Kritik iddiaya geldik: “Her şey bunların yüzünden oldu.”
Asla homojen grup oluşturamayacak daracık insan topluluğunu “YAE’ciler” adı altında yekpâre özne haline getirmenin başlıbaşına ya bâriz hile ya yöntemsizlik ya da şuursuzluk oluşunu bir an için unutalım. Peki başımıza gelenlerin asıl sorumlusunun bu grup olduğu iddiaları akla yakın mıdır?
“YAE’ci” olarak yaftalanıp suçlanan ve dışlanan kimseler, iddiaya göre, referandumda aksi yönde davransaydı, evet değil hayır çıkacak, şu yaşadığımız felaketlerin hiçbiri yaşanmayacaktı. Bununla ne kastediliyor? Meselâ “Kürtlere savaş açılmayacaktı” mı? Hayır. Çünkü bugün “YAE’ci” hainlere nefret kusanların çoğunluğu Kürtlerle diyaloga baştan karşıydı. Onlar “Açılım”ı istemiyorlardı. “Âkil insanlar”ı AKP’nin hizmetkârı hainler olarak damgalamışlardı. Nereye gitseler sıkıştırılır, hayattan bezdirilirlerken kimse bu insanlara arka çıkmadı, “açılım”ın yayılması, kitleselleşmesi, yönetenlerin öngörmediği, zor vazgeçilir noktaya ulaştırılması için kimse uğraşmadı. Niye? Çünkü “samimiyetlerine inanmıyoruz” bahanesi arkasında, el ve pantolon paçası kirletmeden politika yapılabileceği yanılsaması ağır bastı. Halbuki AKP’nin fırsatçı hamlesini onun asla götürmeye cesaret edemeyeceği yere götürmek için uğraşılabilirdi. Karşı mıydık Kürtlerle barışa? Şu gerçeği görmeliyiz ki, solun kendini doğal müttefiki saymakta ısrar ettiği geniş “modern” kesim Kürtlerin adını bile duymak istemiyordu.
Bunları bu kadarıyla bırakalım. “YAE’ciler ihanet etmeseydi, bugün her neyi kötü buluyorsanız o olmayacaktı” lafını ciddîye alıp devam edelim.
“YAE’cilik yanlıştı ama bugün bu YAE’cilere karşı gösterilen tavır da doğru değil” gibi ılımlı bir görüşün sakin üslûpla savunulduğu, “YAE”ci nefreti ve hakaretine boğulmamış bir yazıdan alıntı vereceğim (vurgular yazara ait):
“YAE pozisyonunun yanlışı ve antidemokratik yanı kullandığı toptancı, ötekileştirici ve kendinden aşırı emin söylemlerdi; Cumhuriyete yönelik toptancı, insafsız ve bağlamdan kopuk (post-Kemalizm’den beslenen) eleştirileri; ve o dönemde ‘darbeci’ olarak gördüğü ve bertaraf olması gerektiğini düşündüğü insanlara iktidarın (o dönemde Gülen cemaatiyle beraber) yaptığı hukuksuzluklara ve haksızlıklara göz yummasıydı. Bazı aktörlerin de bunlara alet olması/desteklemesi idi. Bu iki yanlış, daha sonraki AKP otoriterleşmesine büyük alan açtı. Bunun, YAE’ciler yüzde 58’in yüzde kaçıydı sorusuyla hiç ilgisi yok. O zamanlar YAE taraftarları medyada, kamusal alanda, Türkiye’nin dış dünyaya anlatımında çok ağırlık sahibiydi.”
