12 Şubat’ta altı muhalefet partisinin lideri ilk defa yuvarlak masa etrafında bir araya geldi. Toplantıdan sonra yapılan yazılı açıklamada parlamenter sistem ile ilgili çalışmanın 28 Şubat’ta yine altı liderin katılımıyla kamuoyuna açıklanacağı ve önümüzdeki dönemde de bir araya gelineceği ifade edildi. Siz bu görüşmeyi genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önemli bir toplantıydı. Mevcut koşulları dikkate alınca, simgesel önemi netleşiyor. Koşullarla kastettiğim, siyasal sistemin empoze ettiği yarışma biçimi ve yarışmaların başkanlıktan parlamenter yarışa doğru oluşan kendine has hiyerarşi sistemi. Bunlar, Türk siyasi hayatına kaçınılmaz olarak bir ittifaklar düzenini, siyasi dirsek temaslarını ve bloklar arası yarışmayı getirdi. Bu açıdan tabii, iyi bir organik bütün oluşturmuş iktidar ittifakı karşısında muhalefetin de bir dizi adım atması istenir, beklenir hatta kaçınılmaz bir durum olarak görülür. Toplantı bu bakımdan önemliydi, her şeyden önce.
İkinci önemli husus, toplantının muhalefetin iktidara gelmesi halinde ne yapacağına, nasıl organize olacağına dair en azından bir dizi ipucu içermesi oldu. İpucu içermese bile tohumlar ekti. Muhalefet alanında siyaset ihtiyacına dair bazı fikirler ve umutlar verdi. Siyaset ihtiyacı, bir yandan organik bütün haline gelmek ve aynı zamanda gelecek tasavvuruyla ilgili bir duruma işaret ediyor.
Açıkçası, ben bu toplantıyı muhalif alanda bugüne kadar süren parçalı siyasetin, bütünleşmeye doğru ilk adımı olarak gördüm. Aynı zamanda bu toplantıyı siyasi partiler adına eleştirel siyasetten kurucu siyasete geçmeye yönelik bir köprü inşası çabası da olarak gördüm. Bunlar biraz benim temennilerim olabilir tabii. Belki işler bu istikamette gitmez, ama bu istikamette gitmesi için kapılar açıldı. Dolayısıyla Türk siyasi hayatının son dönemlerdeki bence en simgesel ve siyasi açıdan en önem taşıyan toplantısı idi.
Bununla birlikte bu toplantıyı da kuşatan iki büyük paradoksa dikkat etmemiz gerekir. Paradokslardan bir tanesi şu; siyasi işleyişe dair gerek muhalefet gerekse iktidar cephesine farklı dozlar ve çeşitli biçimlerle egemen olan bir “şahsileşme eğilimi” var. Bu eğilim ve demokratik siyasetin gerektirdiği “kurumlaşma beklentisi”, gerek katılım gerek siyasal kararlar bakımından iki zıt kutup oluşturuyor. Bu da hem mevcut siyasal sistemle hem de Türk siyasi kültürü ile ilgili bir durum. İktidar sathında şahsileşme istikametinde yürüyor. Acaba muhalefette de böyle bir risk, böyle bir istikamet var mıdır sorusu aklımda olan bir soruydu. Bu toplantı bana bu şahsileşme ve kurumlaşma geriliminin muhalefet alanında da karşımıza çıkabileceğini gösterdi. Bu risk, “muhalefet kazanacak adaya mı yoğunlaşacak yoksa kazanma yolunda stratejik ortalık ve programla mı ilerleyecek, siyaset mi öne çıkacak” sorusunda gizlidir. Ve masada durmaktadır.
İkinci önemli paradoks da HDP ya da Kürt seçmeni ile ilgili. Toplantıda HDP masada yoktu, olması da beklenmiyordu. Bu, belki siyasi koşullarla uyumluydu, ama bununla birlikte, HDP’nin masada olması elbette ideal bir durumdu. Şunu görmek lazım; HDP siyasi parti olarak temsil ettiği seçmenlerle Kürt meselesinin merkezinde bulunuyor. Kürt meselesi de demokrasimizin merkezi konularından birisi. O zaman HDP’yle ilgili onsuz olmaz, onsuz zor olur, onsuz eksik olur diyebileceğimiz bir resim var karşımızda. Sosyolojik alana bakınca da görüyoruz. HDP, oy oranı ile, Kürt seçmeninin taleplerini temsil etmesiyle temel bir unsur. İstikrar ve seçim kazanma açısından hesaplar yapılınca da öyle… Bu tablo, muhalif partilere her anlamda “HDP’yi, Kürt meselesini, seçmenini dikkate alın, şu anda aldığınızdan daha çok alın” diyor. Bu siyasi ve demokratik zorunluluk paradoksun bir ucunu oluşturuyor. Paradoksun diğer ucunda ise şu var: İktidar cephesi gibi muhalefet saflarına da Kürt sorunun temsil edilmediği ya da sınırlı temsil edildiği, Kürt meselesinin siyasi koridorlarında dolaşmadığı, Kürt meselesinden, temsilinden arındırılmış bir siyasal anlayış rüzgârı esiyor. Kılıçdaroğlu, DEVA ve Gelecek Partisi’nin utangaç çabalarına rağmen böyle eğilim, en azından risk var. Bu paradoks da, açık olarak telaffuz edilmese de masadaki konulardan birisiydi ve olmayı sürdürecek.
