Tarihten bilime, yemekten beyne, dinden sinemaya, en ağır ciddiyetten en absürt mizaha kadar her konuda saatlerce dinleyebileceğiniz bir (ağır) “abi” kadrosu var Türkiye’nin. Adeta aynı güneş sisteminin yıldızları gibiler. İlginç veya değil, ama her şekilde “önemli” ve “kutsal” cümleler kuruyorlar. Yani kitleleri için önemli ve kutsal. Bu ağır abilerin en büyük hayran kitlesi olan seküler orta sınıf için asıl mesele galiba yeni veya ilginç şeyler öğrenmek değil, “kutsal isim”lerin gölgesinde aidiyet edinmek.
Ben bugün bu ağır abilerden yedisini size anlatmayı deneyeceğim. İlber Ortaylı, Celal Şengör, Vedat Milor, Sinan Canan, Oytun Erbaş, Dücane Cündioğlu, Onur Ünlü… Hem apolitikler, hem politik. Hem “siyasetüstü”ler, hem “siyasetkıyısı”. Hem klasik, hem modern. Hem (belki Onur Ünlü hariç) yerleşik, hem yenilikçi. Hem çok seçkin, hem yerine göre halkın içinde. Yedi kutsal isim, yedi guru, yedi kanaat önderi veya teknisyeni. Vedat Milor’un yemek konuşmasıyla, Dücane Cündioğlu’nun din ve felsefe konuşması, orta sınıfta tam olarak aynı duyguyu uyandırıyor, aynı damara dokunuyor. Dücane Cündioğlu, bir nevi din ve felsefenin gurmesi.
Bu ağır abilerden birini izleyince, YouTube ve benzeri platformlar bize benzer içerikler önerebiliyor. “Önerilen videolar” menüsündeki küçük reçetelerle yaşar hale gelebiliyoruz. Orta sınıfın kendi güvensizliğiyle algoritmaların ısrarı birleşince, ağır abiler koridorundan çıkmak zorlaşıyor. Algoritma, orta sınıfın kendi seçtiği mahallenin bekçisi gibi.
Örnek veya ibret almamız gerektiği düşünülen, kendi alanının popüler kültür yüzüne dönüşmüş yedi yaşam ve düşünce gurmesi… “Hayatımızı değiştirecek sert uyarılar”a ihtiyaç duyanın başvurabileceği yedi makam… Şehirli orta sınıf, bu isimlerin bazılarına artık eskiye göre daha mesafeli dursa ve belki artık daha “sert“ içeriğe ihtiyaç duysa da bu isimleri saran kutsallık aurası hala canlı. Bazı hayranları bu kanaat önderlerinin sohbetlerini söyledikleri değil ses tonları için dinliyor. Ses tonlarının masal etkisi yapabildiği öne sürülüyor. Bu, özellikle Ortaylı ve Cündioğlu için yazılan bir yorum.
Seçtiğim bu yedi ismin ortak yeteneklerinden biri, Türkiye’nin ideolojik fay hatları arasında gidip gelebilmek. Aynı isim hem laik orta sınıfa hem muhafazakâr orta sınıfa, hem sağcıya hem solcuya farklı kapılardan ulaşabiliyor. Ortaylı bir konuşmasında Osmanlı’yı överken muhafazakâr seyirciyi memnun ediyor, başka bir programda Cumhuriyet’in kazanımlarını savunurken laiklerin gönlünü okşuyor. Dücane Cündioğlu ve Onur Ünlü ise yedili içindeki “muhafazakar mahalleden seküler mahalleye uzanmış” iki isim.
Bu kişileri birer hoparlöre benzetebiliriz. Birer kanaat hoparlörüne. Camilere değil, seküler yaşamın merkezlerine takılmış hoparlörler. Hepsini tek tek sayınca “çok farklı dünyalar” hissi uyanabilir. Bu yedi kişi bir arkadaş grubu da değil zaten. En yaşlı olanları 78, en genç olanları 47 yaşında. Yedilinin içinde Ortaylı-Şengör-Milor bir alt-grup olarak tanımlanabilir. Üçü, Kafa TV’de ağırlanıyor.