İlerlemeden bu alıntıyı verdim, çünkü küfür-hakaret, linç çağrısı vs. içermeyen sözler bunlar. (“Cumhuriyet’e yönelik toptancı, insafsız ve bağlamdan kopuk… eleştiriler” konusuna şimdi giremiyoruz haliyle. Oysa girebilsek ne çok soruna toslayacaktık bu seçilmiş kelimelerin kabuklarını soyunca.) Alıntı, olanca nezaketinin yanısıra, “YAE’ciler telef edilsin!” hezeyanlarına zemin oluşturan başlıca varsayımları barındırıyor. Hem “YAE’ciler”in homojen bir grup oluşturduğu ve pek çok önemli tavırda bütünleştiği varsayımı hem de bu menfur kimselerin faaliyetleriyle topluca “daha sonraki AKP otoriterleşmesine büyük alan açtı[ğı]” tezleri birarada.
Alıntıyı vermemin daha önde gelen sebebiyse şu: Sözkonusu varsayımlar ve bundan türetilen sonuçların geçerli kılınabilmesi için, “YAE’ciler” aleyhindeki tezlerin hayatî özünü oluşturan konuda hile, isterseniz kaçamak yapılması, belirleyici etkenin, olgunun üzerinden atlanması şart.
Yazar diyor ki: “Bunun, YAE’ciler yüzde 58’in yüzde kaçıydı sorusuyla hiç ilgisi yok.” Çok af edersiniz, neden yok? Nasıl olmuyor, ya da? Üç kişi çıkıp şöyle şöyle deyince ve öyle değil böyle oy atınca bunu memleketin siyasî atmosferini belirleyen hadise saymıyoruz, değil mi? O halde şunu diyebilmeliydik: “Evet oylarının yüzde 58’e çıkmasına da onlar yolaçtılar.” Denemeyeceğini, hattâ buna benzer bir lafın yanına yaklaşılamayacağını hepimiz biliyoruz. O halde?
Yazarımız, bu konuda benzer görüşler savunan pek çok başka kişi gibi, sayısal problemi sayısal olmaktan çıkarmakta buluyor çözümü: “O zamanlar YAE taraftarları medyada, kamusal alanda, Türkiye’nin dış dünyaya anlatımında çok ağırlık sahibiydi” (bu sefer vurgu benim -ük). Yani? Öyle yüzdeli, 58’li falan konuşunca çıkmaza giriliyor, bu yüzden sayıların yerine “çok” tâbirini geçirerek ispat zorunluluğundan kurtuluyoruz.
Söylenen sözün açık mânâsı şudur: Bu “YAE’ciler”, kendileri az kişi olabilirler, ama çok kişiyi etkilediler. Peki, bunun mantıkî devamının şöyle olması gerekmez mi: “…Ve referandumdan % 58 evet çıkmasını sağladılar.” Çünkü böyle olmamışsa zaten “YAE’ci” faaliyetin pratik sonucu olmamış demek. Halbuki olduğunu iddia etmeliyiz. Fakat edemiyoruz. Çünkü yok. Bu yüzden, konunun yüzde 58’le, yani sayıyla “hiç ilgisi yok”!? Yine soralım: Niye yok, nasıl yok?
Bunu burada böyle bırakamıyoruz…
“Facianın müsebbibi YAE’ciler” iddiasının mantıkî varsayımı şu: “YAE” diyenler, referandumun sonucunu değiştirecek güce sahipti. Bu varsayım yoksa, “ama çok ağırlık sahibiydiler” tesbiti boş laftan ibarettir. Zira bahsettiğimiz, oy sayımıyla sonuca bağlanan bir problem. Yani sayıyla. Yani “kaç kişiyi etkileyebildiler?” sorusu cevaplanamıyorsa iddia, en hafif tabirle spekülatif hale gelir. Kaldı ki, spekülatiflik yaşamını bile sürdüremez. Göstereceğim.
İddia sahiplerinin cevaplamaktan ısrarla kaçındığı, ancak önemsizleştirilir, geçersizleştirilirse ezcümle dertlerimizin kaynağı olan “YAE’ciler” motifinin canlılığını, inandırıcılığını koruyabileceği, pek basit soru şu: “YAE’ci” denen kimselerin toplam kaç oyu vardı? Genişletirsek: Bu zevat toplam kaç kişiyi etkilemiş, oyunun rengini değiştirtmiş olabilir?
