Kendi ‘şahsını’ fazla önemsemeye başlamak kimse için hayra alamet değildir. İşinizin sizden beklediği nitelikleri unutup, ‘şahsınızın’ aklanması, allanıp pullanması için uğraşmaya başladığınız an, bazı dengeleri elden kaçırabilir, sizi rahatlatacak hayali hikayelere sığındığınız oranda ‘keşke hiç olmasaydı’ dedirtecek durumlara sürüklenebilirsiniz.
Bunun örneklerini siyasetçilerde görmeye alışkınız. Ama kendisini muhtemelen entelektüel de addeden bir medya mensubunun ‘şahsına’ teveccühünü siyasi analiz sanmasına pek alışkın değiliz…
Ruşen Çakır 38 dakikalık 23 Ağustos Medyascope yayınında anlaşılan kendisi için son derece hayati önemde bir konu etrafında ‘şahsı’ üzerine konuştu. Mesele ‘yetmez ama evet’çi olmakla suçlanmasıydı. Oysa o ‘protestocu olmayan bir boykotu’, yani öne sürdüğüne göre demokrasi ve özgürlük yanlısı tek doğru tutumu savunmuştu…
İnsanların kendilerine ilişkin yargılarını değiştirmeye çalışmak abesle iştigal. Ancak bu yayında Ruşen Çakır izleyicileri yanıltacak bir söylem tutturdu, böylece kendisini biraz daha tanımamıza fırsat verdi ve bana da iki çift laf etme imkanı sundu.
Birinci husus ‘yetmez ama evet’e dair…
Demokrasilerde iktidarlar muhalefeti, iktidar ortaklarını ve de kendi iç çeşitliliklerini dikkate alır ve düşündükleri yasal/anayasal değişiklikleri bazen referanduma götürürler. Vatandaş da önüne konan listeye bakar ve eğer söz konusu değişikliğin daha ‘iyiye’ doğru olduğunu düşünüyorsa destekler, aksi halde desteklemez. Yani tercihler ‘evet’ ile ‘hayır’ arasındadır… Birileri ‘yetmez ama evet’ diyorsa bu değişikliğin niteliğine işaret etmez, çünkü açıktır ki demokrasilerde farklı kişiler nezdinde her kural değişikliğinin ötesinde daha ‘iyi’ bir durum mevcuttur.
Dolayısıyla gerçekte ‘yetmez ama evet’ bunu söyleyenlerin psikolojik durumunu yansıtır. ‘Desteklenmesi lazım ama elim varmıyor’ demeye getirir. ‘Desteklersem ne derler’ kaygısını ifade eder. Sonuçta ‘yapılanlar iyi olsa da benim ufkum onun daha ilerisinde’ deme ihtiyacına işaret eder. Türkiye’de laik/sol bu üstünlük hastalığından, gizlemeye ihtiyaç duymadığı bu kibir halinden mustariptir. Muhafazakar bir yönetimin doğrularını desteklemeyi kendisine yediremediği için, ille de ona bir ‘yetmez’ kuyruğu takmak ister.
Ne var ki ‘yetmez ama evet’ sloganı, cemaatçi ve kavruk solculuğun kendisini bir nebze iyi hissetmesini ancak geçici olarak sağlamış gözüküyor. Şimdi daha ‘sağlam’ solcular, yani düşünme melekelerini kaybettikleri ölçüde siyasetle ‘kirlenmemek’ uğruna ideolojiye sığınanlar onları ve boykotçuları korkaklıkla ya da davaya ihanetle suçluyor.
Eğer siyasete birey olarak yaklaşacak gücünüz yoksa, cemaatinizin size biçtiği ideolojik konumun kişiliğinizi belirlemesini engelleyemez ve çevrenizin size kucak açması için siz de Ruşen Çakır gibi ‘şahsınızı’ aklama uğraşına girersiniz…
İkinci husus ‘gazeteci ahlakına’ dair…
Söz konusu programda Ruşen Çakır 2010 Referandumunda önerilenlerin ‘ne iyi ne kötü’ olduğunu ima ederek, sonuçta yargının Fethullahçıların eline geçmesine hizmet ettiğini söyledi. Ancak o 26 maddenin hangilerinin kötü olduğundan bahsetmedi, hiçbir örnek vermedi. Bu son derece ilginç bir durum… Çünkü aynı Ruşen Çakır daha iki hafta önce dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i konuk ettiğinde Ergin referanduma sunulan maddeleri tek tek sayarak hepsinin demokrasi yönünde adımlar olduğunu anlatmış, Ruşen Çakır ise tek bir itirazda bulunmamıştı.
Ayrıca Ergin herkesin ve eminim ki Ruşen Çakır’ın da bildiği bir noktayı hatırlatmıştı: Yargının Fethullahçıların eline geçmesinin nedeni Referandum’daki madde değil, o maddenin CHP tarafından ‘demokratik olmadığı’ gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşınması ve Mahkeme’nin de önerilen değişikliği yaparak yargıyı Fethullahçılara teslim edecek düzenlemeye imza atmasıydı.
Unutmak bugünlerde revaçta olduğu için bir kez daha hatırlatalım… Referandum’a sunulan değişikliğe göre Hakimler ve Savcılar Kurulu’na üye seçiminde oy hakkı sahipleri sadece tek bir oy verebiliyor ve böylece çoğulcu bir HSK garanti altına alınıyordu. Anayasa Mahkemesi ise çarşaf liste oluşumunun, yani güçlü ve örgütlü grupların yargıyı ele geçirmesinin yolunu açtı.