Ne olursa olsun, saydığımız yedi kişinin her biri, kendi alanı için “popüler kültür tarafından atanmış” gibi duruyor. Onların bazılarını halka tepeden parmak salladıkları fildişi kulelerinde görebilir, ama bazen aynı kişilere ortalama bir köftecide köfte yerken de rastlayabilirsiniz. Yani hem en tepedeler hem tam aramızda. Birer tanrı gibi. Ama tanrının var olup olmadığını da bu yedi isimden öğrenmek durumundayız galiba. Sinan Canan’ın 726.000 izlenme almış bir videosunun adı boşuna “Tanrı Var Mıdır?” değil.
Listeye aldığım bu yedi ismin yolculuklarının başlangıcında popüler kültür değil, kendi bireysel uzmanlık alanları vardı. Popüler kültüre transferleri ve memleketin hareketli ortalamasını temsile soyunan şekilde hareketlenmeleri, daha sonra gerçekleşti. Hep popüler kültürün parçası olmuş Okan Bayülgen’iyse listeye almadım.
Yedi isimden ikisini yani Oytun Erbaş ve Onur Ünlü’yü tereddüt ederek listeye aldım. Onların biraz bireysel serüvenleri, biraz “antikahraman” halleri, biraz komedyen tarafları var. Diğer beş isimden kısmen ayrı bir Türkiye ve dünya okumasını temsil ediyorlar. Ama kendi alanlarının spot ışığı altında popüler kültürde tuttukları yerle, fotoğrafı tamamladıkları söylenebilir.
Fark etmiş olmalıyız: Bu yedilinin tamamı erkek. “Ağır abi” sözünü tesadüfen kullanmıyoruz; topluma akıl veren, hem beyaz yakalı evreninin içinden hem duygusal olarak “kahvedeki abi” pozisyonundan konuşan erkekler bunlar. Kadınlar bu evrende daha çok hayran, izleyici, takipçi konumunda kalıyor.
Buraya kadar bu yediliyi kim oldukları bağlamında tarif etmeyi denedik. Şimdi onlarla kurduğumuz ilişkiye bakalım.
Milli maç olduğunda, 29 Ekim’de, depremde ya da büyük krizlerde, bu yedi ismin bir kısmı (özellikle Ortaylı-Şengör) “biz” vurgusunu artırabiliyor. Gerekirse “bu ülke/bu din büyük bir medeniyet” diyebiliyorlar, gerekirse “bu toplumun ciddi sorunları var” diyerek, eleştirel pozisyona geçiyorlar.
Yedilinin en atak ikilisi olan Ortaylı ve Şengör’den devam edelim: Türk milliyetçiliğine abanıp “biz büyük bir milletiz” duygusunu okşadıktan kısa süre sonra, tonlarını sertleştirebiliyorlar. “Bu memleket adam olmaz”, “Türk insanı şöyledir böyledir” tadında genellemelerle, toplumun önemli kısmını tembel, zevksiz, kaba ya da eğitimsiz ilan eden cümleler havada uçuşabiliyor. Önce milliyetçi bir sıcaklıkla “biz” duygusunu kurup sonra o “biz”i azarlama iznini kendilerine tanıyorlar. Kitle, bu azarı, “acı ama gerçekleri söylüyor” diye paketleyerek içselleştirebiliyor. “Kendi içimizden biri bize laf ediyor” hissi, haz verici bir tokat etkisi yapabiliyor.
Tıpkı Türklük gibi İslam’la ve Osmanlı’yla ilişkileri de “karmaşık”. Bugün en koyu İslamcının, yarın en koyu ateistin, ertesi gün ikisi arasında kalan deistin alkışını yakalayabilen radarları var. Bugün bir Osmanlı padişahını aşağılar şekilde konuşup, yarın Osmanlıcı olabilirler. Yedilinin en kıdemlisi ve herhalde en ünlüsü, huysuz ama sevimli tarihçi İlber Ortaylı. Bir Fatih Terim veya İbrahim Tatlıses kadar olmasa da çok ünlü. Ve o kadar “mega” tarihçi ki adeta bizzat kendisi tarihin bir dönüm noktası. Yedili “takım”ın da bir nevi takım kaptanı.