İsimleri hep hedef tahtasında olan 20-30 kişinin etrafına çemberler sararak, diyorum ki: Taş çatlasa birkaç yüz. Haydi abartarak beş yüz diyelim.
Bu kadar kişinin oyuyla mı yüzde 58 çıktı? Bakacağız şimdi. Ama önce tekrar etmeliyim: Her kim ki, “Canım, sayının ne önemi var?” diyorsa, bu konuda ciddîye alınmayı beklememeli.
Geçmiş günün istatistiği
Hazır cevabı yukarıda hatırladık: Az kişiydiler ama çok kişiyi etkilediler.
Bu elbette mümkün. O halde, YAE YAE diye ayağa fırlayıp nefretle saydıkları bütün o isimleri şöyle bir gözden geçirmeliyiz. Kaç kişiden sözediyoruz, gerçekten? Ortalama bir “YAE” nefretkârı, say deyince neredeyse yarısını şıp diye sayabiliyor. Bahsedilenler, bilemedin yirmi-otuz kişiden ibaret. Adı duyulmamış olanı, etraftakini vs. hesaba kat, olsun elli. DSİP’in o sırada kaç üyesi vardı, bilmiyorum. Sempatizanıyla, çevresiyle, ailelerle vs. birkaç yüz kişiye ulaşabileceklerini tahmin ediyorum. E, o sayılan yazarçizer grubu da bir o kadar insana mesajını ulaştırabilir. Diyelim iki bin. Üç? Belki. Dört? Haydi beş bin olsun. Yüzde 58’e yine çok var!?
Deniyor ki: Ortam yarattınız, hava yarattınız, insanlar etkilendi.
Sizce, meselâ kaç kişi, benim gibi biri söyledi diye herhangi bir seçimde oyunu değiştirir? On? Yirmi? Elli? Yok artık! Üstelik öylesine keskinleşmiş ayrışma, sertleşmiş çatışma ortamında? Evet diyecek olanın daha demeden hain ilan edilebildiği sol-muhalif ortamda? Üç-beş? Belki kararsız kalmış birkaç arkadaşım. O kadar. Aileler parçalandı, arkadaşlıklar bozuldu, darıldık küsüştük, görüşmez olduk, hatırlayalım. Kaç kişi mahalle ile arayı bozmayı, aforoz edilmeyi, lanetlenmeyi göze alıp böyle bir çıkıntılık yapar? Bin? İki bin? Beş bin? Yüzde kaç ediyor?
Şimdi buna, pek basit, basitliğiyle iç karartıcı istatistik verileri ekleyeceğim. Hiç istemiyorum, maalesef mecbur bıraktılar.
1999’da, yanılmıyorsam istisnasız bütün sol-sosyalist grupların desteğiyle genel seçimlere giren ÖDP, milletvekili seçiminde toplam 250 bine yakın, il genel meclisi seçimlerinde yaklaşık 264 bin oy almıştı. 12 Eylül öncesinin, seçim sonuçlarıyla ölçmemiz mümkün olmayan özel koşullarını hesaba katmazsak, bu, Türkiye tarihinde, 1965’in TİP’inden (Türkiye İşçi Partisi) bu yana görülmüş en büyük sosyalist güçbirliğinin ürünüydü. Alınan oyların oranı yaklaşık yüzde 0,8 ediyor. Büyük güçbirliğine bağlanan umutlara rağmen, diyelim aşırı gerçekçi yüzde 0,2 de gitti, yine CHP’ye falan oy attı. Onları da bizim tarafa katalım. Böylece hepimiz biraraya geldiğimizde alabildiğimiz oyların yüzde 1 ettiğini varsayalım. (Mehmet Ali Aybar’lı, Behice Boran’lı, Çetin Altan’lı Türkiye İşçi Partisi, 1965 genel seçimlerine 54 ilde katılmış, 276.101 oy almıştı. Oran, % 2.97 ediyordu. O sırada tabiî, 1999’daki kadar çok sosyalist grup, hareket, parti ve bunlar arasında sonraki kadar keskin ayrışmalar yoktu.)