RİSKLER VE MAYINLI PİSTLER
Dediğiniz iki paradoksu da açalım biraz. HDP’den başlayalım. Bu toplantının iki gündemi vardı. Parlamenter sistem çalışması yürüyordu, HDP de içinde değildi. İkincisi de ittifak yapısı değişecek mi, genişleyecek mi müzakereleri yapılıyordu. HDP bu ittifak yapısı içinde olmayacağını deklare etmişti zaten. Dolayısıyla literal olarak bakıldığında, HDP’nin “Niye toplantıya çağrılmadık?” şikâyetinin nesnel bir zemini yok. Fakat yine de hem HDP’li eş başkanlardan hem de birçok HDP’li siyasetçiden rahatsızlık beyanları geldi. Şikâyetleri, bu toplantı vesilesiyle toplantının gündemi olmayan bazı rahatsızlıkların dile getirilmesi üzerine muhalefete verilen bir mesaj olarak okumak mümkün diye düşünüyorum. Öteden beri HDP, muhalefet ile ilişkilerinde iktidarın muhalefeti sıkıştırmasına malzeme olmayacak ama muhalefetin de iktidarın yok sayma politikasını deşmesini bekleyecek bir denklemde duruyor. İkisi arasında bir tutum bekliyor. Muhalefet HDP’ye tam tatmin edici bir cevap vermiş değil. Bu durumu nasıl okuyorsunuz? Önümüzdeki dönemde HDP’nin veya tabanının muhalefetten umudunu keserek seçimlerde sürpriz bir eğilime yönelme ihtimalini, riskini görüyor musunuz?
Evet haklısın, altı partinin toplantısı parlamenter sisteme geri dönüş çerçevesinde yapılan ve ittifak yapısını genişletmeyi varsayan bir toplantı idi. Ancak bu tür toplantılar hangi amaçlarla yapılırsa yapılsınlar, hele Türkiye gibi bir ülkede muhalefet liderlerinin bir araya gelmesi söz konusu olduğunda beklenti ve çağrışımları artırırlar, burada da öyle oldu. Benim yorumum da senin literal çerçevede tanımladığın durumun ötesine geçen bir yorum. Bunun da böyle olması bir miktar doğal. Hayatın tabii akışı biraz da böyledir.
HDP’yle ilişkili soru için iki hususun altını çizeyim.
Bu toplantı ve muhtemel devamı ittifak yapısının genişlemesini ima ediyor olabilir. Bu, aynı zamanda iki şey demek; bunlardan biri parlamenter sistem yarışında ittifak, diğeri de enformel olarak aday belirlenmesi konusunda dirsek teması üzerinden bir ittifak. İlk ittifak konusunda sorun olmadığını biliyoruz. Mithat Sancar örneğin, “Evet biz zaten olmayacağımızı söyledik, anlamı da yok bu çerçevede masada olmanın, Millet İttifakı’nda ya da parlamenter sistem yarışında ittifakta olmayacağız…” diyordu. Ama cumhurbaşkanı adayı meselesi, bu konudaki bir ittifak farklı bir şey. Sancar da bir kez “Aday belirlenmesi konusunda fikrimiz alınmalı, biz de masada olmalıyız…” bunu vurguladı. Aday konusunda ve dışlanması halinde, HDP’nin konumu bir problem olmaya başlar.