Ortaylı tarihi anlatırken sanki yarım saat daha dinlemezsek sınıfta kalacakmışız gibi hissettiriyor bizi. Hemen yakınında Celal Şengör duruyor, bilimi ve aklı savunurken kaşları daha da çatılıyor, aynı cümlede hem toprak kabuğuna hem eğitim sistemine veryansın etmeyi başarıyor. Bir başka köşede Vedat Milor, elinde çatal bıçak, aslında sadece “yemek” değil bir hayat tarzını puanlıyor. Masadaki sos bile sos olmaktan çıkıp kültürel tartışmanın nesnesi oluyor.
Milor, yerine göre “Türkiye’ye uzaktan ve tarafsız bakan, bir şeyleri anlamaya çalışan Amerikalı turist” aurasından, yerine göre “Türk peynirlerinin değerini ve rakı sofrasının adabını ortaya koyan, menemenin soğanını bile tartışmaktan erinmeyen has vatan evladı” rolünden puan topluyor. Milor, İtalya aşkıyla, şarap yorumlarıyla seküler gurme kitlenin uzun yıllardır kahramanı. Ama Anadolu lokantalarına, esnaf sofralarına gösterdiği saygıyla muhafazakâr ya da milliyetçi damarı olan izleyiciye de “bizim çocuk” hissi verebiliyor.
Biyolog Sinan Canan’a gelirsek… O sahneye girdiğinde beyinle ilgili her şey onu sevenler için merak uyandırıcı bir oyuna dönüşüyor. “Bak şimdi” diye başlayıp insanın zayıflıklarını, alışkanlıklarını, duygularını didikliyor. Kimi hayranlarına göre o “Türkiye’nin tek filozofu”. “6 Ayda Yeni İnsan Olmak Mümkün mü?” sorusuna mı cevap arıyorsun, işte karşında Sinan Canan. Bu, “bilimin magazinelleştirilmesi”nden ziyade “kişi kültü inşası” bağlamında incelenmesi gereken bir durum. Podcast’in isminin “Sinan Canan’la Büyük Sorular” olması da bu kişi kültünün bir yansıması. Canan’ın yanıtladığı büyük sorulardan biri, “Tanrı var mıdır?” sorusu… Öte yandan, Canan, yerine göre, ultrabilimsel kimliğinden sıyrılarak ve tıpkı Hasan Can Kaya’nın şovlarındaki gibi genç insanları etrafına toplayarak kadın-erkek ilişkileri ve flört hakkında neşeli/doğaçlama beyin fırtınaları gerçekleştiriyor. İşte bu sıçramalı tarzı ile yedili listenin parçası olmayı “hak ediyor”.
Tıp doktoru Oytun Erbaş’sa daha dağınık ve deli dolu bir yerden benzer bir merak duygusunu kaşııyor, sokağın kedisiyle toksoplazmayı aynı cümlede buluşturabiliyor. Öte yandan, kadınların tüm eski partnerlerinin genlerini taşıdığını da öne sürebiliyor. Dücane Cündioğlu, kelimeleri ağır ağır seçerek konuşan, dini, felsefeyi ve sanatı aynı masaya oturtan adam rolünde. Tüm bu “konuşan abilerin” biraz uzağında ama bence son tahlilde aynı popüler kültür nehrinde Onur Ünlü var; onun dünyasında hayat, absürt bir film gibi, ciddiye aldığımız her şey zaten biraz komik.
Bu yedi ismin belki en ünlülerinden olmasa da magazindeki yeri şimdilik sağlam görünen Onur Ünlü’ye yakından bakalım… Bir zamanlar Samanyolu TV’de yayımlanan, dini ve manevi tonu belirgin bir dizinin senaristlerindendi. Deliyürek’e katkıda bulundu. Yıllar sonra Leyla ile Mecnun ve Şubat gibi tuhaflıkla melankoliyi karıştıran dizilerle Cihangir sanat çevresinin gözbebeğine dönüştü; bağımsız sinema sohbetlerinin, “absürt zeka” övgülerinin merkezine yerleşti. Samanyolu çıkışlı bir senarist, Boğaz manzaralı barlarda sol tandanslı esprilerle alıntılanır oldu. Dindar TV geçmişi, absürt mizah, sosyal medya ve magazinle iç içe geçen özel hayat… Hepsi, tek bedende: Onur Ünlü.
