Yalan haberler çağında uydurma küresel tarih yazmak
Cornell Fleischer*
Cemal Kafadar**
Sanjay Subrahmanyam***
Çeviri: Kaya Şahin
Washington Post’un “Made by History (Bizi Yapan Tarih)” bölümünde 20 Ağustos 2020’de “The Ottoman sultan who changed America (Amerika’yı/Amerika’nın tarihini değiştiren Osmanlı sultanı” başlıklı bir yazı yayınlandı. Altbaşlığında “Amerika’nın, Protestanlığın ve kahvenin İslam’a dayanan ortak bir tarihi vardır” gibi sansasyonel bir iddiaya veren bu yazı Yale Üniversitesi’nin tarih bölümünden Alan Mikhail tarafından kaleme alınmıştı. Mikhail, aynı zamanda geçtiğimiz günlerde ‘God’s Shadow’ (Zıllullah/Allah’ın Gölgesi) adıyla çıkan, Osmanlı sultanı I. Selim’in biyografisinin de yazarıdır. Washington Post’daki yazı hem temel olgu ve mantık hatalarıyla hem de vahim yorum yanlışlarıyla dolu olarak çıktı. Kendileriyle temasa geçtiğimiz “Made by History” editörleri ‘Biz gazetenin görüşler bölümüne değil haberler bölümüne dahiliz’ diyerek Mikhail’in yazısına cevaben yazdığımız metni yayınlamayı reddettiler. Editörler sağ olsunlar bize yazdıkları mesajda şunu da önerdiler: “Eğer Mikhail’in yazısında belirli bir olgu hatası varsa ve siz de özellikle o hataya dair ayrıntılı bilgi gönderirseniz gerekli düzeltmeleri yapmaya hazırız, çünkü yayınladığımız yazılarda olgu yanlışı olsun istemeyiz.” Yani, bir yazı çıktıktan sonra ona dair bir düzeltme yayınlamak mümkün değildir, sadece olgu hatalarına yönelik düzeltmeler yapılabilir. Bu cevabı aldıktan sonra bizler de düzeltme ve eleştiri yazımızı başka mecralarda yayınlamaya karar verdik.
Mikhail’in Washington Post’daki yazısının görünürdeki niyeti “Osmanlı İmparatorluğu’nun ne olduğundan haberi bile olmayan Amerikalılar’ı” Osmanlı’nın son derece önemli olduğuna, Osmanlı tarihinin incelenmeye değer olduğuna ikna etmektir. Bizlerin bu niyete bir itirazı yok. Aynı şekilde, İslam’ı Batı’nın “tehditkâr ötekisi” olarak görmek yerine müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki çeşitli ve karmaşık tarihsel ilişkileri dikkate alma yolundaki görüşüyle de bir meselemiz yok. Bizi rahatsız eden şey Mikhail’in bu görüşleri savunurken kullandığı yöntem ve önerdiği argümanların tarihçilik mesleğinin ciddiyetinden uzak olmaları. Bizler burada gazetede çıkan yazıdaki bazı sorunlara odaklanacağız. Şunu da belirtelim ki yine kendisinin yazdığı Sultan Selim biyografisinde daha birçok sorunlu nokta bulunuyor. Bu biyografi ile ilgili işinin ehli bilim insanları tarafından yazılmış eleştirel değerlendirmelere henüz pek rastlanmadığını da söyleyelim.
Mikhail, Washington Post’daki yazısında öncelikle zamanı geçmiş bir yaklaşımı, “büyük adamların tarihini” benimsiyor. Sultan Selim’i Kristof Kolomb, Martin Luther ve Makyavelli’yle eşit düzeyde karşılaştırırken bu şahıslara 16. yüzyıla yön veren en önemli kişiler, “dünyayı değiştiren” adamlar olarak bakıyor. Bu tarih anlayışı kişi kültlerine prim vermeyen tarihçiler tarafından çoktan terk edildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1510’lu senelerdeki genişlemesi tek bir adamın eylemlerinin değil pek çok karmaşık siyasal ve askeri oluşumun karşılıklı etkileşimlerinin bir sonucudur. Ayrıca yayılmacı bir askeri figürü, bir siyaset düşünürü ve felsefecisiyle karşılaştırmak, onları bir nevi “Tarihin En İyileri” listesine yerleştirmek de zaten manasız bir harekettir. Tarih üzerine düşünürken “dünyayı en çok Einstein mı değiştirdi, Mao mu?” gibi sorulardan kaçınmak gerektiğini daha birinci sınıf öğrencilerine bile anlatıyoruz. Ama Mikhail bu yola bir kez girdikten sonra Protestanlığın ortaya çıkışı, Amerika’nın İspanyollar tarafından fethi, kahve tüketiminin globalleşmesi gibi gelişmelerin hepsinin tek bir adam ve onun “dirayetli önderliği” tarafından belirlendiği görüşüne hapsoluyor. Bunu yaparken de olguları esnettikçe esnetiyor, kronoloji ve coğrafyayı hiçe sayıyor, bazen de tamamen gerçek dışı ifadelerde bulunuyor.