Bu konuda keskin hüküm hem kolay değil hem doğru değil. Aday ismi olarak kimin öne çıkacağını, adayın nasıl davranacağını, HDP’nin o günlerde nasıl bir baskı altında kalacağını bilmiyoruz. Ama bu çift taraflı bir baskı olacaktır. Hem Türkiye’de demokrasiye geçiş ve hem HDP’nin partisel beklentileri bakımından çelişen ikili baskı… Bunların hepsi belirleyici olacaktır. Ama şu, şimdiden söylenebilir: Aday belirlenmesinde HDP’nin dışlanacağı, muhtemel bir seçim beyannamesinde örneğin kayyumlar meselesinin telaffuz edilmediği, Kürt meselesinin keskin olarak devre dışı bırakılacağı bir durumda, HDP’nin karışacağını, HDP seçmeninin blok olarak kalmasında zorluklar olacağını düşünüyorum. HDP’nin içinde farklı hissiyat ve eğilimler zaten var. Sisteme entegre olmak için taviz verelim diyenlerle daha sert tutum alanlar var. Yeknesak, homojen bir Kürt seçmen dokusu da yok. Güneydoğu’da, büyükşehirlerde, kıyılarda siyasallaşma dozları farklı, Erdoğan’a öfkeler farklı. Dolayısıyla burada bir ayrışma olacaktır.
Söylemek istediğim ikinci husus ise şu: HDP seçmenin oranı gitgide önem kazanıyor. Yapılan araştırmalar, Millet ile Cumhur ittifaklarının kafa kafaya ilerlediğini, HDP’nin ise yüzde 10-14 arası bir oyla ayrı bir blok olarak belirleyici bir konumda olduğunu gösteriyor. Bu durum, muhalefetin de iktidarın da dikkatini zaman geçtikçe Kürt seçmene yöneltmesini gerektirecektir. Bu durum, HDP’nin fikri sorulmasa bile muhalefetin aday tercihini etkileyebilir örneğin. İktidar tarafından ise manipülatif araçsal hamleler bekliyorum. Yapabilir ya da yapamaz, imkânları vardır, yoktur, ama çeşitli vaatler karşısında Öcalan’a iki cümle ettirmek bile “Ne verdi bu Kılıçdaroğlu sizlere bugüne kadar, ne vermesini bekliyoruz” dedirtmek bile Kürt seçmen üzerinde etkili olabilir. Dolayısıyla Kürt seçmenin, özellikle Güneydoğu’daki kesiminin aşırı faydacılığı, Kürt sorununun çözülmesinde ya da bir adım daha atılmasında düşmanla bile iş birliğine yatkın yapıdadır.
Velhasıl, iktidarın da muhalefetin de HDP’nin de tavrı önemli. Yani “HDP devre dışı bırakılırsa boykota gider, her şey şekillenir” demek gerçekçi değil ve erken. Muhalefet bu tür riskler ve mayınlı pistler üzerinde ilerleyecek.
İktidar önümüzdeki dönemde muhalefet ile Kürtlerin arasını bozmaya yönelik hamleler yapabilir. Daha düşük bir ihtimal olmakla birlikte, Öcalan üzerinden ya da Erdoğan’ın kendi söylemleri üzerinden Kürtlerle arasını düzeltmeye yönelik hamle yapma imkânları da var. Burada HDP ve Kürtlerin tutumuna dair farklı ihtimaller konuşuyoruz. Asıl belirleyici, muhalefetin seçimi kazanmak amacıyla bu kadar ihtiyaç duyduğu HDP’nin desteğini almak için kendi geleneksel siyaset sınırlarını ne kadar genişleteceğine yönelik kararlar alıp almayacağı olmayacak mı? CHP’nin biraz daha açılmaya sıcak baktığı ama İYİ Parti’nin MHP ya da AK Parti kitlesine yönelik oy beklentisi dolayısıyla tutuk davrandığı görülüyor. Bu tutum devam ederse HDP’nin ve Kürt seçmenin sağduyusundan medet uman bir muhalefet tablosu çıkıyor. Muhalefet 1-1,5 yıl içinde iktidarın hamlelerini geri çevirip, HDP’nin kafa karışıklığını gidermeye yönelik bir şey yapar mı sizce?
Bu sorunun cevabı iki hususa bağlı. Birincisi; şahsi bir güç ile siyasi bir program gücünden hangisinin daha baskın olacağı meselesidir. Güçlü bir program muhalefetin nasıl bir Türkiye, en önemlisi nasıl bir Kürt sorunu çözümü hayal ettiği sorusuna, en azından edip, etmediğine sorusuna yanıt verir. Programın güçlü olduğu bir çerçeve, HDP’yi dolaylı da olarak işin içine çekebilir, daha çok tatmin edebilir. Bu olmaz, siyasetten azade sadece kazanacağı varsayılan şahıs formülüne gidilirse, “O kazansın sorunlar sonra çözülür denilirse”, HDP’nin endişeleri artar. HDP’de “Şu masada biz de olalım, beklentilerimizi bir duyun” tarzı sesler daha güçlü çıkar. İkinci husus da şu; muhtemel adayın siyasetin içinden gelmesi, güvenilir ve denenmiş olması Kürt tereddüdünün aşılmasına yardımcı olabilir.
