemen- liğine, küçük bir adadan küresel bir hegemonyaya ulaşırlar. Bu İslam’da- ki tutuculukla bağlantılıdır. Bunu niye belirtiyorum. Buna biraz da Hı- ristiyanlık dahil ettim. Çünkü Hıris- tiyanlıkta batı üstünlüğü başladı. Hıristiyanlıkta yaşanan o reformas- yon İslam’da olmadı. Şiilik bunu denedi yapamadı. Ba- tıda reformasyondan aydınlanmaya geçildi. Rönesans da bununla bağ- lantılı, Reform, Rönesans, aydın- lanma batının zihinsel üstünlüğünü mümkün kıldı, başarılı kıldı. İşte 18. Yüzyılda Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Politik Dev- rimi bildiğimiz küresel çağda 19. Yüzyılda zirve yaptı. 20. Yüzyılda bu zirveyi sürdürdü şimdi yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Neden bunları belirtiyorum? Hani geçmişi doğru yorumlayamazsak geçmiş veya ge- lenek doğru anlamlandırılamazsa günümüzü anlayamayız, günümüzü anlamadıktan sonra zaten gelecek anlamlandırılamaz. İslam hele Ke- malizm her ne kadar pozitivist dü- şünceyi egemen kılmanın adıysa da şu anda muhafazakar düşünce İslam’ı hakim kılmaya çalışıyor. Ba- tıda pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü. İslam’ın esamesi okunmuyor. İşte beş milyonluk İsrail karşısında 300 milyonluk Arap İslam’ı nefes bile alamıyor. İslam bundan sorumlu tabi. Bunlara rağmen hala biz İs- lamcılık taslıyorsak burada bir bit yeniği var. Bunu doğru anlamak için bunları belirtiyorum. Hatta Hıristi- yanlık mı egemen Müslümanlık mı gibi bir soru var. Yüzde 99 Hıristiyan egemendir. Bunları doğru ifade et- mek gerekiyor, gerisi dilenciliktir. Batının kavramlarıyla batıya karşı İslam’ı savunuyorlar. Böyle İslam savunması olmaz. Batı felsefede, bilimde, teknikte olağanüstü üstün, sen onun kalıntılarından, kenarından köşesinden yararlanmak istiyorsun. Ve bunu da dilencilik biçiminde ya- pıyorsun. Bunun çok başarı şansı olmadığı, son Gazze olayında ortaya çıktı. Saldırı yapıyor İsrail’e. Senin saldırı yaptığın İsrail dünya hege- monu. Sonra da ona karşı BM, AB bilmem insan hakları komisyonun- dan yardım diliyor. Yardım dilediğin kurumlar İsrail’in damgasını vurduğu kurumlardır. İsrail’i hakiki düşman ilan etmişsen o kurumlardan dilen- cilik yapmayacaksın. Tutarlı isen, milleti aldatmak istemiyorsan, yap- ma. O hegemon güçtür. Ya hege- mona boyun eğersin ya hakiki bir savaş yürütürsün. Bu Türkiye’de yapılmadığı için düşünceler karma karışık ve yine sermaye vurgun ya- parak kendini katlayarak, bu çatış- madan egemenliğini güçlendiriyor. Buna dikkat çekmek için ben bu bölümü açtım. Bunu anlamak tabi günümüzü doğru anlamakla bağ- lantılı. Bu aydınlatıcı oluyor, sanırım bunu fazla açmaya gerek yok. 2- TOPLUMSAL DOĞA VE SORUNSALLIK Doğa ve anlam, felsefi düşünceyi biraz güçlendirmek için bazıları me- rak edebilir. Bu merak haklı bir me- rak, çünkü bilim merakla başlar. Bu merakı doyurmak ona bir yol açmak için de bana göre öteki olarak veya doğanın diyalektiği gibi bir felsefi düşünceye ihtiyaç var. İşte bu bilimin bütün ortaya serdikleri, fizik, kimya, biyoloji bağlamında ne varsa aynı şey felsefe adına hatta mitoloji adına serilen ne kadar düşünce varsa on- ları süzerek bir sonuç çıkarmak ih- tiyacı duydum. Spekülatif bir dü- şüncedir, öyle mutlak doğrudur de- miyorum. Doğa öteki gerçekliği an- laşılmaya değer. Evren de diyebiliriz buna. Hala anlaşılmayan birkaç hu- sus var. Büyük patlama deniliyor. Bu büyük patlama nedir, büyük pat- lamanın öncesi ne vardı? Büyük patlamayla evren 13 milyar yıllık bir gelişme diyorlar. Bu pek akla yatkın gelmiyor. Giderek fizik bilimi teme- linde art alan ışıması diye bir dü- şünce geliştiriliyor. Patlama sırası veya patlama öncesi… doğal olarak insanın aklına gelir, bu patlama ön- cesinde bir evren var mıydı yok muydu? Bu patlama bir iğne ucunun milyar katı kadar küçük bir varlıktan başlıyor bugünkü evren oluşuyor. Şimdi bizim galaksimiz Saman- yolu’nun 200-300 milyar yıldızı var. Her yıldızın etrafında onlarca ge- zegen. Ve bir de milyarlarca galaksi. Bunun bir iğne ucundan doğması açıklama gerektirir. Bilim buna kuan- tum fiziği ile yanıt bulmaya çalışıyor. İşte kesintisizlik ilkesi ‘hem hem de’ mantığı böyle. Bütün bunlarla şu var. O kaba materyalizm dönemi yaşandı. O materyalizm iyi ki aşıldı. Evren hiç de öyle söyledikleri gibi değilmiş. İşte o güneş merkezli evren teorisi, daha sonra samanyolu, şu anda kara delik etrafında bir de kara madde var, karanlık enerji… şimdi bu kavramlar daha da çoğa- lacak. Parçacıklar işte en küçük parça atom dendi, sonra baktılar atomun birçok parçacığı var, elek- tronla, protonla, nötronla izah edili- yor. Onların da parçacığın parçacığı var. Bir Tanrı Parçacığı çıktı. Velhasıl bu böyle gidiyor. Niye bunu söylüyorum. Demek ki materyalist açıdan da idealist açıdan da henüz katı gerçekler yok. Yüzde yüz o doğru, yüzde yüz bu doğru yok. Belli ki insan zihninde bir ge- lişme var bir patlama var. Hakikat arayışı devam edecek. Bu iyi bir şeydir, hakikat arayışına insan zih- ninin açık olması umut veriyor en azından. Hem özgürlüğe umut ve- riyor hem yaşama umut veriyor. Öz- gür yaşama… onu geliştirmek bana göre doğru bir şey. Hatta böyle bir düşünce tarzı bizi toplumsal doğanın izahına götürür. Biliyorsunuz işte ikinci başlıkta bunu ifade etmek is- tiyorum. Genelde doğa ve anlam konu- sunda benim şöyle bir değerlendir- mem var. Hegel de bununla çok uğraşmış. Hegel anlamı doğanın kendisinde bulur. Geist dediği ev- rensel ruh, evrensel tin aslında bey- nin dışında bir gerçeklik. Varlık da bir gerçekliktir. Anlam varlığın için- dedir. İnsan beyni tarafından üretil- miyor. Bir nevi idealizm de denir buna. Hegel idealizmi diyorlar. Bir gerçeklik payı da yok değil. Marks bunun tam tersini ifade eder. Yan- sıma olarak ifade eder düşünceyi. Zaman insan beyninde olup biten bir şeydir. Bunu dışa yansıtır ve düşünce olur. Biraz buna terstir. An- lamın kendisi doğadadır. Burada bir felsefi tartışma var devam ediyor. Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idea- lizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor. Dolayısıyla diyalektik düşünce bunun aslında katı dogma haline gelmesini engelliyor. Diyalektik düşünmenin faydası di- yalektik adı üstünde ikilem anlamına geliyor. Ari dilinden geliyor. Diya- lektikte bir’in anlam kazanması ikiye bağlıdır. İki biri akla getirir. Bunu düşünceye uyguladığımızda işte dü- şünce maddeyi gerekli kılar. Bu sü- rüp gider. Bu faydalı bir şey veya bir açık kapı bırakıyor. Diyalektik düşüncenin tersi metafiziktir. Meta- fizik bir düşünce biçimi ama diya- lektik kadar başarılı değil. Diyalektik daha başarılı. Yalnız onu geliştirmek gerekiyor ve gelişiyor da. Demin söylediğimiz doğanın izah edilmesi bu biçimiyle diyalektik düşünce sa- yesinde olmuştur. Şimdi buradan hemen toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa ge- çiyorum. Evet toplum da bir doğadır. Ama buna ikinci doğa diyorlar. Doğ- rudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılaşma var. En temel özelliği düşünce esnekliğidir. Do- ğadaki düşünselliği tartışmıyorum. Ama toplumsal doğa düşünce ile örülen bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil. Düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir. İşte Atina felsefesi toplum ile ge- lişti. İşte batı, bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zir- vesi, Sümer toplumu bu kadar ilk’li kılan devletli toplumun beşiği ol- masıdır. Ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit ve- rimli toprağın yarattığı mitsel bir dü- şüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çar- pıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar kuranı üretmiştir. Kurandaki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzeyde, Avrupa o zaman vahşet döneminde. Atina, hem Medya’daki Zerdüşt fel- sefesini hem de Mısır’daki dini dü- şünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Med- ya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştür- müşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında. Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık işte ilk çağ toplumu dediğimiz Mark- sizm’deki ‘toplumun barbarlık aşa- ması veya ilkel dönem’ denilen dö- nem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor. Şimdi buna geçmeden önce de bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Bili- yorsunuz, toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Dinde -ki üç tek tanrılı dinde de Adem ba- badan Havva anadan nasıl yaratıl- dığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar. Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina dü- şüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayı- sıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hege- monik düşünce hem de maddeleş- miştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum biraraya gelen insanların ürettiği ve etrafında ortaklaşarak kendilerini kolektivite üzerinden gerçekleştir- dikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru anlamdır. Toplumun kendinden baş- ka öznesi yoktur. Toplum oluşun öznesi de nesnesi de yine toplumun kendisidir. Ve bu oluş ucu açık bir karakter arz eder. Başka bir ifadeyle toplum kurulan, yıkılan ve yeniden kurulan bir fiil halidir. Nihayetinde bu toplumsal doğayı insan oluşturuyor. Toplumsal doğa insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir. Hayvanlarda topluluk haline yaşar. O ayrı. Mimetik bir zihniyet olduğunu söyledik. İçgüdü- lerle, taktikle oluşan bir şey. Evet insanda da içgüdü var. Taklitçi eğilim hayvandan kalmadır. Beyinin en alt tabakası hayvandan kalmadır. Küçük beyin dediğimiz o içgüdüden so- rumludur mitik düşünce ama mimetik düşünceyi aşıyor. Onun da beyinde temsili orta beyin dediğimiz kısımdır. Onun sorumluluğunda insan insan oluyor. Mitik düşüncenin geliştiği in- san aslında orta beyinle yaratılan insandır. Tabi bunlar hep iç içedir. Öyle bıçakla keser gibi basamak basamak yükselmez. Hepsi iç içe. Müthiş bir evren var. Peki insan tü- ründe kim ondan sorumlu olur? İşte burada kadın devreye giriyor. Daha da dikkat çeken bir şey er- keklik-dişiliğin nasıl meydana geldi- ğidir. Bu da tabi biraz kafa karıştırıyor. Ben fazla incelemedim. Ama bile- bildiğim kadarıyla önceki varlıklar tek hücreyi biliyorsunuz, miyoz bö- lünme, her hücre sadece bölünüyor. Bir’inden iki çıkıyor. Böyle bir çoğalma biçimi biliyoruz. Henüz ortada erkek dişi diye bir bölünme yok. Ve bu de- vam ediyor, milyonlarca yıl. En son tespit edebildiğimiz kada- rıyla canlının ikiye bölünmesi dişil ve eril olarak 300 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bunları felsefi olarak ko- nuşuyoruz. Böyle bir dişil eril bölün- me neden oldu? doğanın diyalektiği dedik ya diyalektik bundan sorumlu. Her şey ikilemlidir. Enerjiden madde nasıl doğdu, parçacıklar nasıl fark- lılaştı? Evet atomda da parçacıklar var parçacıklar olmasa atom zaten olmaz. Madde enerjiye nasıl dönü- şür? Madde yani o görünen şeyler, yıldızlar maddeleşmiş enerjidir. Eins- tein’in formülü E=mc² enerjinin mad- deye dönüşümü formülüdür. Formü- lün önemi burada konunun anlaşıl- masını mümkün kılmasından geliyor. Dişil eril olayı da bunun bir uzantı- sıdır. Evrendeki gelişmeye aykırı bir şey değil. Onun bir uzantısı olarak bir dönem artık yavaş yavaş tek varlıkta ikilem yerine ayrı varlıklarda bir birleşme. Eril varlık türüyor, dişil varlık türüyor ve biri ikiye bölüyor ve ikiden tekrar bir birlik…. Giderek derinleşmiş bir eril derinleşmiş bir dişil varlık gelişiyor. Bu aşağı yukarı üç yüz milyon yıl öncedir. Hem bitkilerde böyle geliş- meler oluyor hem de hayvanlar ale- minde. Bazı hayvanlar ısıyla bağ- lantılı olarak hem dişi oluyor hem de erkek. Dolayısıyla bu katı bir şey değil, dönüşebilir, diyalektik bir ger- çekliktir. LGBT biliyorsunuz büyük bir tartışma konusu. Hem eril hem dişil özelliklere (hermafrodit) sahip böyle çok sayıda kişi var. Hatta ame- liyatla kendini ya erkek yapıyor ya dişi. Böyle ameliyatlar yaygın olarak gerçekleşiyor. Bunda dikkat çeken nokta dişi eril arası aşılmaz bir uçu- rum olmamasıdır. Tabi ki bunun fel- sefi sosyolojik yanı çok farklı. Bunun ahlaki boyutu var, topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir. Burada kadının rolüne girmek is- temiyorum. Eril dişil ayrımı mucizevi bir şey değil, doğanın diyalektiği ge- reği bir şey. Bir üstünlük arz etmiyor. Dişil olmak bir üstünlük değil veya eril olmak kutsallık değil. Bunlar özel bir sonuç çıkarılacak bir olay değil. Doğanın diyalektiği gereği bunlar olacak, oluyor. Nitekim biz buna farklılaşma dedik farklılaşma olmazsa yaşam olmaz. Yaşamın anlamı fark- lılaşmayla bağlantılı. İşte tek bir kişi hem nasıl dişil hem eril olacak? Ya- şayamadıkları günümüzde belli. Her- mafrodit adam hem eril hem dişil nasıl oluyor? Geleneksel ahlak bu kişileri mahkum ediyor. Ama bana göre bu bir sorundur. Operasyonlarla erkeklik yönü öne çıkabilir, kadınlık tercihi öne çıkabilir, ikisi de değerlidir diyelim. Doğa seni ikiye ayırsa bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkanı, bir farklılık olarak göreceksin o fark- lılığın anlamı var. Dişilin de anlamı var erilin de. Toplumda da bu vücut bulmuştur, mühim olan bunları karşıt hala getirmemektir. Karşıt hale ge- tirme işte sorunun başlangıcı oluyor. Şimdi toplumsal sorunsallık böyle başlıyor. Biri eril üstündür der, diğeri dişil der…. Böyle şeyler toplumsal doğada sorunsallık konularıdır. Dişil üstünlük evet arada gelişecek onu biraz anlatalım. Diğeri de karşı tez olarak yükseldi, üstün olan erildir dedi. Ve sonuçta korkunç felsefeler oluştu, büyük bir sorun oldu. Top- lumsal sorunsallık uygarlık sonra- sında devletle başlıyor demiştim. Ama şimdi öyle görünüyor ki devletle değil, çok daha öncesinde, 30 bin yıl önce gelişmiş. Ve sonuçta eril kadınla benzeşmeyecek olağanüstü bir yapılanma kadında ve erkekle sanki dağlar kadar farkı olan bir tip kişilik gelişti. Dikkat edilirse erkeklik kromozomları ile kadınlık kromo- zomları arasında küçücük bir fark var. Çok küçük bir farktır. Sonuçta düşünce dediğimiz şey insana öz- güdür ve düşüncenin erkeği kadını yok. Düşünce bu ikilemleri tamamen aşan bir özelliktir, hatta siyasi alan, erkeğe özgü siyasi alan, kadına özgü siyasi alan saçmadır. Tamamen insana özgüdür siyaset alanı. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz. Ekono- miye, sanata, hatta dine kadının dini, erkeğin dini gibi ayrımlar yapıldı ama buna temel bir gerçekliktir di- yemeyiz. Erkeğe özgü düşünce, ka- dına özgü düşünce bunlar kesinlikle sorunsallığı ifade eder. Hatta sorun bile değildir, sorunsallıkta çakılıp kalmadır. Hatta diyalektik düşüncenin inkarıdır. Feminizm kadına özgü dü- şünce, bunun karşıtı erkekliktir, er- keklikte de sadece erkekliğe dair düşünce iki tutucu alandır, katılaştı- rıyorlar aslında. Yani böyle bir katılık doğada yoktur, doğadaki diyalektik topluma yansır, toplumdaki diyalektik de yaşamı mümkün kılar, farklı ya- şamı, yaşam farklıdır. Fark yaşamı ifade eder. Yaşam da farklılaşarak zenginleşir. Donmuş karşıt bir ikilem uçurum demektir. Bu uçurumda vu- ruşlar, aile cinayetlerinin altında da bu gerçeklik var. O cinayette şey edenin bakış açısında kadın don- muştur, kadın mutlak kadın, erkek mutlak erkek ama diyalektik bir dü- şünce akışı oldu mu birisi diğerine mutlaka ihanet eder. O onu vurur diğeri onu vurur. Buradan kaynaklanıyor sorunun temeli. Bu da dedi- ğim gibi müthiş bir sorunsallık anlamına geliyor. Bunu aşmak gerekiyor. Bu ana başlık altında sorunsallığı doğru koyduğuma inanıyorum. Biz devlet bağlamında kent-köy ayrımı dedik, sınıf ayrımına dayandırmak istedik, bu yetmiyor…. Var da böyle sınıftan kaynaklanan sorunsallık var, devlet komün sorunsallığı var, bun- ları işleyeceğim bunlar ciddi gerçekleşmeler esas sorunsallık top- lumda eril dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Eril dişil düşünce tutucu- laşınca gözü görmez hale geldikçe kendini temel gerçeklik…. Önce bunu kadında görüyoruz. Kadın tanrıça çağı…. Aslında bunu bir çağ arkeolojik araştırmalarda bunu biraz gösterir. Son otuz bin yıldaki o tan- rıça figürleri, böyle bir çağın yaşan- dığını gösterir. Bütün Avrasya’dan batı Avrupa’ya kadar Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar böyle bir dönemin yaşandığı tespit edilmiş. Peki bu tanrıçalık ne anlama geliyor, kadın doğuran bir varlık artık bunu tartışmaya da gerek yok, doğum kadında gerçekleşir, insan türü olarak kadındaki doğru değişiktir, iyi anlamak gerekir, bütün incelemeler şunu gösterir, bitkilerin çoğalması kolay, ilk hücrenin bölünmesi kolay gerçekleşir, hayvanlardaki doğum biliyorsunuz, yavru doğar 24 saat içinde ayağa kalkar. Bütün hayvan- larda bu böyledir. Bazıları uzun ba- zıları kısa sürelidir ama kolay bir doğum, kolay bir büyüme, bırakırlar altı ay baktı mı bırakırlar hayvan varlığını sürdürür. Fakat insan türüne geldiğimizde enteresan bir durum doğuyor, zor doğum yapıyor ve o da yetmiyor 5-6 yıl ana desteği ol- madan yalnız yaşayamıyor. Yani hayvanda 24 saat insanda 7 yıla kadar çıkıyor. Bu neyi gerektiriyor. Ananın etrafında bir toplumsallık ge- rektiriyor. Çünkü erkeğin ne olduğu belli değil. Yavrunun erkekle ilişkisi diye bir olgu yok ortada. Kadın ile erkek ilk defa nasıl karşılaştılar? İn- sanda da hayvanda da bir cinsel güdü var. Cinsellik güdüsü, tıpkı açlık güdüsü gibi temel güdülerden- dir. Güdüler bilinçtir, canlılık işaret- leridir. Açlık hissi olmazsa doyum olmaz, dolayısıyla yaşam olmaz, cinsel güdü olmazsa üreme olmaz, üreme olmayınca yaşam olmaz. Bunu anlıyoruz. Baba kim? Aslında önce baba yok. Hatta cinsellik kiminle kurulmuş, nasıl kurulmuş konusunda bir bilinç yok, sadece bir güdü var. Kültür insan türünde ortaya çıkan bir bilinçtir. Bu, önce kadında başlıyor, çünkü çocuğu doğuran kadındır. Daha sonra tek tanrılı dinlerde de Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Sümer mitolojisinde de bu bölüm uzunca anlatılır. Yahudiler de bunu Tevrat’a koymuştur. Tev- rat’tan da Kuran’a geçmiştir. Doğuran kadın çocuğu büyütmek zorunda. Beslemek zorunda, bes- lemek için de toplayıcılık yapmak zorunda. O da muazzam emek ve çaba gerektiriyor. Yaklaşık iki mil- yonluk yıllık tarihten bahsediyoruz. Bu Afrika Rif Vadisi’nde başlamış, daha sonra Ortadoğu’da bu yoğun- laşmış. Gerçek kültürleşme ise To- ros-Zagros vadilerinde gerçekleşir. İnsan burada insan oluyor, kadın burada kadın oluyor. Bunu biraz açacağız. Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendin- den doğduğunu biliyor. Kadın muh- temelen birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlarsa, ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak bir iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanı- yordur. Bir de kültür başlıyor bununla 7 kişilik, 10 kişilik, 15 kişilik. Sayı 20’yi geçmiyor. Bunlar bir arada bir klan oluştururlar. Klan toplumsal- laşma tarihinin ilk örgütlenme for- mudur. Klan, ana etrafından oluşan bir kültürdür. İşte bu da gırtlak yapısı da elverişli hale gelince, yaklaşık 3000 yıl önce, dil denilen olay da oluşur. Dil denilen olay da yaklaşık 3000 yıl önce olu- şuyor. İşaret dilinden ses diline geçiş gerçekleşiyor. Mitik düşünce, sim- gesel dil de sonuçta Verimli Hilal dediğimiz bu coğrafya da ortaya çı- kıyor. Muazzam bir kültürel patlama halinde bir uygarlığa dönüşüyor. Köy-kent onunla birlikte devlet-sınıf gelişiyor. Mühim olan toplumsal do- ğanın kadın etrafında gelişiyor ol- masıdır. Kadın etrafındaki toplumsal doğa Sümer toplumuna kadar hatta tarih verirsek iki bin yıl öncesine ka- dar egemen bir kültürdür. Egemen bir kültür olarak ana tanrıça kavramı ortaya çıkıyor. Heykelciklere, hala varolan tapınak kalıntılarına yansı- mıştır. Gılgamiş, Babil, Enuma Eliş gibi mitolojik destanlarda çok açık anlatımları var. Dolayısıyla vardığımız sonuç kadın merkezli bir toplumsal- laşmanın varolmasıdır. Ve bir de dişil ve eril öğelerin tutuculaşmasına dayalı sorunsallaşma var. Bunun da temeli burada çok güçlü atılmış. Bü- tün arkeolojik kanıtlar hayvan ve bitki evcilleşmesinin burada başlamış olduğunu gösteriyor. Marx’ın zama- nında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı bu nedenle onu suçlayamayız. Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. Bu sorun- sallık uygarlık toplumuyla sonuçlanır. Kentin doğuşuyla sonuçlanır ve bu- rada da kadının damgası vardır. Uruk ilk kenttir, ilk devlettir, ilk sınıftır aslında. Gılgamış destanı bunun bütün ipuçlarını veriyor. Büyük bir savaş olduğu için destana girmiş, insanlığın ilk yazılı destanıdır ve bu ilkin içinde yüzlerce ilk var. İşte sınıf, yaratım, devlet yaratımı, erk yaratımı, müthiş başlangıçlardır. Burada Uruk kendinin kurucu tanrıçası İnanna’dır. Ninna kelimesi de her halde oradan geliyor. Dolayısıyla bu kadın merkezli tanrıçalık o yükselişi ifade ediyor. O dini, tanrıça dinini ifade ediyor. Kut- sallığı o derece gelişmiş ki, Gılgamış gibi biri tiril tiril titriyor. Bereket tö- renlerinde açık bir cinsel töreni de var. Mitoloji yazarı bu kutsal evlilikleri müthiş bir tören olarak tarif eder. Ve o birleşmeyi gerçekleştiren güçlü erkek ertesi gün öldürülüyor. Birçok kültürde böyle bir durum var. En son Azteklerde de yakalanan deli- kanlıların hepsi kurban ediliyor. 1500’lere kadar bu kültür birçok ta- rafta uygulanıyor. Bir bakire ile bir ay veya bir yıl gibi kısa bir sürenin ardından öldürülüyor ve ciğeri de yeniliyor. Azteklerde korkunç bir ge- lenek var. İspanyollar orayı fethettiği dönemde halen orada senede böyle binlerce genç erkek kurban edili- yordu. Hem de tapınakta ve bu başka yerde de böyle. Bunun temeli tanrıça dininden kay- naklanıyor. Tanrıça kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açık- laması şudur, tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Bunu açıklıkla söyleyebilirim bu tez benim. Böyle kutsal bir evliliğin bir gereğidir diyor. Kitaplar öyle yazıyor ama kadın yerini bir erkek tanrıya bırak- mak istemiyor. Ne kadar sevgilisi olsa da, Dumuzi İnanna’nın sevgili- sidir ama onu öldürüp yerin altına gönderiyor. Kural öyle. Neden? Çün- kü kadın yerini bir erkek tanrıya bı- rakırsa başına ne geleceğini biliyor. Nitekim Babil destanın da bunun gerçekleştiğini görüyoruz. İnanna 4000’lerde Uruk sitesinde mutlak bir güç iken, mutlak tanrıça ve kutsal evliliğin bütün görkemini sürerken, Gılgameş bile köşe bucak kaçmaya çalışıyor. Ölümsüzlük ara- yışı bununla ilgilidir. Hayret ediyorum benim gibi bir çaresiz bunu tespit etmişse onca bilim adamı niye tespit edememiş şaşıyorum. Evet bu ölüm- süzlük arayışının anlamı şudur, erkek canını kurtarmak istiyor. Çünkü Uruk sitesi tanrıçasının o dine göre bir sürü erkek rahipleri var. Tanrıça de- diğim bir kadın yönetici var, tapınakta ona bağlı rahipleri var, içlerinden is- tediğini alıyor, onunla kutsal evliliği yapıyor, ertesi gün de adamı öldü- rüyor. Öldürüleceğini bildiği için Gıl- gamış kaçıyor’ beni seçme’ diyor. Birinci kaçış planı var, ikinci kaçış planı var, her seferinde yakalayıp getiriyorlar. Ama sanıyorum çarpıcı bir gerçeklik yaşanınca canı bağış- lanıyor. Nasıl bağışlanıyor bilmiyo- rum, araştırmadım. Canı bağışlan- ması müthiş bir olay olduğu için Gıl- gamış destanı vücut buluyor. Gıl- gamış’ın farkı artık öldürülen bir erkek olmaktan çıkmasıdır. Öldürülen bir erkek olmaktan çıktıktan sonra bu destan vücut buluyor. Ve taşlara kazınıyor, tuğlalara yazılıyor, bugüne kadar gelen bir erkeklik çağı başla- tılıyor. M.Ö. 4000’lerden M.Ö. 2000’lere Babil hükümranlık döne- mine kadar egemenlik yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Bu sefer tersinden erkek bu yüce kadın tapınağını alıyor. Gılgamış Enkidu’ya (ki büyük ihti- malle o dağlardaki proto Kürt oluyor) bir fahişeyi gönderiyor. Bir destandır ama bir fahişe üzerinden erkeği elde etme kültürü de vardır. Ne yapıyor- lar? Allayıp pulluyorlar. Zaten tapınağı var biliyorsunuz en seçme kadınlar tapınaktadır. Uruk sitesinde bir kadın tapınağı var, bunu günümüzün kerhanesine benzetebiliriz. Tapınaktan kerhaneye bir dönüşüm söz konusudur. Mu- sakkaddim evet ismi de var. Bu er- keğe dayalı toplumsallaşmadır. Halen de öyle değil mi? Çok çarpıcıdır, saflarımıza kadar sızmalar oldu. PKK’yi bölüp parçalamak için böyle özel kadınlar yollandı. Çok çarpıcıdır. Bunları biz yaşadık, ben bile belki yaşamış olabilirim. Böyle bir gerçeklik var. Şu anda da çok yaygın. İşte ör- gütün başına musallat etme, hatta örgütün kendi kendini lağvetmesi bu olgu etrafında gerçekleşiyor. Bir tarihsel temeli elbette bu topraklarda var. Enkidu Zagroslardan getirilmiş, güçlü erkek diyor, muhteşem en az Gılgameş kadar güçlü. Hatta o ol- madan Gılgamış yaşayamıyor. Ha- kim kenti koruyan adam. Destanda var. Muazzam övgüler var. Ölünce Gılgamış da kendini öldü biliyor. Nasıl öldüm nasıl başıma bu felaket geldi diyor. Anlatılan trajik bir des- tandır. Ama özü şudur, bu kadın üzerinden dağdaki adamın kontro- lünü ele geçirmedir. Kadın tapınağı musakkaddime dönüşmüş, Gılgamış artık krallığa geçiyor hem tanrı hem kral. Kendine bağlı bir erkek ordusu oluşturmak için nasıl ki Kürtlerden asker devşiriliyorsa bu yolla ağırlıklı olarak kadın evi üzerinden getirip o dağlıyı götürüyorlar, tapınaktaki fa- hişe ile birleştiriyorlar. Adam iki üç günde dağılıyor, darmadağın oluyor. Bir daha asla dağa çıkmam diyor. Çünkü fahişeye alışıyor. O gün bugündür toplumu baştan çıkaran, kadını fahişeleştiren, erkeği de en kötü duruma sokan bu kuru- mun temeli böyle atılmıştır. Gılgamış destanın özü de bu… bunu niye an- latıyorum. Sorunsallık dedik ya kadın ve sorunsallıktır. Bu gerçeklik ana başlık altında incelenebilir. İnkara gelir mi, hala etkisi yoğun yaşanıyor. Erkek nasıl erkekleşti bunu anlattım. Tanrıça nasıl erkek dinine dönüştü, bunu anlatmaya çalışıyorum. Gıl- gamış’ta korkunç, Enkidu da biten proto Kürt’tür. Böyle çok kaba ve genel tarif ediyorum. İsteyen bunu derinleştirebilir ama özü bu benim için kadına dayalı toplumsallık, buna dayalı erkek kadın çekişmesi, kadın tanrıça, erkek tanrı, işte Tevrat’ta yeri var, İncil’de yeri var, rahip rahibe İslam’da ise harem kurumu Osman- lıda zirve yapmış. Muaviye’de zirve yapmış. Hıristiyanlıkta zirve yapmış. Yahudilikte de ev, aile denilen olgu- nun kökü Tevrat’tadır. Tevrat’ı açın bakın kadın nasıl eve kapatılmış. Eve kapatılmanın tabi Zerdüşt te- melini atmış. Yahudiler Babil’de onu Zerdüşt’ten alıyorlar. Müthiş bir aile kurumunun temeli böyle atılıyor. Eve kapatılma, evlenme… yani evlenme eve kapatılma anlamına geliyor. Gelin allanıp pullanıp eve kapatılır. Kadın bitki topluyor, erkek avlanı- yor, canlıyı öldürüyor. Savaş bir can- lıyı öldürmektir. Hayvan öldürmek cinayettir. Kadının bitki tohumları et- rafında toplumsallığı oluşturması bambaşka bir olay. Erkeğini öldürerek kendini güçlendirmesi bambaşka bir olay. Bunu daha da açacağım. Birisi şu andaki katliamcı topluma dönüştü birisi hala toplumu ayakta tutmaya çalışıyor. Dolayısıyla toplumu ayakta tutma kültürü kadın etrafında gelişen bir sosyolojiye dayanır. Savaşı esas alan yani ganimeti esas alan toplum erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir. Marx bunu sı- nıfsallaşmaya bağlar, oysa hiç gerek yok. Bir artık değer imkanı oluşmaya başlarsa kadının etrafında bir bitki toplumu, bir besin arttırımı olursa erkek buna göz dikiyor. Hayvan da avlıyor ama bir de kadının topladığı besinlere el koyuyor. Hem besine el koyuyor, hem kadına el koyuyor, hikâye böyle başlar. Bir taşla iki kuş vuruyor. Evet, kadın toplum geliştirmiş ev kurmuş. Kadın yavrularını besliyor, bir kadın klanı var, bir kadın toplumu var. Tanrıça durumuna gelmiş 30 bin yıl insanlığı idare etmiş. İşte avcı erkek ki özel bazı birlikleri, erkek kardeşliği diye bir kulüp oluş- turmuş. Erkek kardeşliği kulübü o kulüp de birkaç ahbap çavuştur. Av- cılar grubu oluşturmuş