1999’da, 12 Eylül öncesinin en azından hatırası henüz bugünkü gibi silikleşmemişti, topluca davranma ve umut edebilme veya isterseniz hayal görebilme kapasitemiz bu kadar ufalmamıştı. Bizzat ÖDP üyesi olmayan pek çoklarımızın da o seçim kampanyası için seferber olduğunu hatırlatayım. (Meselâ ben de, Ezel Akay’ın işçilerden, gençlerden, kadınlardan tiksinen, asla ÖDP’ye oy vermeyecek sevimsiz herifi oynadığı bir reklam-propaganda filmi çekmiştim, sinemalarda gösterilmek üzere. Ne kadar gösterilebildi, hatırlamıyorum.)
Sıradaki soru: 1999’dan 2010’a, sosyalistlerin toplam oyunu birkaç kat artıracak herhangi bir gelişme oldu mu? Sanırım olmadı.
22 Temmuz 2007 Erken Genel Seçimleri’nde, birkaç yerde bugün “HDP seçmeni” olarak tanımlayacağımız seçmenleri de kapsayan bir tür sol güçbirliğinin aldığı sonuçlar bize ışık tutabilir. (Oranları geçerli oy sayısına göre veriyorum.) AKP’nin yaklaşık % 46,6’lık oy oranı tutturduğu bu seçimde sosyalist solun tamamının katılmadığı bu güçbirliği, İstanbul 1. Bölge’de Ufuk Uras’ın, 3. Bölge’de Sabahat Tuncel’in seçilmesini sağlayabilmiş, “Kürt siyaseti” adına ayrı adayın (Doğan Erbaş) çıkarıldığı 2. Bölge’de (kimi sol grupların da oy vermeyi reddettiği) Baskın Oran’ı seçtirmeyi başaramamıştı. Uras, 2.242.115 kişinin toplam 2.130.644 geçerli oy kullandığı 1. Bölge’de 80 bin civarında oy alarak yaklaşık % 3,7’lik oran tutturmuştu. Burada bağımsız adaylar toplam 116.395 oy almışlardı. Güçbirliğine katılmayan TKP’nin oyu 4.958’di (% 0,2). Tuncel’in 3. Bölge’de aldığı oy 83 bin kadardı ve bölgesinde yaklaşık % 4,4’e denk düşüyordu. Bağımsızların oyu 120.449’du. TKP’nin oyu da 3.935’ti (% 0,2). 2. Bölgede Baskın Oran’ın oyu 34 binde (başka kaynağa göre 31 bin, her hâlükârda % 2 civarı) kalmıştı. Doğan Erbaş 45.326 oy (% 2,8’e yakın) ile onu geçmişti. TKP’nin oy sayısı 3.478’di (% 0,2). Bağımsız adayların toplam oyu 101.704’tü.
2007’de sosyalistlerin oyunun kayda değer ölçüde artmış olmadığını görüyoruz. Yine de artmış sayalım. Yüzde 2’ye çıkmış olabilir mi? Olmuş kabul edelim.
O sırada benim gibi düşünen ve davrananların bu yüzde 2’nin ne kadarını etkilemiş olması muhtemel? Çoğu referandumda evet demeye karşı olduğuna, şimdi de geniş kesim “YAE’ci” hainlere küfür etmekte yarıştığına göre, pek azını.
Bir soru daha: Benim gibi, sosyalistken evet diyecek olanlar, kendi çevresinde böylesine az kişiyi etkileyebiliyorken, şu meşhur “YAE’ci” liboşlar sıralamasında hep anılan o şahsiyetler acaba kimlerden kaç kişiyi etkileyebilmişlerdir?
Sayılanların bir kısmı solcu-sosyalist olduğunu hiç iddia etmemiş kimseler. Aslında bu hesaptan onları düşmek zorundayız. Bunlara solculuk adına hesap sorulamaz. Sorulacaksa bizim gibilere sorulmalı mantıken. Ve -özellikle bu meselede daha baştan buruşturulup dışarı atılmış olsa da- ahlâken.