Onur Ünlü’nün kendi kitlesine verdiği en ciddi “fetva”, Recep İvedik konusundadır. Ünlü, Recep İvedik filmlerini bilmeden etmeden eleştirenleri, sert şekilde kınayarak, “Ben Recep İvedik gömebilirim. Yeterli teorik bilgim var. Ama siz Recep İvedik gömebilecek bilgi seviyesinde değilsiniz.” demiştir.
Zamanla orta sınıfın bütün bu yedi isimle ilişkisi, neredeyse seküler bir icazet mekanizmasına dönüştü. Adeta bir TV müftülüğünden veya YouTube müftülüğünden fetva alıyor gibi orta sınıf. Dini fetvadan bahsetmiyoruz. Hayata dair onay, ruhsat, icazet ihtiyacından bahsediyoruz. Gerçi Sinan Canan doğrudan dinle ilişkili soru da kabul eden bir “hoca”. Mesela son videosunun başlığı şöyle: “Aralıklı oruç nasıl yapılır?”
Tabii bu istisnai bir örnek. Yedi ağır abimize genelde bu türden soru sorulmuyor. Neyin arabesk veya köylü olduğuna, hangi dizinin aslında “saçma” olduğuna, hangi geleneksel alışkanlığımızın “geri kalmışlık” işareti olduğuna, neye gülersek daha zeki sayılacağımıza, “evrenin başlangıcı olarak tanımlanan Big Bang’den daha öncesinin olup olmadığı”na (bkz:Celal Şengör) kadar uzanan bir seküler fetva talebi var. Orta sınıfımız, ünlüsüne bir cihaza bağlanır gibi bağlanıyor ve hayata dair küçük icazetler bekliyor. Ve seçtiği ünlünün genelde iyi bir insan olduğunu varsayarak, “biz azınlıktaki iyi insanlar” varsayımına yaslanabiliyor.
Vedat Milor örneği: Sanki bütün ülke bir ara onun damak tadına layık olup olmadığını düşünür hale gelmişti. Bazı restoranlar, onun bir kere uğrayıp beğendiği tabağı yıllarca pazarlama öğesi olarak kullandı. Ekranda yapılan bir mimik, bir burun kıvırma, evde sofraya konan salçalı yemeğe gölge düşürebilir oldu. Sadece bir ünlünün ağzındaki dil konuşsa da orta sınıf bunu hayat sınavının resmi cevap anahtarı gibi ciddiye alabildi.
Milor, ilk parladığı yıllarda, Türkiye’de henüz yaygın olmayan bir gurme dili oluşturdu; dış görünüşünün, soyadının ve aksanının Batılı çağrışımı, dünyayı gezmiş, iyi şarap bilen adam aurası… O dönemde çağın ilerisinde gibiydi. Kendi jenerasyonuna oranla genç bir tarzı vardı. Ama zaman içinde bu imajın kredisini harcayan, kendi kendisinin parodisine yaklaşan bir noktaya kaydı. Şimdi lahmacuncuya gitmesi bile olay oluyor. İlk döneminde kazandığı rafine otorite puanları, hala arkasından geliyor. Ortaylı ve Şengör için de kısmen benzer bir dönüşümden söz etmek mümkün: Gençliklerinde ve orta yaşlarında üniversite kürsüsünde, akademik üretimde bir saygınlık biriktirdiler, bugün ekranlarda o eski saygınlığın faizini harcadıkları, eski krediden yedikleri hissi güçleniyor. Oytun Erbaş ise henüz bu kadar uzun bir kariyer biriktirmiş değil. Ama o da TUS şampiyonluğunun rantını yiyor denilebilir.
Ortaylı ve Şengör: Bir cümleleri bir anda “son söz” muamelesi görebiliyor. Bir konuda ne düşündüğümüzü tam bilmesek de “İlber hocaya göre öyle değil” diyerek tartışmayı kapatma rahatlığımız var. Tabii artık popülerliklerinin zirvesinde değiller. Bir yanda “her konuyu biliyor, bilime âşık adam” tonunda hayranlık kısmen sürerken, diğer yanda “her konuda konuşuyor, haddini aşıyor” diye homurdananlar artıyor.