önce hay- vanları vurur, başarılı olursa şölen yapılır. Ama bir bakıyor ki kadın buğday, arpa, mercimek ekiyor ve neolitik dediğimiz toplumu böylece köy kurarak geliştiriyor. Ev kuruyor. Kurar, çünkü yavruları besleyen ve koruyan o, kardeşleri var teyze olarak ve dayı olarak. Çocukları var ve bu bir klan. Ama üretiyor, icat ediyor. İnanna Enki’ye diyor ki ‘benim yüz- lerce Me mi sen hırsızladın’ bu şu demek yüzlerce yaratım sanatı var, kurumu var, aslında bunların yara- tıcısı bendim ve şimdi sen bunları sahipleniyorsun. ‘Ben yarattım di- yorsun ve yalan söylüyorsun’ diyor destanda Enki’ye. ‘Bunları ben ya- rattım sen el koyuyorsun’ diyor. Bu mitolojik ifadesi ile ben kendime özgü bir tarzda dedim. Bunu daha da geliştirdim. İşte Gılgameş desta- nının çözümlemesini de böyle yap- tım. Sorunsallığa gelince, erkek bu avcı kulübüne dayanarak bu kadın toplumsallığına saldırıyor. İşte sorun öyle başlıyor. Doğru mu doğru. Urfa başta olmak üzere görüyoruz. Çok yaygındır. Güçlü erkek evlilik olayı ile her gün öldürüyor. Tuhaftır, hatıralarımı çok anlatmak istemem ama bir tanesi aklıma ge- liyor. Hala aklımda biz bacı kardeş olarak bir eşeğimiz vardı. Yük ve ot bindiriyorduk. Hala tarlası da ak- lımda. Bir yetmezlik çıktı. Ayne ba- cıma hatırladığım kadarı ile bir dayak atma olayım vardı. Buradan da söy- lenen bir sözü vardı ‘senin gücün ancak bana yeter’ dedi. Aklımda kalmış ve her halde biraz güçlüydüm ondan. Ve iş yapmayı yeterli ve doğru yapmadığı için bir el kaldırma olayı olduğunu hatırlıyorum. Tuhaftır Eyne benim ziyaretime bile gelme ihtiyacı duymadı. Fatma bacı hala yaşıyor. Ama bu hiç oralı bile değil. Kendine bağlı bir dini mi var? Dü- şüncesi mi var? Yarı deli bir kadın olarak yaşadı. Çok enteresan, çok acı bir yaşamı da olabilir ama beni hiç aklına getirmedi bir kardeş olarak. Pek derin bir sevgisi oluşmadı. Aca- ba o dayak ile ilgili olabilir mi? Belki de onu düşünmeye başladı. Araştı- racağım bir gün. Durum şu; yani şu an zaten yaygın yaşanıyor, canı sıkıldı mı kadını öl- dürüyor. Bugün kent köy ayrımı da yok. Urfa, İstanbul ayrımı da yok. Belki İstanbul’da daha fazla. Şu anda müthiş bir sorundur aile sorunu. Bence bu evlenmekten ve evlilik bi- çiminden kaynaklanıyor. Kutsal aile hikaye. Öyle kutsal aile falan yok. Eve kapatmak ile kadın muazzam bir kölelik atmosferine alınıyor, da- yanamıyor. Patlıyor, çatlıyor ve erkek de vuruyor. Gazeteler bunun habe- riyle dolu. Binde bir kadın vurmaz ama binde dokuz yüz doksan dokuz erkek kadını vurur. Kim inkar edebilir. Ortada. İkiyüzlülük yapmaya gerek yok, sonuç olarak bu sorunsallık bu- radan doğuyor. Sınıfsallıktan doğ- muyor. Kadın erkek ilişkilerinden do- ğuyor. Sorun mu? Evet hem de temel bir sorun. İşte Gılgamış des- tanında ipuçlarını aradık. Sümer top- lumunda temellerini aradık. İşte daha sonraki o devlet, kent ve sınıf ayrı- mında zirve yaptı. Tevrat’ta var. Ku- ran’da da dolu dolu örnekler var. Göbeklitepe’nin üstünün kapatılması da bir erkek eylemi olabilir. Bir dü- şünce olarak bu erkek egemenliğinin bir oyunu da olabilir. Ama kesin bir şey diyemem. Ben bunun üzerine bir spekülasyon bile yapmam. Gö- beklitepe yaygın bir kültürdür. Dicle ve Fırat arasında 200’ü aşkın kalıntı var. Karahantepe’de bir erkek üs- tünlüğü bir cinsel organ üstünlüğü kadar bariz yansıtılmış. Böyle hey- kelleri var. Bu erkek heykelleri Hin- distan’a ve Mısır’a taşırılıyor. Bir er- kek üstünlüğüne geçiş var. Ama bu geçiş 30 bin yıl kadın etrafında bir toplumsallık gelişiyor, üretim patla- ması oluyor. Yukarı Mezopotam- ya’nın flora ve faunası çok zengin. Elini sallasan bitki zenginliği var. Karacadağ etrafı böyle. Arpa, buğday Karacadağ etrafında kültüre alındı. Koyun ve keçi burada evcilleştirmeye alınıyor. Yağmur ile beslenen bir bölge. Dünyanın diğer yerlerinde bu çok sınırlı. Burada yağmur ve toprak müthiş uyum gösteriyor. Ve böyle bir bitki ve hayvan patlaması gelişi- yor. İnsanlar Afrika’dan geliyor ve burada yoğunlaşıyor. Bitki, hayvan bol. İstediğin kadar avcı da istediğin kadar toplayıcı da olabilirsin. İkisi de oluyor. Birisi kadın etrafında birisi erkek etrafında. Sonuçta ne olur, çatışıyor. Erkek avcı ve elinde silah. Çatışma obsidyen, çakmak taşıyla oluyor. Silahlar Göbeklitepe etrafında hala var. Obsidyen ticareti yapılıyor. En kıymetli ticarettir. Obsidyen silahtır aslında. Çünkü keskin bir silahtır. Bu keskin bıçak erkeğin elinde bir avcı aletidir ve onunla herkesi kesi- yor. Kadın bu üstünlük karşısında yeniliyor. Adam küçük bir kulüp, beş on tane ahbap. Elinde obsidyen bı- çağı var nereye giderse öldürüyor. (Ben bile dayımı çok severim ve benim için çok değerlidir. Halalarımı tanımam. Ana soy üzerinden teyze- lerimi iyi tanırım) Ana soylu toplumda ananın kardeşi olarak dayı klanda etkilidir. Demek ki bu ana soylu top- lum özelliğinin korunmasıdır. Bu karşı devrimde ana soylu toplum büyük bir darbe yiyor. Hem elinden ilk değerler alınıyor hem de erkek çocukları ve kadını köle gibi çalıştırıyor. Kadın ise kutsal evlilik töreniyle erkeği öldürüyor. Tıpkı Gılgamış destanında erkeğin öldürülmesi gibi, kökü oraya kadar gidiyor. Korkunç. Kutsallaştırma ey- lemi kadın için sevgilisi bile olsa öl- dürtüyor. Neden? Çünkü biliyor ba- şına gelecekleri. Bu felaketin başına gelmemesi için öldürmesi gerekiyor. Özü bu. Tarihsel materyalizm bu. Bizim Marksizm’den alabileceğimiz en faydalı düşünce bu. Diyalektik materyalizm bunu böyle açıklar. Ama erkek de artık kadının bu hüküm- darlığına Sümer toplumunda son verir. Sümer toplumu erkek ege- menlikli bir topluma geçiştir. Ve ka- dının köleleşmesi ile bu geçiş ta- mamlanır. Bu geçiş sağlandıktan sonra Babil destanı, Enuma Eliş destanı var. Okuyun, bunu çok çar- pıcı göreceksiniz. Buradaki destan- ların içeriğini din haline getiren İbrani toplumudur. İbrani toplumu Tevrat’ı Enuma Eliş destanından almıştır. Tevrat’a ge- çirmiştir. Tevrat=Enuma Eliş destanın İbrani kabilesinde geçirdiği dönüşüm hem manevi hem de maddi dönü- şümdür. Bu dönüşümün adı, anlam ifadesi olarak Tevrat’tır. Tevrat’tan da İncil doğar, Kuran doğar. Bunu da kimse yadsıyamaz. Sonuç eve kapatılmadır. Büyük bir ihtimalle Zerdüşt büyük bir katkıda bulunuyor. Adam cinsel organlarını da kutsuyor. Fallokrasi yaşanıyor. Adam kendi cinsel organını tanrı yerine koyuyor. Halen Hindistan’da da yaşanıyor. Ama öncesinde kadın tanrıçadır. Mühim olan bu. ‘Sadece ben değil cinsel organım da tanrıdır ve sen tapacaksın’ diyor. Ve nitekim öyle kitaba da geçmiş. Tevrat’ta da açık anlatılmış. Bizi ilgilendiren bu işin kavramsallaştırılmasıdır. Kavram- sallaştırma kısmı önemli. Bu işi din haline getirir. Şimdi de öyle. Batı’daki bu modern hastalıkları da ortaya koyacağız. Sonraki aşama mülkiyet aşamasıdır. Kaldı ki evdeki durumda böyle eve kapatılma tehlikeli bir ideoloji, büyük bir sorun, ben de dedim ya toplumda sorun böyle baş- lar. Toplumda asıl sorun budur. Bu sınıfı doğurur devleti doğurur. Ki er- kek bunların hepsini yapar. Erkek aristokratik devrim yapar, burjuva devrimi yapar, ama hepsi kadının köleliği etrafındadır. Ve devlet olur, devlet haline geldikten sonra erkeği dizginleyecek başka bir güç yoktur. Sınırsız gücü ifade eder devlet. Erkek damgalıdır. Kadın özgürlü- ğünün temelini biz attık. Nasıl gelişir? Ben kendi şahsıma kadınlara say- gımın bir gereği olarak özgürlük önce düşüncede başlamalı dedim. Nasıl istiyorsanız öyle yaşayın de- dim. Eğer gücünüz varsa tabi. ‘Ya bırak bu kadınlar ve erkekler seviş- sin, sevgili olsunlar’ diyorlar. Olabil- meyi becerebiliyorsanız olun, ben bunun önüne sınır koymuş değilim ki. Ama başına gelenlerden de ben sorumlu olamam. Değil mi? Benim tek yapabildiğim özgürlük penceresi açmak ama bakıyorsunuz her taraf bağlanmış. Hangi erkeğe gidersen, evlilik temelinde yola çıkarsan mül- kiyet duygusu müthiştir. Yani bu eşitlik sağlanmış olmaktan çok uzak hala. Bir yerde darbesini yiyeceksin. Ayrılsan bile tek başına nasıl yaşa- yacaksın? Ekonomiyi yaratan kadın şimdi nan’a muhtaç değil mi, erkeğin eline muhtaç değil mi? Çok çarpıcı. Erkek çalışmadı mı, kadın aç. Hal- buki ekonomiyi yaratan kadın. Eko- nomi biliyorsunuz Helence bir kelime, ev geçimi anlamına gelir. Kelime anlamı ev işidir. Yani ev geçindirme bilimi. Bu kadının işi. Yakın çağda kadının ekonomiyle ilişkisi sıfırlan- mıştır. Şu anda kadının elinde her- hangi bir ekonomi var mı? yok Eko- nomi şu anda şirketlerin erkeklerin mutlak egemenliğinde. Ben bunu söyleyince herkes hayret ediyor. Buna J.J.Rousseau dikkat çekiyor. Enteresandır. Adam Smith’te de bu vardır. Şaşırıyorlar. Erkek egemen- liğine ekonomik geçiş batı kökenlidir ve müthiş geçmiştir. Daha önce ortaçağda, ilkçağda kadının elinde epey ekonomi var. Ama kapitalizmde o imkan tamamen ortadan kalkıyor. Şirketlerin eline geçiyor. Para ile finans şirketleri er- kek tekelindedir. Kadının para üze- rinde, ekonomi üzerinde hiçbir ağır- lığı olmadığı gibi bütünüyle erkeğe bağlanmış. Paranın, bütün tekniğin, merkezi bilimin hepsi erkeğin elinde. Peki kadın ne hale geliyor? İşte ben ona ‘kafeste öten bülbül’ veya ‘erkeğin evdeki süsü’ diyorum. Kadın bedeni şu anda sadece bir mülkiyet konusu değildir. Kapitalizmin hiz- metinde kullanılmayan saçından tut bacaklarına, ruhuna, sesine kadar