Harvard Üniversitesi, M.I.T. ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan tarihçi İrvin Cemil Schick’in Bianet’te yayımlanan “AKP iktidarı ve Boğaziçi Üniversitesi’nin katli” başlıklı yazısı şöyle:
Birçoğunuz bilir, Alman filozofu Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı (Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil, 1963) başlıklı meşhur bir kitabı vardır. Arendt bu kitapta, saklandığı Arjantin’den kaçırılıp İsrail’e götürülen, yüzbinlerce Yahudinin temerküz kamplarına taşınıp imha edilmesinden sorumlu olan Nazi yarbayı Adolf Eichmann’ın mahkemesini anlatır.
Sanığın fanatik ve habis bir canavar değil, pek de zeki olmayan alelâde bir bürokrat olduğunu ortaya koyar: Hayatı boyunca başkalarının emirlerine itaat etmeyi şiar edinmiş, hiçbir zaman kendi başına buyruk yaşayamamış, yaptıklarını sorgulamadan, ne anlama geldiklerini fazla kurcalamadan iyi yapmaya çalışmış olan, tabir caizse etten kemikten bir makine.
Sıradanlığın kötülüğü
Arendt’in öğrencisi Elizabeth Minnich’in konuya ilişkin çalışmaları ise o kadar iyi bilinmiyor: “Sıradanlığın Kötülüğü” (The Evil of Banality: Arendt Revisited, 2014) ve Sıradanlığın Kötülüğü (The Evil of Banality: On the Life and Death Importance of Thinking, 2016). İlginçtir, AKP iktidarının günümüzde vardığı içler acısı durum, her iki tamlama ile de tarif edilebilir.
Fahrettin Altun
Melih Bulu’yu ve Fahrettin Altun’u İstanbul Şehir Üniversitesi günlerimden az çok bilirim. Altun’u Şehir’den tanıyanlar sempatik, uyanık, çalışkan, samimi, eleştirel düşünebilen, ihtiraslı bir akademisyen olarak hatırlarlar; şimdilerde ise bu niteliklerden geriye sadece ihtiras kaldı.
Tweet ve beyanlarındaki Altun, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt etmeyi bırakın bir kenara, aralarında bir fark olduğunu bile bilmeyen bir robot sanki. Hangisi gerçek Altun acaba? Doğrusu bilmiyorum. Çok da umurumda değil. Bugün karşımızda gördüğümüz Altun, kötülüğün sıradanlığının yaşayan bir örneği. Herhangi bir olay vuku bulduğunda, ağzından çıkacak sözleri kelimesi kelimesine önceden tahmin edebiliyorum. Sıradanlığı bu raddeye varmış yani. Kariyerini borçlu olduğu Ahmet Davutoğlu’na, Bilim Sanat Vakfı’na, Şehir Üniversitesi’ne bir bir ihanet etti, yarın öbür gün şimdiki iktidara da ihanet eder görülen lüzum üzerine, hiç şüphe yok. Kötülüğün sıradanlığının kişileşmiş hali.
Melih Bulu
Bulu ise tam tersi. Şehir’deki çok sınırlı tanışlığımdan kendisini son derece sıradan biri olarak hatırlıyorum. Ve işte bu sıradanlık, Bulu’nun kötülüğünün, kötücüllüğünün temelinde yatıyor. Liyâkat sayesinde varamayacağı mevkilere demokrasiyle aritmetiği birbiriyle karıştıran bir cumhurbaşkanının keyfi kararıyla ulaşabilmiş, Türkiye’nin en parlak öğrencilerinin ve en parlak hocalarının bir araya geldiği neredeyse 160 yıllık bir kurumun yıkılmasının aracı olarak hatırlanacak bundan sonra. Hayatının en büyük marifeti bu olacak yani. Tebrik ederim sizi, Melih Bey. Adınızı tarihe kazdırdınız şu veya bu şekilde. Çoğumuzun adı çoktan unutulduktan sonra siz ahlarla hatırlanacaksınız. Aferin size.
Yavaş ölüm
Ayasofya’nın “ibadete açılması”na ilişkin bir makale yazmıştım geçenlerde ve şöyle demiştim: “Sorun sadece ve sadece şudur: Memleketin fethedilmemiş hiçbir noktası kalmayacak. Bize benzemeyenlerin yaşadığı yerler fethedilmemiş yerler olduğuna göre de, bize benzemeyenler kalmayacak.” Boğaziçi Üniversitesi’nin fethi de nihayet gerçekleşiyor, gözünüz aydın sevgili AKP’ciler. Ve böylece Çinlilerin lingçi (凌遲) dediği “yavaş ölüm” işkencesiyle Türkiye’nin katli devam ediyor. Parça parça kesilerek, her bir yanından kanayarak.
İyi de, AKP’ciler, elinizde kalan Türkiye posası ne işinize yarayacak? Cehaletinizden, ilkelliğinizden, kifayetsizliğinizden, vasatlığınızdan başka geriye hiçbir şeyin kalmadığı, kendinize benzettiğiniz bir Türkiye ile ne yapacaksınız?