Olgulara dönecek olursak… Osmanlılar’ın 1516-17’den itibaren Hicaz’ı ve Kızıldeniz’i kontrol altına aldıkları doğrudur, bu kontrol bir ölçüde dolaylı idare şeklini alsa da. Ama Osmanlılar o coğrafyanın tarihinde bir kırılma yaratmış olsalar da Selim’in “Akdeniz ile Hindistan ve Çin arasındaki ticaret yollarını tekeline aldığı” iddiası tamamen yanlıştır. Asya’nın çeşitli yerlerinden gelen farklı farklı tüccarlar ki aralarında gayrimüslimler de vardı, adı geçen bu ticaret yollarında sadece 1510’lu senelerde değil bütün on altıncı yüzyıl boyunca faaliyet göstermişlerdir. Keza Selim’in “Eski Dünya’nın bütün mühim deniz ve okyanuslarında limanlara sahip olduğu” ifadesi de doğru değildir. Selim’in liman sahibi olmadığı yerlere örnek verecek olursak: Atlantiğin yukarıdan aşağıya bütün Doğu kıyısı, Baltık Denizi, Basra Körfezi, Bengal Körfezi, Kızıldeniz hariç Hint Okyanusu’nun Batı kıyıları, Güney Çin Denizi, Japon Denizi, vesaire. Osmanlılar’ın sadece üç denizde limanı vardı: Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz. Yani Mikhail’in bu konuda söyledikleri basit coğrafya bilgisini bile tepeden bakarak görmezden gelen laflardır, gülünecek derece manasızdırlar denilse yerindedir. Mikhail’in Washington Post’daki yazısında buna benzer daha pek çok iddia var. Örneğin, Osmanlı tarihinde uzman olan birisinin değil 1510’larda 1530’larda bile müslümanların imparatorluk nüfusunun çoğunluğunu teşkil etmediklerini bilmesi gerekir. (Elimizdeki nispeten sınırlı verilere göre imparatorluktaki 3,45 milyon haneden sadece 1,6 milyonu müslümandı.) Aynı şekilde, İslam tarihinde uzman olan birisinin bilmesi gerekir ki 1517 itibarıyla Selim’in “İslam dünyasındaki dini otoritesinin rakipsiz olduğu” iddiası son derece taraflı bir ifadedir. Selim’in dini otoritesi sadece İran’da ve Irak’da değil müslümanların yoğun olarak yaşadıkları Güney Asya ve Mağrip gibi yerlerde de tanınmıyordu. On altıncı yüzyılın ileriki yıllarında örneğin Mustafa Âli gibi önde gelen Osmanlı münevverleri bile Safeviler’in ve Babürlü imparatorluğunun halifelik ve hanedana dayalı hükümranlık hakkındaki duruşlarının meşruiyetini kabul eder hale gelmişlerdi. Mikhail, kitabında sergilediği üzere Memluk Sultanı ile Kahire’deki Abbasi halifeleri arasındaki farkı bile bilmediğine göre bu gibi ufak tefek detayların kendisinin gözünden kaçmış olması şaşırtıcı değil.
Şimdi de Mikhail’in daha geniş iddia ve spekülasyonlarına eğilelim. Bu spekülasyonların biri Selim’in bir şekilde Protestan Reformu’nun ayakta kalmasını sağladığıdır. Mikhail’e göre bunun nedenlerinden birincisi Martin Luther’in “Hıristiyanlığın İslam karşısındaki zayıflığının Katolik Kilisesi’nin ahlaki bozulmasından kaynaklandığına” inanmasıdır. İkinci neden de Osmanlı korkusu nedeniyle Katolik iktidar sahiplerinin “Protestanlığın ilk kıpırtılarını bastırmaya yetecek kadar asker gönderememelerdir.” Burada ima edilen fikir Avrupa’ya korku saçtığı ve tehlike teşkil ettiği için Selim’in “hakkının” verilmesi gerektiğidir. Halbuki Mikhail başta bu tür, yani tehditkâr öteki gibi, görüşlerin aksini savunduğu izlenimini vermişti okurlarına. Daha da önemlisi, bu iddiaların her ikisi de bu konulardaki ilmi araştırmalar tarafından desteklenmiyor. Hayatı boyunca Selim, Avrupa Hıristiyanlığı’ndan ziyade kendi müslüman din kardeşlerine daha büyük bir tehdit teşkil etmiştir. Martin Luther üzerine son zamanlarda çıkan çeşitli çalışmaların da gösterdiği gibi Luther’in ilk yazılarına bakıldığında kendisinin Selim ve Osmanlılar üzerine o kadar da kafa patlatmadığı görülür. Şarlken ve dönemi üzerine çalışan ciddi araştırmacılar 1510’lu senelerin sonlarında Avrupa’nın “küçük prensliklerden ve birbiriyle didişen şehir devletlerinden [ayrıca yazar bu şehir devletlerini hereditary yani babadan oğula geçen yapılar diye tarif ediyor!] ibaret bir kıta” olduğunu veya Protestanlığın ayakta kalması ve yayılmasının asıl âmilinin Selim olduğunu okuyunca herhalde epeyce şaşıracaklardır. Dahası bütün bunları başarmak da Selim’e yetmemişe benziyor. Nitekim “Selim’in etkisi Avrupa ve Ortadoğu’nun da ötesine geçmiş, Atlantik üzerinden Kuzey Amerika’ya uzanmıştır.” Bu noktaya nereden varıyoruz? Çünkü “Selim’in emrindeki Osmanlı askerleriyle Kahire üzerine yürümesinden birkaç hafta sonra” Hernández de Córdoba (Selim’in ilerlemesini herhalde internetten görmüş olacak) komutasındaki bir İspanyol filosu Yucatán açıklarına varmıştı. Bu İspanyollar’ın zihinleri Selim’le, ruhları Osmanlı’nın hayaletleriyle dolu olsa gerek ki gördükleri bir Maya şehrini nedense Memluklar’ın başkenti olarak bilmeye devam ettikleri Kahire’ye benzetmişlerdi. Meksika fatihlerinin asıl Osmanlı bağlantısını çok sonra, 1541’de, Hernán Cortés’in başarısız Cezayir seferine katılmasında görüyoruz. O tarihte ise Selim çoktan ölmüştü. Selim’in geride bıraktığı asıl dini miras Protestanlıkla ilgili olmaktan ziyade Kızılbaşlara yönelik kanlı baskı siyasetleridir. Mikhail’in eseri gibi bir “üst-insan tarihinde” bu talihsiz olgulara yer olmayabilir ama Black Lives Matter sayesinde devlet şiddetinin herkesin aklında olduğu bu dönemde bunları hatırlamak durumundayız.
Nihayet kahve meselesine geldik. Mikhail’in iddiasına göre “parlak kırmızı meyveler veren bu bitkiyi ilk defa Selim’in askerleri Yemen’e girdiklerinde keşfetmişlerdir.” Bu keşfin ardından da “bu tanelerden içecek yapmanın yolunu bulmuşlardır.” Beklenebileceği üzere bu iddia da açık bir şekilde yanlıştır. Belli sayıda araştırmadan da görülebileceği gibi kahve ve kahve kullanımı müslümanlar arasında daha on beşinci yüzyılda yaygınlaşmıştı, Etiyopya sakinleri arasındaysa belki ondan da önce biliniyordu. Kahve içmenin şeriata aykırı olup olmadığı Osmanlı fethinden önce Mekke, Medine ve Kahire’nin âlimleri arasında tartışmalara konu olmuştu bile. Kahve kullanımının yaygınlaşması Osmanlı siyasetinin değil bir dizi özel teşebbüsün sonucudur. “Ticareti jeopolitikaya tahvil eden, dünyanın ilk kitlesel tüketim ürünlerinden birinin piyasa sürümünü tekeline alan ilk insan bir Osmanlı sultanıydı [yani Selim’di]” gibi bir ifadenin hiçbir dayanak noktası yoktur. Selim ile kahve tüketimi ve bu tüketimin yaygınlaşması arasında doğrudan bir ilinti kuran tek bir belge bile mevcut değildir. Hatta Selim’in hayatında kahveyi tadıp tatmadığını, kahve diye bir şeyden haberdar olup olmadığını bile bilmiyoruz. Bu ilinti gerçek ile fantezi, hakikat ile “birazcık abartma” arasına çizgi çekmeyi bilemeyen günümüzün bir tarihçisinin icadıdır.
Ne tarihçi meslektaşlarımızın zihinlerini okuyabiliriz, ne de on altıncı yüzyıl başlarında hüküm sürmüş bir padişahın zihnini. Muteber bir kurumda çalışan bir tarihçi hangi saiklerle yalanlar, yarım hakikatler ve saçma sapan spekülasyonlarla dolu bir yazı yazar, onu da bilemiyoruz. Washington Post gibi bir gazetenin neden böyle bir yazıya yer verdiği, o yazıya gelen cevapları ise yayınlamamayı tercih ettiği sorusu üzerine düşünmemiz lazım. Bu noktada emin olduğumuz şey böyle bir saçmalığın tarih diye gösterilmesinin tarihçilik algısına zarar verdiğidir. Zaten yalan haberler çağındayız. Üstüne bir de “uydurma tarihe” ihtiyacımız yok, hele “uydurma küresel tarihe” hiç yok.
*Professor of History and Near Eastern Studies, The University of Chicago
**Professor of History and Turkish Studies, Harvard University
***Distinguished Professor of History, UCLA
Üç tarihçinin, Alan Mikhail’in kitabını eleştirdikleri daha uzun makale için bkz.