tüm varlığı mülkiyet konusudur. Rek- lam kadın bedeni üzerinden yürü- müyor mu? Bu dehşet verici. Be- deninize sahip çıkacaksınız. Erkeğin bütünüyle denetlediği beden sizin bedeniniz. Nasıl yapacaksın? Senin bütün sınırını o belirlemiş, saatini o belirlemiş. Para vermezse aç bıra- kıyor. Tabloyu daha da karanlık hale getirmek istemiyorum. Bütün bunlar sağlanmış. Misal ben ne dedim, sosyalizm kadının özgürleşmesin- den geçer. Hayret ettiğim nokta Marks dahil, adam karısıyla yaşa- mak için elbisesini satıyor. Kapitalizm en büyük kitabını yazanı, eleştirmeni geçinemiyor, karısını çocuklarını geçindiremediği için ceketini satıyor. ‘Bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Şimdi sosyolojinin kurucusu bunu derse vay başımıza gelen! Böyle Marksizm mi olur? Olmuş maalesef biz de taptık. Bir peygamber gibi ele aldık. Aşmaya çalışıyoruz, durum vahim. Kadın zaten bitti gitti. Lenin’de de Mao’da da Stalin’de de öyle. Kadın korkusundan yaşayamıyor. Lenin bu konuda büyük çaba sahibidir, onu suçlamıyorum. Stalin de kadını mülkleştiriyor, eve kapatıyor. Yani öldürmese de ölmekten beter ediyor. Bunu demek istiyorum. Biraz akıllı olduğu şey bu erkeği öldürmek. Bende de bu eğilimler vardı. Demin söyledim. En azından kendimde yaşadığım deneyimler var. Arkada- şım, en değerli arkadaşım, mutlaka öldürmemi istiyordu. Ona karşı tem- kinliydim. Onun ile on yıl boğuştum. Fakat temkinliyim. Bırak ne olacak ne yapacak işte anlattım hikayesini. Ve kaçtığında benim için müthiş bir kurtuluştu. Beni ben yapan bu ayak- ta kalış tarzım. Herkes ayıplarken ‘ya adamın karısı kaçtı’ diye insan üzülür veya öldürürken ben ‘kurtul- dum’ dedim. Erkeklerin yaptığının tam tersidir. Benim kurtuluşum bu ilişkinin bitişiyle başlar. Bunu söylesem herkes bana güler. Bunu açıklıkla söylüyorum. Kurtuldum! Aslında o gelenekten kurtuldum, bir kadın sorunsallığından kurtuluyorum. Kadını öldürürsem ne olurum, bir cani olurum. Bir caniden bir sosyalist çıkmaz. Stalin yapabilir ama ben yapmanın hatalı olduğunu düşünüyorum. İşte evli olmayan sizin gibi kadınlar benim için büyük sorun. Peki faydası ne? En azından biz ki- şilik olarak özgür düşünme imkanı verdik. Bana göre özgür düşünme imkanı çok önemli. Bana göre insan yapan en önemli özellik ki Sokrates’te de bunun izleri görülür, onun özgürlük düşüncesi, evlilikle bağlıdır ama beni ayakta tutuyor. Çok açık sizleri de biraz ayakta tutan o. Eğer özgürlük düşüncesi elinizden giderse kaçı- nılmaz olarak bitersiniz. Dolayısıyla bu yeni çıkışımız, yeni sosyalizm yeni Kürt varlığı, yeni Kürt kimliği, Kürt özgürlüğü bu temelde gelişir. Hem uygarlık eleştirisi hem moder- nite eleştirisi hem kadın köleliği eleş- tirisi bizde büyük bir gelişme göste- riyor. Sorunu en azından bireysel düzeyde aşma durumumuz var, ko- lektif düzeyde de ilerleme var. Bana göre sosyalizme en önemli katkımız budur. ‘Kadın toplumsallığı ve so- runsallık’ kapsamı temelinde giriş babında bunları söyledim. 3- TARİHSEL TOPLUMDA DEVLET VE KOMÜN İKİLEMİ Tarihsel materyalizm sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. Sa- dece gerçekçi bir yaklaşım değil, sosyoloji biliminde de özgürlük dü- şünce ve eylemi sosyalizme geçişin en sağlıklı yolu değil midir? Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel mater- yalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizm’i gözden ge- çirmeyi, bu kavram yerine gerçek- leştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışma- sından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi reel sosyalizmin çöküşünün ana nede- nidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa et- meye çalışması gelir. Peki bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çö- zümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve ko- münalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyo- rum. Bende, çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayan- dırıyorum, toplum aslında komünal bir olaydır. İşte yukarıda klan tarifini yaptım. Bu toplumsallıktır. Toplum- sallık da komün demektir. İlkel komün klan demektir. Özel olarak komün kelimesine gelince, toplumsallık bi- lebildiğimiz kadarıyla tekrar Mezo- potamya alanındaki kültürel yükseliş, Sümer toplumunun çıkışına, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli, bir de ko- münü. Peki toplumsallık nerede? Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö. 4000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir ko- münler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile daha oluşmamış. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik bağ- lantılıdır. Neolitikten önce bu klandır. Komünün Kürtçemize yerleşmiş kom ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz. Kom, kombun yani ko- mün anlamına geliyor, toplanmak. Hala kullandığımız bir kelime ki bu Aryen dilinin de buradan çıktığını en azından 10 bin yıllık bir tarihi ol- duğunu gösterir. İşte Aryen köken dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene bir devlet adı olarak geçer. Kabile başı devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yap- madım. Marx buna bilimsel keşif di- yor, bunlar hikaye. İşçi sınıfının olu- şumu, işçi sınıfının gelişimi öyle ha- rikalar yarattı, bilim falan filan basit bir şeydir. Kabilenin bastıranı devlet haline geliyor, aşiret reisi her kimse onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. Devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile ki, devlet oldu mu ezilen kabile de olur. Ayrışma öyle başlar. Marksizm proletarya böyle oldu, pro- letarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor. Evet var hala öyle bir sanayi dev- rimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur. Burjuva- laşma proleterleşmenin öncesi Ba- bil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyüt- müşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu devletleşme hikayesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamamak ge- rekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marks ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapitali bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe al- mış. Bana göre onun içsel bir kırıl- ması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor. Kropotkin’in Lenin eleştirisi var ‘Sovyetleri yıkma’ diyor. Komün demektir aslında Sov- yet. Fakat Lenin devleti tercih eder, NEP programı ile Stalin korkunç bo- yutlara ulaştırır. Marks ömrünün sonunda dikta- törlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımını da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bun- dan ibarettir. Yazılı tarih özellikle. Sümer’de temeli atılmıştır, şu anda batıda bunun zirvesini yaşıyoruz. Komün evet belediye demek komün demektir ama boşaltılmıştır. İşte bu- gün bizim belediyelere, devlet tara- fından kayyım atanır, hiç yok diyen de çıkmıyor karşısına. Bu da içinin boşaltılmış olduğunu gösteriyor. As- lında komün büyük bir toplumsallıktır, klandır, hatta aile bir komündür ama çok zayıflatılmış, içi boşaltılmış, be- lediyelerin içi boşaltılmış, aşiret kabile kalıntıları var onun da içi boşaltıl- mıştır. Çok esef ettiğimiz o Tavşan- tepe’deki olay kabileyle ilgilidir, o kabilenin marifetiyle içteki o müthiş o tecavüz unsuru küçücük bir kız çocuğuna yönelik eşi görülmemiş bir katliam olarak ifade bulmuştur. Sembolik bir olay ama anlamı çok çarpıcıdır. Bu bir kültürün ifadesidir. Molla Gurani de bir molla ailesi, İs- tanbul’un fethine katılmış bir Molla Gurani’den geliyor bu Güran ailesi. Molla ailesinin buradaki hazin duru- mu da ortada. Dolayısıyla bu ko- münalite çıkışı bizim bu yeni dönemin özgürlük sosyalizminin ifadesi olacak. Yeni dönemi biraz bunun etrafında tartışıp somutlaştıracağız. Ahlaki politik toplum kavramı, ko- mün değerlendirmesinin başka bir ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulması. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün öz- gürlüğünü savunacağız. Zaten adı üzerinde ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları esas alı- yoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bul- masını isteyeceğiz bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Be- lediyeler hala komündür. Bizde de kom var. Ahlak yok mu, etik yok mu, tabi var. Zaten komün yasalar- dan ziyade etikle yürüyecek bir ko- nudur. Komün bir de demokrasidir. Demokratik siyaset politika demektir. Komün isimdir, etik politik sıfattır. Komün etik ve politiktir, biri isim biri sıfattır. Buna Marksizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marksizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. Kropotkin’in Lenin’e karşı eleştirisi doğrudur. Bakunin’in Marks’a karşı eleştirisi doğrudur. Eksiktir ama doğ- rudur. Marksizm’i bu konuda mutlaka bir eleştiriden geçirmek gerekir. Marx, Bakunin’i anlasaydı, Lenin de Kro- potkin’i anlasaydı sosyalizmin kaderi kesinlikle başka türlü gelişirdi. Bu sentezi sağlayamadıkları için reel sosyalizm gelişti. 