Sinan Canan ve Oytun Erbaş, beynimiz ve bedenimiz konusunda “guru”. “Nasıl daha mutlu oluruz, çocuk nasıl yetişir, gece ekrana kaçta bakmayalım” gibi gündelik dertler, onların anlatımıyla “bilimsel hayat rehberi”ne dönüşüyor. Canan’la ilgili internetteki yorumların başlangıcında “sohbeti bambaşka, fraktal düşünceler yazarı, çok iyi hoca” diye başlayan bir sıcaklık var. Ancak zaman geçtikçe bir miktar kuşku içeren yorumlar artıyor. Oytun Erbaş için yapılan yorumlar da bir dalgalanma günlüğü gibi: En üstlerde “kırılması zor rekora imza atan deli kişilik” diye övgüler, alt sayfalarda akademik ve ticari etikle ilgili iddialar, o iddialara verdiği yanıtlar, sonra da “yine ne dedi” diye konuşulan yeni videolar.
Dücane Cündioğlu içinse bir grup “doğruları söylediği için dindarların bile kolay kolay itiraz edemediği adam” tanımını yaparken; başka bir grup onu “çok konuşup cümleleri çorba eden, ne dediği anlaşılmayan ama yine de saygı duyulan entelektüel” diye tarif edebiliyor. Başlangıçta laik kesimi kızdıran Dücane, şu an daha çok dindar kesimi rahatsız ediyor. Onur Ünlü hakkında yazılanlara baktığımızdaysa, ilk dönemlerde, özellikle filmlerle ilgili “muhteşem zekâ, çabuk yeni işler yapsın” tonunda hayranlık varken, son yıllarda “kendini tekrar ediyor mu, egosu işinin önüne mi geçti” tartışmaları ağır basıyor.
Dücane, İslam düşüncesi üzerinden konuşurken muhafazakâr entelektüellere sesleniyor, araya Kafka, Tarkovski, Nietzsche soktuğunda soldan ya da seküler cepheden dikkat çekiyor. Laik kesimdeki bazı takipçileri, son dönemde, Dücane üzerinden, kendi düşüncelerinin sağlamasını alıyor. Zaten Dücane son dönemde daha çok laik kesime konuşuyor. Onur Ünlü’nün filmlerindeyse bayrak, asker, polis gibi figürler bir yandan ironik, bir yandan sempatik bir dille ele alınıyor; bu hem ironi seven sol seyirciye hem “ülke gerçekleri böyle” diyen kesime kapı aralıyor. Sinan Canan, yer yer “yaratılış” diline yaslanarak dindar kitleyle köprü kuruyor, örneğin “hayatın anlamı İslam mıdır?” gibi bir soruya tv stüdyosunda cevap arayabiliyor. Tabii aynı anda nörobilim ve evrim anlatıp seküler kitleyi de kaybetmemeye çalışıyor.
Oytun ve Onur, bu isimler arasında “establishment’ın içindeki anti-establishment” gibi duruyor biraz. Oytun Erbaş, akademinin içinden gelen ama akademiye de dil uzatan, tıp sistemini ve bilim tabusunu içerden eleştiren, konuşurken kravatını gevşek bırakan, espriyle, hafif kaosla, sanki “ben de sizin gibiyim” tavrıyla sahneye çıkan biri. Ötekiler daha çok “kurumsal” entelektüel hissi verirken, Oytun periferiden gelerek merkeze fışkıran bir enerji gibi. Diğer altı isimden farklı olarak, kadınlar ve kadın cinselliği hakkında iddialı ve sert çıkışlar da yapıyor. Onu izleyenlerin sevdiği yönlerinden biri, “deli profesör” imajı. Sanki hocaların hocası toplantıdan çıkmış da mahalle kahvesine uğramış gibi. Tıbbi bilgilerle mahalle dedikodusunu, bilimsel kavramlarla hayatın pratik dertlerini karıştırma gücüne sahip Oytun. Hem sisteme tepkili kitleyi çekiyor hem sistemin içindeki uzmanlığına güvenenleri. Bir ayağı merkezde, bir ayağı kenarda. Ona yönelen beklenti çift yönlü: İnsanlar hem “doktor ne diyor” diye bakıyor hem “bak bizim gibi söylüyor” diye rahatlıyor. Oytun, moderniteyi ve ahlakçılığı, bilimi ve sululuğu, elitliği ve salaşlığı aynı anda kullanabiliyor. Bir yandan çapkınlık maceralarıyla hava atarken, hemen sonrasında, modern tıbbın ve modernitenin eleştirisine geçebiliyor.