Sağlıklı düşünülmesini sağlamak adına size bazı sayılar daha vereyim. Aktaracaklarım bu defa yeni sayılar; bu yılın Nisan ve Ağustos aylarından. 2010’da bunların daha yüksek değil daha düşük olduğunu, son birkaç yılda arttıklarını varsaymamız mâkûl. Bunu da es geçelim.
Sosyalist-sol partilerin üye sayılarından sözediyorum. Bu tür partilerde, çalışmalara katılan herkesin üye olmadığını, sempatizanların parti çevresinde hesaba katılması gereken gruplar oluşturduklarını unutmamalı, sözkonusu partilerin etki alanındaki insanların kural olarak üyelerinden daha fazla olduğunu hesaba katmalıyız. Yani aktaracağım sayılara muhayyel eklemeler yapmalıyız. Sayılar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2021 Ağustos’undaki [ https://cutt.ly/jQElMCd ] açıklamasından. Parantez içindeki sayılarsa, yine Yargıtay’ın bundan dört ay önceki (Nisan 2021) [ https://cutt.ly/wcmtqqe ] açıklamasından. İkisi birarada manzarayı daha berrak gösterecektir. Resmî kayıtlara göre, Emek Partisi’nin 5.355 (5.319), Sol Parti’nin 5.156 (5.067), Türkiye Komünist Partisi’nin 4.700 (3.564), Türkiye İşçi Partisi’nin 4.541 (2.195), Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin 1.047 (1.066) üyesi var/dı. (Nisan’dan Ağustos’a hemen hepsi artmış, TİP’inki iki kattan fazla artmış.) Üye sayıları 1000’in altındaki 16 sol-radikal partinin üye sayısı toplamıysa 2.282. Hepsi beraber, 23.000’i geçiyor. Kaydolmamış ama çalışanıyla, aktif sempatizanıyla ferah ferah 40.000 diyelim. Sözkonusu partilerin etki alanları elbette üye sayılarıyla sınırlı değil. Etkileyebildikleri partisiz seçmenler var. Etki alanını hesaplamanın sağlıklı yolunu bilmiyorum. Üye sayısının on katı mı desek mâkûldür, elli katı mı? Hepsi için aynı da değildir muhtemelen. yirmi katı olsa 800.000 kişi eder. Evet demenin solculuğa ihanetle eş tutulduğu ortamda çoğunluğunun ya hayır dediğini ya boykota katıldığını varsaymak gerçekçi olur herhalde.
2010 referandumunda geçerli oy sayısı 37.644.051. Bunlardan 15.856.441’i (% 42.12) hayır, 21.787.610’u (% 57.88) evet. Yuvarlak hesap, % 42’ye % 58 dememiz mâkûldür.
Evet, kaç kişiyi etkilemiş olabiliriz? Referandumda çıkan yüzde 58 evet oyunun ne kadarından sorumlu bu “YAE’ci” güruh? “Onların yüzünden oldu” ise, en az yaklaşık 3 milyon kişiyi “etkileyerek” oylarını oradan oraya aktarmayı başarmış olmaları gerekiyor. Mümkün mü bu?
Tabiî ki değil. Peki, YAE meselesi üzerinde böylesine tepinilir, bu çapta gürültü koparılır, insanların hayatlarının bütünü hiçe sayılır, onurlarıyla oynanırken, bu somut hesabın hiç yapılmıyor oluşu normal mi? Aklı başında insanların, iş hesaba gelince “çok” gibi enteresan kategorilere sığınmaları normal mi? Hiç mi hiç değil. Öyleyse nedir bu bâriz görmezden gelişin sebebi? İzah etmeye çalışıyorum, dilim döndüğünce. Bitmedi.
http://www.platform24.org/yazarlar/5097/-yae–nefreti—6–kac-kisiden-sozediyoruz