4- MODERNİTE Avrupa’da yeni çağın adı moder- nitedir. Biz moderniteyi Mahşerin Üç Atlısı üzerinden tanımlıyoruz: Kapi- talizm, ulus devlet ve endüstriyalizm. Modernite bu çağın gerçekliğini ifade ediyor. Onun kapitalizmle özdeşleş- tirilmemesi gerekiyor. Modernite ka- pitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm üçlüsünden oluşur. Bu 16. Yüzyıldan itibaren vücut bulan bir yapıdır. Reel sosyalizm de bu modernitenin bir ürünüdür. Sosyalizm modernite üçlüsünün alternatifi olarak ortaya çıkmalıydı. Fakat sadece kapitalizme karşı sos- yalist analiz ve mücadele gündeme alındı. O da geliştirilemedi. Bu şek- liyle geliştirilemezdi de. Çünkü bir bildiriyle, komünist manifesto ile sınırlı kaldı. Endüstriyalizm olduğu gibi benimsendi, göklere çıkarıldı. Bu stratejik bir eksiklik büyük hatadır. Yine Marx’ın ulus devlete dair dişe dokunur bir analizi yok. Bu yönüyle de ciddi bir ideolojik boşluk bırakıl- mıştır. Hakkını teslim etmek bakı- mından söyleyelim. Marx da sonra- dan bu eksik analizinin farkına vardı. Kapitali yazma sürecinde üçüncü kitap devlet üzerine olacaktı, ömrü yetmedi. Yazsa da doğru yazması zordu çünkü Marx’ta ulus devleti çözümleme perspektifi eksikti. Marx’ta endüstriyalizm çözümle- mesi, eleştirisi de yok düzeyindedir. Sadece anti kapitalizm üzerinden bir sosyalizm analizi var. Eksiklikler barındırıyor. Geliştirilememiştir. Bu sosyalist teorinin moderniteyi analizde bir başvuru kaynağı olma kapasitesi çok sınırlıdır. Hatta onun bir parçasıdır modernite sınırları için- de kalır. Çağımızın sorunu modernitenin üç mahşer atıyla insanlığı mahşere sürüklüyor olmasıdır. Kapitalist sö- mürünün şu anda vardığı düzey vahşet sınırlarındadır. Gezegeni bir kanser uru gibi kaplamıştır. Ulus devlet ise onun vurucu gücüdür. Ulus devlet sisteminde ulus, askeri toplum haline gelir. Bu sistemin te- melinde şiddet ve savaş vardır. Ulus devlet savaş toplumunun sistemidir. Ve bu savaşlarda her seferinde mil- yonlarca insan katledilir. Endüstriyalizmde başta çevre ol- mak üzere yeraltı yerüstü yaşam kaynaklarını tüketerek ilerliyor. Bugün insanlık kendi yarattığı canavar ta- rafından yutulma sınırlarına dayandı. Endüstriyalizm uzun süre sorgula- malardan kaçtı, kaçırıldı. Bu konuda söylenmesi gereken ilk şey endüs- triyalizmin görüldüğü kadar masum olmadığıdır. Çünkü endüstriyalizm toplumsal dokuyu değiştirdiği gibi insan-doğa ilişkilerini de dönüşüme uğratmıştır. Endüstriyalizmi sadece barışçıl ekonomik temelli bir olgu olarak gör- mek de yanılgılıdır. Endüstriyalizm baştan beri savaş teknolojileri ile iç içedir. Ulus devleti mümkün kılan da budur. Başka bir ifadeyle endüstri, teknoloji ve savaşın birleşmesi en- düstriyalizmin temel özelliklerindendir. Gelişmiş ulus devletin gelişmiş savaş teknolojilerine sahip olması tesadüf değildir. Özetle endüstriyel gelişmeyi nötr bir alan olarak görüp, moderniteye karşı mücadelede görmezden gelen bir karşı mücadelenin başarı şansı yoktur, olamaz. Modernite durduru- lamaz ve böyle devam ederse ge- zegenin 50 yıllık bir ömrü kalmış. Distopik bir şey olarak değil gerçek bir mahşeri sondan bahsediyorum. Marx bu tehlikeyi sezdi ve antisini koydu. Ama geliştiremedi. 6 kitap yazacaktı. Birinin ilk cildini yazdı, onu da eksikli yazdı. Alt yapı üst yapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı kaldı. Baş ayak derken Hegel’in bile gerisine düştü. Engels biraz tamam- lamaya çalıştı. Ailenin, Özel Mülki- yetin Ve Devletin Kökeni’ ‘Doğanın Diyalektiği’ ‘Tarihte Zorun rolü’ ko- nularına eğildi ama yetmedi. Lenin politika ve devlet analizi alanlarında tamamlamaya çalıştı o da tam ba- şaramadı. Mao bu teoriyi sömürge- lerin kurtuluş mücadelelerine uyar- lamaya çalıştı, sınırlı kaldı. Bütünlüklü bir sistem analizi ve alternatif çözüm geliştirebilirdi eksik kaldı. Biz moderniteyi ve ona hizmet eden reel sosyalizmi aşmak için yeni bir analiz alternatif sosyalist teori geliştirmeye çalıştık. Adına Demo- kratik Modernite dedik. Modernitenin sacayakları olan ulus devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün komünalite, endüstriyalizm yerine eko ekonomi analizlerini ge- liştirdik. Bu üç alan analizinin ilişki- selliğinden oluşturduğumuz özgür- lükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık, yazılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük. Kuşkusuz bu üç alanın da alt baş- lıkları var. Örneğin komünalitenin önemli bir parçası kadın özgürlüğü- dür. Yanı sıra politika, etik (ahlak) vb sıralanabilir. Bütün bunları kap- samlı biçimde ele alacağız, işleye- ceğiz. Bu sistemin bütünlüğünü De- mokratik Modernite olarak tanımla- mak doyurucudur. Dinlerdeki mahşer günü tanımlamaları sadece öte dün- ya için değil, bu dünya için de ge- çerlidir. Kutsal kitapların bahsettiği tehlike bu olsa gerek. Kapitalist mo- dernite insanlığa mahşeri yaşatmak- tadır. Bunu önlemesi gereken sos- yalizm onu önlemek bir yana adeta onun taşıyıcı eşeği, modernite ca- navarının yemi haline geldi. Sov- yetler, Çin bunun en açık örnekleridir. Çinliler enteresan insanlardır. Kapi- talizmi ve sosyalizmi birlikte uygu- lamaya çalıştılar. Olabilir, düşünü- lebilir. Ama Çin uygulamada sosya- lizmi kapitalizmin hizmetine soktu. Sonuç; kapitalizme hizmet ve onun ömrünü uzatmak oldu. Günümüzde Çin kapitalizmi Amerika ile bir he- gemonya mücadelesindedir. ABD buna şiddetle karşılık verebilir. Bu da nükleer savaş demektir. İşte mah- şer budur. Einstein’ın ifadesiyle ‘olası bir üçüncü dünya savaşı nükleer si- lahlarla olursa böyle bir savaşın so- nucunda eğer birileri hala hayatta kalırsa 4. Dünya savaşı taş ve so- palarla olur.’ Doğru söylemiş. Bu bölüm için kalın çizgilerle bunları belirtmek yeterlidir. 5- KÜRT VE KÜRDİSTAN GERÇEKLİĞİ Olgunun karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden şekillenir. Olgu nasıl olmuş, oluş- muştur? Bu sorulara verilecek ce- vaplar olgunun varlık-yokluk karak- terine dair veriler sunar. Bu çerçe- veden bakıldığında Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir ger- çeklikti. Kavram olarak da, gerçeklik olarak da Kürt ve Kürdistan Cum- huriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. ‘Hayali Kürdistan bu- rada meftundur’ gibi ifadelerle bu kırımı sahiplendiler de. Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı. Modern bir hareket ola- rak PKK’nin en önemli başarısı bu realiteyi yeniden canlandırmak oldu. PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de ye- nilmez kıldı. Diğer Kürt hareketle- rinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin var- lığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti. PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sor- gulamalar yapmak gerekiyor. Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım. Bunu dile getirdiğim zaman bayıldım. Bu benim için zor bir keşifti. Ağzıma almaktan bile çekiniyordum. Bir-iki arkadaşa anlattığımda adeta bayıl- dım. Oradan bugüne geldik. Sözün gücünü küçümsemeyin. Söz haki- katle buluştuğunda çok etkilidir, ya- ratıcı, yürütücüdür. Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, ardından neolitik yorumu, kadın öz- gürlük ideolojisi, sosyalizm yoğun- laşmaları vb geldi. Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük bir başarıdır. PKK bu ba- şarının adıdır. Özgürlük çözümü başarıldı mı? Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu fakat öz- gürleşme adımında tıkanma yaşan- dı. Tıkanmanın gerisinde reel sos- yalist ideoloji ve etkileri vardır. Sos- yalizm 20. yüzyılda dünyanın pek çok yerinde devlet iktidarını ele ge- çirdi, dünyanın üçte birine hakim hale geldi. Ama ayakta kalamadı, çöktü. Bu bize de kriz olarak yansıdı. Reel sosyalizm çöktü biz ayakta kaldık ama büyük bir bunalım da yaşadık. Reel sosyalizm teorik aç- mazlarını aşamadığı ve özgürlük sosyalizmini geliştiremediği için çök- tü, ideolojik bunalımdan çıkmak zor- dur. Dayandığınız ideolojik argü- mantasyon çökmüştür. Hangi kav- ramsal çerçeveye hangi sosyolojik analize dayanacaksınız? Reel sos- yalizm çökmüş, geriye pek bir şey kalmamış, el yordamıyla sosyalizme inancı sürdürürken ‘Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır’ gibi bir değerlendirmem olmuştur. Sos- yalizme inancımı, bağlılığımı koru- dum ve bunu bir bilince dönüştürme mücadelesine girdim. Zor, bunalımlı yıllardı. 2000’lere doğru geldiğimizde yeni bir yoğunlaşma ve çözümleme sürecine başladık. Demokratik ulus, sosyalizm üzerine geliştirdiğimiz bu çözümlemelerin stratejik sonuçla- rından biridir ve sosyalist perspektife yeni bir soluk olmuştur. Bu hem sosyalist perspektifte hem de PKK için stratejik bir dönüşümdür. Bugün bu dönüşümün sadece adı konula- cak, resmiyet kazanacaktır. 20 yıldır bu dönüşümü sonuca ulaştırmaya çalışıyoruz. Demokratik ulus çözümü önü- müzdeki sürecin temeli olacaktır. Demokratik modernitenin çözüm perspektifi demokratik ulustur. Buna çağrı metninde Barış ve Demokratik toplum demiştik. İkisi de aynı an- lama gelir. PKK Kürdistan gerçekliğini açığa çıkarma, varlığını yenilmez düzeye kavuşturma hareketidir. Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçek- leştirmedir. Özgür toplum komü- nalite temelinde etik-politik doğrul- tuda şekillenecek varlık bulacaktır. Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. PKK ol- masaydı Kürt ve Kürdistan adına geriye ne kalırdı? Latin Amerika’daki İnkalar, Aztekler, Kuzey Ameri- ka’daki Kızılderililer gibi tarihte kal- mış bir kültür olurdu. Aslında durum halen de tam aşı- lamamıştır. Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’taki bir kültür kalıntısıdır Kürt- ler. Çözülmüş kabileler, işlevsel ol- mayan bir dil, tarikat kırıntıları, aşiret aile kavgaları… Bunun halen ve PKK’nin varlığına rağmen istenilen düzeyde aşılamamış olmasının ne- deni tarihsel toplumsal dağılmışlığın derinliğidir. Bir noktadan sonra buna sömürge demeyi de yeterli görme- dim. Sömürge ötesi bir durumdur söz konusu olan. Bir tür çöplük. Çöplük toplumu, bir mezarlık. Der- sim’de halen vadilerde, mağaralarda, derelerde kemikler duruyor. Son ge- lenek temsilcilerinin mezarları bile nerededir belli değil. Şeyh Said, Said-i Kurdi, Seyit Rıza da dahil ol- mak üzere. Bunlar Kürtlerin en güçlü geleneksel önderleriydiler. Yahudi soykırımında rol oynayan Yahudi Komitesi diye tanımlanan Judenrate (Judenrat)’lar var. Bunlar faşistlerle iş birliği yapan Yahudiler- den oluşmuş grup veya ailelerdir. İş birliği karşılığında kendilerinin veya ailelerinin ömrünü 24 saat uzatmak için Yahudileri gaz odalarına gön- deriyorlar. Soykırım sisteminin işle- mesi için bu komitelere ihtiyaç du- yuyorlar. Yahudilere, “sizi banyoya götürüyoruz” diyerek kandırıp gaz odalarına götürüyorlar. Kaç kişinin istendiğine bağlı olarak gideceklerin listesini bu komiteler hazırlıyorlar. Bu komiteleri faşistler kurmuş. Bu konu üzerine düşünürken baktım ki Kürt gerçekliği de Judenrat gerçek- liğidir. Sömürgecilik ötesi dediğim bu Kürt gerçekliğidir. İşte en benim diyen aileler Barzaniler, Bedirxaniler, hatta Şeyh Sait’in geride kalan bazı torunları, Seyit Rıza’nın bazı torunları Judenratlaşmışlardır. Ailelerini kur- tarmak için Kürtlüğü imhaya götü- rüyorlar. Bir kitap bile yazmamışlar. Kendi dedelerinin anısına sahip çı- kacak halleri yok. Özgürleşen Kürde düşmanlık yapıyorlar. En son Bitlis’te bir milletvekilliği ve Şırnak’ta bir be- lediye kayyumu Bedirxanilere verildi. Bunlar Jundenrat görevleridir. Son dönemde bu tezi geliştirdim ve doğ- ruluğuna inanıyorum. Sömürge Kürt ve Kürdistan yerine bu terimin çarpıcı gerçekliği daha çok izah edeceği kanısındayım. Bu benim kavramsal çalışmamın yeni bir boyutudur. Bu boyut Kürt ve Kürdistan’da olup bi- tenleri daha çarpıcı ve gerçekçi ifa- delere kavuşturabilir. Bununla birlikte Kürtlerde ger- çeklikten müthiş bir kaçış var. Unut- mayalım, halen bu kaçışı yaşıyor- sunuz. Kürtlük olgusu sizde bir kaçış halindedir. Benim Kürtlere yönelik bir önderlik tarzım var. Bu kaçışların ne anlama geldiğini nasıl öğretebilirim, kaçışlarını nasıl dur- durabilirim diye uğraştım, uğraşı- yorum. Ben hem öğretirim hem de bu kaçışın bedelini ödetirim. Böyle bir önderlik tarzım var. Sen Kürtlükten kaçamazsın. Kürtlük öyle kaçılacak bir şey değil. İnanılmaz numaralara başvuruyorsunuz, kırk takla atıyorsunuz, beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Aynı şeyi devlet için de söyledim. Beni kandıramazsınız! Ne yaparsanız yapın, karşınızda kandırılacak bir Apo yok. Bunu PKK’ye, size 50 yıldır söylüyorum. İstediğiniz kadar beni mesihleştirin, canavarlaştırın kurtulamazsınız. 50 yıldır Önderlik böyle bir şeydir. Devlet bu masayı niye kurdu? Ve sizleri bu masada neden nasıl bir- leştirebildik? Bu ciddi bir buluşmadır. Bir Kürt buluşmasıdır ve devletin Kürt kelimesini bile en ağır şekilde cezalandırdığı bir süreçten geliyoruz. İçinde oldukça çeşitli anlamlar ba- rındırıyor. Nasıl realize edileceğini değerlendiriyoruz. Buraya nasıl ge- lindiğini, bunun için nasıl mücadele edildiğini en iyi bilen benim. Bizim en değme kadrolarımız bile bunu halen anlamaktan uzaktırlar. Bu ne- denle yaratıcı olamıyorlar. Bir ön- derlik sergileyemiyorlar. Canını ver- mekten, ölümden çekinmiyor ama gerçeğe yanaşmak istemiyor. Bunun gerisinde, Kürt gerçekliğinin sömürge bile değil, çöplük karakterinden gel- mesi vardır. Afrika’da sömürgeleştirilmişti. Ama şimdi hepsi birer ulus devlet adeta. Latin Amerika da öyle. Ama Kürt gerçekliğinde böyle bir şey yok. Kür- dün ne olduğu belli değil. Geleneksel midir, modern midir? Bir nevi trajik bir gerçeklik haline gelmiş. Bu da sanıldığı gibi dıştan bir baskı sonucu değil içsel nedenlerden kaynaklı bir sonuçtur. Bunu deşifre etmede be- nim geliştirdiğim strateji ve taktiklerin rolü belirleyicidir. Kürdistan coğrafyası ilk defa Sü- merler tarafından ‘Kürtler, Hurriler, Urlar’ şeklinde ifade bulmuş. Bu şe- kilde ilk mekânsal tanımdır. Dünya- nın hiçbir tarafında ülke tanımı yok- ken ilk defa Sümerler tarafından burası tanımlanmıştır. Daha sonra Kurdia diye Yunan tarih yazımında geçer. Herodot tarihinin neredeyse yarısı Kürdistan gerçekliğini konu edinmişti. Yunan toplumu Medlere özenti halindedir. -Ki Medleri taklit ederler. Demokrasilerini bile buradaki duyarlılıktan türettiler. Ortaçağ’da Arap İslam devrimiyle birlikte Kürt kavramı tamamen yerleşti. Selçuk- lular da ilk defa Kürdistan kavramını siyasi bir olgu haline getirdiler. Sultan Sencer kendi merkezini Hemedan (Ekbatan) olarak ifade ederken Ek- batan’ın merkezlik ettiği ülkeye de Kürdistan diyor. Kürdistan bir yö- netim biriminin adı olarak ilk defa Sultan Sencer ile anılmaya başla- nıyor. Türk hakanı Kürdistan’ı inşa ediyor. Buradan vardığım sonuç; acaba Selçuklu Sultanı Kürt sultanı değil midir? Merkezi Ekbatan’dadır, veziri Nizamülmülk’e “git” diyor “be- nim ailemi koru.” Hatta “yenilirsem Hemedan’a çekileceğiz” diyor. Malazgirt savaşı da Hemedan’a dayalı yürütülüyor. Yani Alparslan bir Kürt emirliği olarak savaşıyor. Bu da yeni tarih anlayışının bir ipu- cudur. Alparslan bir Türk emiri ol- maktan çok bir Kürt emiridir. Ailesi Hemedan’da, veziri orada. Peki bu bilgiler ışığında Selçukluları nasıl değerlendireceğiz? Bu bir Türk emir- liği midir, Kürt emirliği midir? Bunu daha da araştırmak, tartışmak ge- rekiyor. Ağırlıklı olarak bir Kürt Ön- derliği olduğu kanısı oluşuyor. Şu anda da Hemedan’da kent nüfusu- nun yarısı kadar Türkmenmiş. Şimdi ağırlıklı olarak Kürtleşmişlerdir. Emirliklerden Mervani ve Şedda- diler dikkat çekicidir. Mervaniler Dic- le-Fırat arasındaki bölgenin Kürt- leşmesini ifade eder. O da İslam’la birlikte gelişiyor. Selçuklular’da bu durum var. Alparslan Mervani emir- liğinin silahlı gücünü yanına alıp Malazgirt’te ortak savaş gücüyle Bi- zans’a karşı savaşır. Alparslan bir askeri komutandır, etrafı Kürtlerle doludur. Ahlat da emirliktir, Kürtler o dönem Bizans’la hareket etse Al- parslan’ın kazanması mümkün ol- mazdı. Yüzde yüz Kürt ittifakıyla başaran bir savaş. 1050-1060’lardan itibaren Kafkasya’nın güneyinde Şeddadiler ile Selçuklular kesin bir ittifak yapıyorlar. Bizanslılar karşı- sında ne tek başına Şeddadiler ayakta durabilir nede Selçuklular adım atabilirdi. İkisi tarihsel bir ittifak kuruyorlar. Bu tarihsel ittifakın ilk ürünü Bizans’ın idaresindeki Ermeni Krallığına karşı 1064’te sefer dü- zenleyip Ani ve Kars’ın alınmasıdır. Bu savaştan sonra Ani Manuçehr’e, Kars ise Tuğrul’a verilir. Kalıntı olarak Ani’de bugün de Manuçehr camisi vardır. Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakı çok önemlidir. Osmanlının Ortadoğu imparatorluğu haline gel- mesinde rol oynayan Ridaniye, Mer- cidabık, Çaldıran savaşları Kürt-Os- manlı ittifakının ürünüdür. Kürtler imparatorluğun asıl kurucu unsur- larından biridir. Çelebi Mehmet babası esir düş- tükten sonra kaçarken Amasyalı Be- yazıt paşa onu sırtlayıp Amasya’ya kadar götürmüş. Bu da bir Kürt pa- şasıymış. Bu belki simgesel bir olay- dır. O dönem Amasya’da Şeddadi- lerin Kutluşahlar kolu yönetici ailedir. Çelebi Mehmet de Osmanlıyı fetret devrinden çıkartan padişahtır. İs- tanbul’un alınmasını teşvik eden Molla Gurani, Akşemsettin de Kürt’tür. Kurtuluş Savaşından bah- setmeme gerek bile yok. Mustafa Kemal bu savaşı İzmir’den, Trak- ya’dan değil de Erzurum, Silvan gibi Kürt coğrafyasından başlatıyor. Kur- tuluş savaşının Kürt-Türk ittifakıyla kazanıldığı inkara gelmez bir haki- kattir. Sonuç; bildiğimiz Türkiye Cum- huriyeti’dir. Cumhuriyetin asli kuru- cusu olan Kürtler Cumhuriyet ku- rulduktan bir yıl sonra yok sayıldı, Kürt kimliği yasaklandı. Böylece Sü- merlerden bu yana varlıkları tarihsel kayıtlarda bulunan Kürtler Cumhu- riyetle birlikte yok sayılıyor. PKK bu inkarı büyük bir direnişle boşa çıkardı; Kürt kimliği gerçekliğini tarihsel-toplumsal bakımdan açığa çıkardı ve dost düşmana kabul ettirdi. Ama bu inkarın sizde yaşanan so- nuçları hala tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmü- yorum sizde, göremiyorum. Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin in- şasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin bir rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle ol- maz. Kürt toplumu anti kapitalist ol- malı. Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştirecek- lerdir. Bu da tabi ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlana- caktır. Dışa yönelik, dış baskıya yö- nelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış ol- masıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önü- müzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz. 6- PKK VE FESİH 90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mü- cadele perspektifine göre örgütlen- mişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şe- killenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalizm tan- danslı ulusal kurtuluşçu damarı üze- rinden ayakta kaldı. Hareketimizin yeni ve gelişmekte olması ile ulusal kurtuluşa duyulan ihtiyaç ve moti- vasyon onu ayakta tuttu. Bu doğ- rultuda devam ettik, ettirdik. Reel sosyalizmin aşıldığını bili- yorduk ama onun yerine ne koya- cağımızı bilmiyorduk. Bu nedenle 1990-2000 arası zamanı ideolojik bakımdan bunalımlı geçirdik. 