Ülke siyasetinde dört önemli kalem var: Bunlar sırasıyla “demokratik iflas”, “kurumsal çöküş”, “ekonomik kriz”, “jeopolitik hamleler ve milliyetçi tahkimat”tan oluşuyor.
Kâh biri devreye giriyor, kâh aynı anda birkaçı ya da hepsi — ve gündem, siyasi parti tavırları, seçmen eğilimleri bu konular etrafında şekilleniyor.
Bu kalemler iki büyük zıt parçaya ayrılabilir.
İlk parça, muhalefet partilerinin siyasi alet çantasını oluşturan kriz, iflas ve çöküşlerden meydana geliyor. Öteki parça ise iktidar cenahının ilham kaynağı olan dış politik stratejiler ve milliyetçi tahkimattan…
İktidar cephesi, bu çerçevede, bir yandan jeopolitik hamlelere dayalı meydan okuyucu bir özgüven politikası izliyor. Diğer yandan egemenlik alanını genişleten, eski bölgesel statükoya itiraz eden yeni bir Türkiye iddiası ortaya koyuyor. En nihayet, bunlara yönelik kısmen sonuç veren somut hamleler yapıyor. Böylece ülkeye yeni bir hikaye anlatıyor. Bu hikayede, siyasetin merkezinde her anlamda ve alanda “sert, militarist varoluş” politikaları var. Nitekim bu bakış, kurumsal çöküşü, güçlü siyasi irade olarak tercüme ediyor. Demokratik iflası disiplinli, huzurlu toplumun kendisi veya olmasa olmazı olarak anlatıyor. Ekonomik krizi ülkeye yönelik kumpaslara bağlıyor.
Muhalefet ise işin bu tarafıyla, yeni jeopolitik girdilerle daha az ilgili. Kimisi bunları siyaseten belirleyici bulmuyor. Kimisi bu konularda iktidarın dümen suyunda pozisyon alıyor. Kimisi biçimsel ve etkisiz itirazlarla yetiniyor. Buna karşın hepsi birlikte demokratik ve ekonomik sarsıntıların iktidarın seçim kaybetmesi için yeterli olacağını, iyi organize edilmiş çoğunluk seçmenin bu tür bir hassasiyetle davranacağını varsayıyor. Ancak organizasyon, muhalif cephe ittifakı bakımından da aceleci davranmıyor. Tüm muhalif partiler bu koşullarda, birbirinden uzak durarak ve ortak temalarla, ortak bir “eleştiri” siyasetine kilitlenmiş bulunuyorlar.
Bu açıdan bakınca ülkede siyasette temel çelişki ve yarışın, “kriz ile tahkimat” arasında yaşandığı ve yaşanacağı söylenebilir.
O zaman soru şudur: Seçmeni, özellikle kararsızları, orta sınıfları, “krizler ve bozulma” fikri mi yönlendirecektir, yoksa bunları dış bir müdahalenin sonucu olarak gören, güçlü Türkiye sevdasının üreteceği milliyetçi kabarma mı?
Akla hemen gelen ilk ihtimal olsa da, “özgürlüklerin gerilemesi ve ekonomik bunalım, iktidarı değiştirir” denkleminin, bu ülkede ve bu dönemde tartışmalı olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Siyasi iktidar söz konusu sıkıntılar yüzünden elbette bir türbülans, bir erozyon yaşamaktadır. Ancak bunların bir siyasi değişime yeterli olacağı kesin değildir. Kaldı ki, bırakın bu dönemin dinamiklerini, birey-çıkar rasyonalitesi üzerine kurulu kimi Batılı ülkelerin tersine, Türkiye’de kriz-sandık ilişkisi her zaman doğru orantılı olmamıştır. Tarih, kimlik, aidiyet, milliyetçi tepkilerin, özellikle başarı duygusunun, özgüven girdilerinin sağ ve sol üzerine şemsiye oluşturarak etkili olduğu örnekler pek çoktur.
Peki, mevcut dengeyi ne bozar?
İktidar veya muhalefetin diğer tarafın oyun sahasına girerek orada yeni bir tutum üretmesi, alan doldurması, dengeleri değiştirebilecek en önemli faktördür.
Örneğin muhalefet partilerinin jeopolitik siyaset alanına girip iktidarla gerçek anlamda ve yaratıcı demokratik vurgularla yarışması böyle bir durum oluşturur.
Örneğin siyasi iktidarın ekonomik krizi kabul edip, piyasa ekonomisi kurallarına dönüp, düzeltici ve sonuç alıcı hamleler yapması mevcut dengeleri etkileyebilir.
Albayrak’ın istifası ve takip eden yeni atamaların hükümetin ekonomi politikasında değişikliğe yol açıp açmayacağı sorusu bu yüzden son derece önemlidir.
19 Kasım’daki Merkez Bankası’nın açıklayacağı faiz kararı bunun ilk işaretini verecek gibi görünüyor.