Ruşen Çakır’ın bunları unuttuğunu, iki hafta önce Sadullah Ergin’den dinlemesine rağmen ani bir ideolojik amnezi sonucu o 38 dakika boyunca hatırlamadığını mı söyleyeceğiz? Açıkça ifade etmek gerekirse Ruşen Çakır gazetecilik ahlakını ihlal ederek izleyicilerini kandırmaya çalıştı. Bunu vicdan rahatlığı içinde yaptığını düşünmüyorum… Ama demek ki ‘şahsının’ cemaat nezdinde cilalanma ihtiyacı insanda ne gazetecilik bırakıyor, ne de asgari ahlaki sorumluluk…
Üçüncü husus ‘çorbadaki kıl’a dair…
Bilmeyenlere veya unutanlara hatırlatma… Karşılıklı komplo girişimlerinin yayımlandığı bir dönemde Ahmet Şık ve Nedim Şener yazdıkları kitaplar nedeniyle tutuklandığında ben de birkaç yazı yazmış ve birinin başlığını ‘Çorbadaki Kıl’ koymuştum. Çorbaya, yani itirazlara diyecek yoktu. Bu iki kişinin tutuklanması, hatta tutuksuz yargılanması bile hukuksuzluktu… Ama çorbada birkaç kıl vardı…
Birincisi bu kişilere yapılan haksızlık onların yazdıklarının doğru olduğunu garantilemiyordu. O dönem asker, polis ve MİT’in içinden bazı grupların sağladığı belgelerin bir araya getirilmesine ‘araştırmacı gazetecilik’ deniyordu. Bu grupların her birinin kendi siyasi hedefleri olduğu gibi, verilen belgelerin ne denli sahih olduğu da şüpheliydi. Diğer deyişle ortada ‘araştırmayan’ bir gazetecilik vardı. Oysa sol cemaat sırf kendi arkadaşları yazdığı için yazılanları doğru saymaya fazlasıyla hevesliydi.
İkinci ‘kıl’ Nedim Şener’in mahkeme çıkışı ‘Hrant için’ diye bağırmasıdır. Bu vıcık vıcık, çürümüşlük kokusunu anında aldığınız araçsallaştırma en azından bu ‘arkadaşta’ ahlaki zaafın çok derinlere gidebildiğini göstermekteydi. Ama sol cemaat bunu da görmedi, çünkü kendileri de aynı şeyi yapıyorlar, Hrant’ın katledilmesini kullanıyorlardı. Eklemem lazım ki birçoğu bunun içerdiği ahlaksızlığı bugün bile fark etmiş değil… Çünkü söz konusu tutum, içinde yer aldıkları cemaatçi kültür ve sahip oldukları ideolojik bakış sayesinde meşrulaşıyor, onları gerçekliği dikkate almak zorunda olmayan bir ‘temizlik’ haliyle sarmalayıp avutuyor.
Programda Ruşen Çakır benim Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasını desteklediğimi söyledi. İki hafta önce duyduklarını unutan biri için yıllar öncesinin yazılarını yanlış hatırlaması doğal. Ama bence burada ‘yanlış hatırlama’ değil ‘kendi ürettiği yanlışı doğru hatırlama’ söz konusu. Ruşen Çakır artık bu olayın kendi kafasına kazınan ve onu rahatlatan şekliyle yaşanmış olmasını istiyor. Bu arada izleyicisine yalan söylemiş olmak onu rahatsız etmiyor, çünkü yalanı doğrulayan bir gerçeklik hafızası var ve tüm ‘şahsını’ bunun üzerinde şekillendiriyor.
Nihayet son husus ‘affetmeye’ dair…
Programın sonunda Ruşen Çakır Halil Berktay’ı ve beni hiçbir zaman affetmeyeceğini söylemiş. Affetmeyecekleri sadece ikimiz miyiz ya da başkaları vardı da affa uğradılar mı bilmiyoruz. Affetmeme bir duygu değil… Ama bir duygunun ima ettiği, kişiyi rahatlatan, hatta insana kişilik kazandırabilen bir ‘ben’ algısı. ‘Hiçbir zaman affetmeyeceğim’ dediğinizde ne denli sağlam bir kişiliğinizin olduğu hemen anlaşılıyor.
Öte yandan affetme veya affetmeme kimin uhdesinde olmalı diye düşündüğümüzde durum hazin bir hal alıyor. Bunun affedilecek kişi ile ilintili olmadığı açık. Siz affederek de kendinizi iyi hissedebilirsiniz, affetmeyerek de… Hangi yöne gideceğiniz psikolojik durumunuzla, benliğinizi kendi gözünüzde nasıl oluşturduğunuzla, kendinizi kanıtlama ihtiyacınızla ilgili.
Kategorik affetmeme kategorik bir öfke haliyle, ya da kendinizi sanki kategorik bir öfkeniz varmış gibi sunma isteğiyle bağlantılıdır. Bu açıdan Ruşen Çakır’a maalesef pek bir yardımımız olamaz.
Kendisine bir an önce rahatlamasını, öfkeden ve ideolojik amneziden kurtulmasını, mesleğinin ima ettiği ahlaki kaygıları hatırlamasını diliyorum. Çünkü önemli bir iş yapıyor, Medyascope üzerinden binlerce insana uzanıyor…
Şahsının peşinden koşup bu imkanı heba etmesine hiçbirimizin gönlü elvermez.