Bu “popüler uzmanlar ve kanaat önderleri gemisi”ne bir dönem başka isimler de bindi: Ekonomi kamarasına Özgür Demirtaş, gezi-kültür-sanat kamarasına Ayhan Sicimoğlu … Ama bugün ikisi de yavaş yavaş arka plana itilmiş durumda. Gemi bileti herkese ömürlük verilmiyor.
Toplum, bütün bu hocaların önünde kendi güvensizliğini taşıyor. Daha kültürlü, zeki, rafine, daha “iyi insan” gibi hissetme arzusu yoğun. Bu yedi “hoca”yı izlemek, “ben de o tarafa aitim” deme imkanı verebiliyor. Herkes kendi “hocası”nı seçiyor, belki takım tutar gibi. Ancak geçmişte “ömür boyu dinlerim” diye yere göğe koyulamayan “hoca”, bir süre sonra, “artık kredisini yiyor, eski tadı yok” diye yerden yere vurulabiliyor. Tartışmalar, birçok zaman, “hangi kanaat önderinin arkasında hizalandığın” üzerinden yürüyor.
Orta sınıfın ağır abilerinin ünlenmesinde, zamanlama ve sahne kurma becerileri etkili oldu. Hem uzun uzun konuşabildiler hem cümleleri kısa kısa alıntılanabilir, sosyal medya akımlarına uyarlanabilir formdaydı. Öte yandan, özellikle YouTube’da saatlerce konuştukları için, “asıl dinlenmeye değer” olan dakika veya saniyeleri, gürültüye gidebildi.
Belki bir gün bu “hem pohpohlayıp hem azarlayan ağır abiler çağı” geçer. Veya en azından isimler değişir. Tarih kulvarında Ortaylı-Şengör’ün yankı gücü azalırsa, hoparlörü Emrah Safa Gürkan kapabilir. Ayrıca İlker Canikligil de kenarda ısınıyor. Belki, siyasi dengelerin değişmesi durumunda, santrfor formasını giymeyi umuyor.
“Canım hocam iyi ki varsınız” şeklinde seslenmeyi sevdiğimiz bütün bu “hoca”larımızla, her cümlenin “fetva” olmadığı bir ilişki kursak, üzerimize çöken “layık olma” baskısı hafifleyebilir. Şu an, bu yedi popüler “hoca”yı bir arada düşünme nedenim, alanlarında öncü olmaları değil. Onlar, “bilgi”, “zeka” veya “uzmanlık”tan ziyade, “aidiyet” ve “duyarlılık” simgeleri. Onları takip edenlerde öne çıkan duygu, “Bu masada oturuyorsan, dünyayı doğru gören, doğru hisseden azınlıktansın” duygusu. Tarih, beyin, yemek, felsefe, jeoloji, sağlık ya da sinemadan çok, “dünyayı doğru gören ayrıcalıklı azınlığız hissi” ön planda. “Hocalar”ımız ya da “ağır abiler”imiz, bize şunu vaat ve vaaz ediyor gibiler: “Beni dinlersen dünyayı biraz daha doğru görürsün, bu sana bir aidiyet, zemin ve mahalle sağlar. Hatta seni ayrıcalıklı azınlıktan kılar.”
Celal Şengör’ün Kafa TV’de iki yıl önce yayınlanmış bir videosuna değinerek yazıyı bağlayalım… Videonun başlığı: “Yeryüzünde İnsanlar Olmasaydı Ne Olurdu?”
Biz de şu soruyu soralım: Türkiye’de orta sınıfın ağır abileri olmasaydı acaba ne olurdu?