1998 yılında ‘ben böyle bir partiden istifa ediyorum’ demiştim. Bunun nedeni partideki ideolojik bunalımı aşama- mış olmamızdı. İmralı sürecinde tüm bu sorunları da içeren kapsamlı bir yoğunlaşma sürecine girdik. Bu yo- ğunlaşmalarımızı Beş ciltlik kitapla sonuçlandırdık. Söz gelimi sosyalist mücadele stratejisini vb. yeniden tanımladık. İdeolojik, stratejik yeniden yapılanma için önemli bir külliyat oluşturduk. PKK’nin içini bayağı eleştireceğiz ve özeleştiriler gelişecek. 50 yıllık mücadele olumlu-olumsuz muazzam bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçirilir. Sosyalizmde yaşanan tı- kanma geneldir ve bu yönlü kimi arayışlar var. Ama bunalım devam ediyor. Bizim geliştirdiğimiz sosyalizm analizleri ülke dışında da kimi sos- yalist, entelektüel çevrelerde de ilgi görüyor, aydınlatıcı bulunuyor. Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık ver- dim. Sorunun çözümü için gerekli ideolojik-politik birikim ve pratik ağır- lığa sahip olduğumu belirttim. Nitekim altı aydan bu yana bu sorularla uğ- raşıyoruz ve bugüne getirdik. Bu konuda fazla açmaya gerek yok. İç eleştiri-özeleştirinin yeniden ve köklü olarak yapılması gerekiyor; hele de fesih kongresi süreci yaşanacaksa. Bu kongre epey bir zaman da alabilir. Sorun tek başına fesih de değildir. Onu olumlu olumsuz yönleriyle ay- larca tartışmak gerekir. Hemen onun yerine yeni bir şey koymaya gerek yok, yeniden yapılanma demeye de gerek yok. Çünkü sadece bir yapıdan bahsetmiyoruz. Köklü bir kişilik ve zihniyet dönüşümünden bahsediyo- ruz. Yeniden yapılanma en çok böyle mümkün olabilir. Bunun için de her- halde birkaç ay gerekiyor. Sürecin sağlıklı gelişimi ve sonuca ulaşması için aceleye getirmemek lazım. Hü- kümet veya devlet bunu hemen si- lahsızlanma olarak lanse etmek is- tiyor. Bunun böyle konulması doğru değil. Doğrusunu biz ortaya koya- cağız. Yeni bir dönem sözümüz, ta- lebimizdir. Ama bu sadece onların istediği gibi olmaz. Bizim bu konuda hem teorik hem politik yürüyüşlerimiz oldukça olgunlaşmış, tecrübe biri- kimlerimiz oluşmuştur. PKK’nin feshi konusunu değerlendirmede, bu aç- mazı çözümlemede ve hatta fesih kongresini gerçekleştirmede zorla- nacağımız söylenemez. Dediğim gibi uzun süredir başlatılmış bir dö- nüşüm çalışması var. 7- YENİ DÖNEM PERSPEKTİFLERİ PKK reel sosyalist ideoloji ve ulus- ların kendi kaderlerini tayin hakkı il- kesi temelinde örgütlenmiş, müca- dele stratejisi ve taktiği buna göre düzenlenmiş bir hareket olarak do- ğup gelişti. Birleşik Bağımsız Kür- distan hedefi esastı. Bu hedefi sos- yalizmin amentüsü olarak kabul et- miştik. Fakat hem reel sosyalizmin çöküşü hem de reel sosyalist pers- pektifle gelişen ulus devletlerin yüz- yüze kaldığı gerçekliği çözümleyince bu modelin sosyalizmle de ulusun kurtuluşuyla da bir ilişkisinin olma- dığını gördük. Bilakis sosyalist pers- pektifle inşa edilmiş olsa da ulus devlet kapitalizmine hizmet etmiştir. Ve bu model kapitalist bir modeldir. Sosyalist ideoloji üzerine yoğun- laşmamızın ve onu demokratize etme girişimimizin nedeni budur. As- lında sosyalizme demokratik demek de tam oturmuyor. Çünkü sosyalizm zaten demokratik olmalı. Fakat reel sosyalizm devlet iktidarını ele ge- çirme ve devleti proleterleştirme yani proletarya diktatörlüğü yönelimli ol- duğu için demokratik özü zayıftır. Demokratik sosyalizm ifadesini bu nedenle kullanma ihtiyacı duyduk. Ulus devlet karakteristik olarak ik- tidarcıdır. İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir, fakat ürettiği egemenlik kültürü bakımından değil. Ayrıca sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sı- nıfa karşı sınıf savaşımı yerine dev- lete karşı komün ikilemini ikame ettik. Ulus devlet sosyalizme terstir, onu yozlaştırır. Bu nedenlerle biz ulus devlet fikrini de, hedefini de ters yüz ettik. Bunun yerine demo- kratik ulus dedik. Bizim yeni dönem perspektifimiz demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalizm temelinde toplumun ye- niden inşasıdır. Bu inşanın felsefi temelleri, ideolojik boyutları ve ay- rıntılandırılmış toplumsal bünyede vücuda gelmesi için gerekli kavram- sal-kuramsal çerçeveyi geliştirme sorumluluğu önümüzde duruyor. Ça- lışmamızın devamında bütün bu ko- nuları ana ve ara başlıklar altında ele alacağız. Bu bağlamda hem programsal hem de stratejik-taktik çerçevesini belirlemeye çalışacağız. Son çağrımız Barış ve Demokratik toplum çağrısı oldu. Bu ilanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin icazetiyle ya- pılması enteresan ve önemlidir. Çün- kü barış karşısında mücadele ettiğin devletle olabilir ancak. Demokratik Toplum bu devletle diyalog içinde inşa edilebilir. Bunun adı demokratik uzlaşma oluyor. Çağrımızda bu da vardı zaten. Hiç kuşkusuz tarafların niyetleri farklı olabilir. Ama atılan adım veya yapılan çağrı öz olarak doğrudur. Tarafların durumu da bunun doğru olduğunu gösteriyor. Benim açımdan kongre çoktan bitmiştir. Ama kadro gücümüz de bunu gündeme alarak resmileştirecektir. Problem çıkacağını sanmıyorum. Daha önemlisi bu ge- leceğin ideolojik temellerini, pratik programını ve stratejik taktik boyut- larını geliştiriyoruz. Demokratik top- lum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik top- lumun siyaseti demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik ko- mündür. Bunların birbirinden ayrıl- ması doğru olmaz. Komün toplumu demokratiktir. Güncel topluma de- mokratik toplum demek gerekir. De- mokratik sosyalizm de demokratik toplumculuk anlamına gelir. Devletin nasıl bir tarihi varsa komünün de bir tarihi vardır. Komün konusu hayli dikkatimi çekiyor. Bu önemine binaen uzun uzun irdeleme gücünü göste- receğimizi düşünüyorum. Halkların özgür yaşamı komünle mümkündür. Ulus devlet nasıl kapitalizm silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür. Belediyeler üzerinden de bu komünal toplum örgütlenebilir. Teorik ve pratik olarak bu mümkün. Ancak özenle ve gerçek bir anti ka- pitalist mücadeleyle mümkündür. Kurucu kadronun kafası karışıksa, iradesi çarpıtılmışsa bu olmaz. Bunu önce Türkiye Cumhuriyeti ile başarmayı önemsiyoruz. Mevcut görüşmelerimiz işi bu noktaya taşıdı. Bu önemli bir aşamadır. Bu toplan- tılarımız bile belki de çözümün yarı- sıdır. Bundan sonra da özlü ve de- ğerli bir çaba gerektirecek. Başarıya dair inancım ve umudum yüksektir. Bunun başarıya ulaşması sadece Kürt, Kürdistan için değil, bölge için de önemli başarılara yol açacaktır. Burada ulaşılacak bir başarı Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacaktır. Tür- kiye Cumhuriyeti için de hem ken- disini yenileme, demokrasiyle taç- lanma hem de bölgede öncülük yap- ma şansı oluşacaktır. Süreç karşıtlarının hiçbir değer ifa- de etmediğini belirtebilirim. Yenik düşeceklerdir. Fakat bunun aşılması da taraflara sorumluluklar yükler. Bu sürecin bölgesel sonuçlarının yanısıra enternasyonal sonuçları da olacaktır. Bölge konfederalizmi mutlak bir ge- reklilik olarak ön plana çıkıyor. İsra- il- Filistin çatışması, mezhep çatış- maları, ulus-devlet çelişkilerinin pan- zehiri Demokratik Konfederalizmdir. Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dost- larla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihi bir adım olacaktır. Abdullah Öcalan 25 Nisan 2025
PKK FESHİ-SİLAHLI MÜCADELE YÖNTEMİNİ SONLANDIRMA KONGRESİ’NE
Değerli Yoldaşlar! Mücadele tarihimizin 52 yıl 1 ay 1 haftasının sonunda resmen tarihi bir dönemini geride bırakıyoruz. Daha somut bir anlamla ulus-devlet amaçlı sosyalizmden, demokratik toplum sosyalizmine tarihsel bir döneme başlangıç yapmak istiyo- ruz. Tıpkı her şeyin bir sonu ve başlangıcı olduğu gibi. Bir dönem dört ana nedenle geride bırakılmak durumundadır. w PKK öz itibariyle ömrünü ta- mamladığı için resmen de feshe- dilmek durumundadır. Bununla kas- tedilen reel-sosyalizmin iç nedenle çözülüşü, yeni bir sosyalizm yolunun açılma gereği, Kürt kimliğinin ta- nınma ve gerçekleşme durumudur. w Silahlı mücadele; ulus-devlet amaçlı bir stratejiye dayalı olup bu amaçtan düşüş ve demokratik top- lum programına geçiş demokratik siyaset ve hukuka dayanmayı ge- rektirdiğinden vazgeçilmeyi gerek- tirir. Karşılığı demokratik siyaset hakkının tanınması ve sağlam bü- tünlüklü bir hukuki güvencedir. w Devletle her tür diyalog ve gö- rüşmeler PKK resmiyeti altında kabul görmediğinden önemli bir unsur olarak gündemleştiğinden fesih gereklidir. Kamuoyu dikkate alınarak varılan bir sonuç olarak da görülebilir. Yeni bir tarihi döneme; “Barış ve Demokratik Toplum” aşamasına geçiş için gereklidir. Hem içerik hem form olarak birinci dönemin alternatifi olarak kongrenin sonlan- dırma, demokratik toplum, onun si- yaseti ve hukukuna ilişkin alacağı kararların tarihi nitelikte olduğuna inanıyor ve başarmasını diliyorum. İnsanlıkta Israr Sosyalizmde Is- rardır. Ulus-devletçi sosyalizm yenilgiye; Demokratik toplum sosyalizmi za- fere götürür. 27 Nisan 2025 Abdullah ÖCALAN