MÜHENDİSLİĞE SIKIŞMAYAN YENİ BİR UFUK
Konuya girdiniz zaten, program ve lider meselesi. Bu ikisi arasında dediğiniz gibi önemli farklılıklar var. Öte taraftan siyasetin yol haritası da netleşti gibi. Hiçbir siyasi parti seçimlere yaklaşılmadan aday meselesini konuşmaya hevesli değil. Önümüzdeki bir yıl boyunca aday değil, program, iş birliği olanakları, geçiş süreci gibi meseleler konuşulacak gibi. En nihayetinde muhalefetin ittifakını kamuoyuna taşıyacak aktörün kim olduğu, taşıma kudretinde olup olmadığı önemli olacak. Aslında muhalefetin önündeki en büyük sınav; kamuoyuna güven verecek bir program sunup sunmayacağı. İttifakın kimlik değiştirme, yol haritası belirleme tartışmaları da bununla ilgili. Siz hangi konularda yol almalarının kamuoyu nezdinde güven oluşturacağını düşünüyorsunuz?
Siyasi partilerin önce önlerinde bulunan ciddi bir engeli, meseleyi aşmaları lazım. Bu mesele muhalif siyasi partilerin, kendi çıkarları ile ittifakın çıkarları arasında ikincisinden yana bir öncelik tercihinde bulunmak ya da bunları uyumlu hale getirmek meselesidir. Her siyasi parti açısından bunun masaya konulması lazım. Eğer siyasi partiler, DEVA, Gelecek, İYİ Parti, SP çıkarları konusunda bir adım geri atıp, ortaklık fikrini öne çıkarabilirlerse büyük iş hallederler. Ama çok sorunlu bir alandır ve arızalar çıkacaktır.
Bir diğer dinamik de partilerin kuracağı ortaklığın kurucu temelleriyle ilgilidir.
Burada birinci kademe restorasyondur. Erdoğan rejiminin 2016’dan sonra Türk devlet sisteminde, karar alma yapılarında yol açtığı tahribatın giderilmesi yollarının çok iyi tanımlanmasıdır. Bu kendi başına bir siyasi programdır. Hangi kurum nasıl ele alınacak, hangi kurumun başına kim getirilecek ve buralarda kurumsal restorasyon açısından ne tür yeni politikalar izlenecek, bu son derece önemlidir ve seçmene verilecek önemli bir mesajdır. İlkede anlaşmalarında bir sorun olacağını sanmıyorum. Ama seçmeni kuşatmak için işin daha çok içine girmek gerekir diye düşünüyorum. TSK’da, emniyette, özel kuvvetlerde, jandarmada, istihbaratta neler oluyor, neler yapılmalı gibi örneğin. Buralarda büyük bir restorasyon, şeffaflık, kurumsallık, liyakat oluşturulmasına dair çerçeve belirlenmesi lazım. Bence Dışişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, mevcut müsteşarlıklar, üst kurullar gibi bütün yapıların nasıl elden geçirileceği önceden düşünülmeli ve seçmenle paylaşılmalı.
İkinci kademede temel siyasi konular ve siyasi tasavvur ilişkisi yer alıyor. Üç alan çok önemli. İlan edilecek bir ekonomi politikasıyla toplumu ikna edecek, perspektif verecek, Türkiye’nin önümüzdeki 5, 10, 20 yılını tanımlayacak, mühendisliğe sıkışmayan, ekonomist gerginliğine hapsolmayan, işin politik kısmını da içerecek bir ufkun önemli olduğunu düşünüyorum. Bir diğer başlık dış politika. Dış politika iç otoriterleşmeyi besleyen istikamette gidiyor ya da kullanılıyor. Bunu kırmak ve anlatabilmek gerekir. Türkiye’nin kendi alanını koruması ve yeni alanlarda hakkını aramasıyla örtüşen bir dış politika, demokratik dille ilişkilendirilmeli.
Altını çizeceğim üçüncü başlık adalet. Adalet mekanizmasında “bozuk adalet sistemini düzeltiyorum” demenin yeterli olmayacağı, yapılabileceklerin hepsinin altının çizileceği ayrıntılı bir program masaya konulmalı. Fikir beyan etmelisiniz ve düzeltilmiş adaletin simgesi haline getirmelisiniz. Yargı mekanizmasının bugün getirildiği noktadan geri dönüşünü nasıl sağlayacaksınız? Bunları anayasal değişiklikler ile yapamıyorsanız nasıl bir yol izleyeceksiniz? Topluma özgürlük, demokrasi, gelecek ve güç duygusunun birlikte verilmesi gerektiğini açıkçası ben siyasetçi olsam düşünürdüm.
ULUSÇU KİMLİK, İÇE KAPANMA VE GELECEKTEN GÜÇ BEKLENTİSİ
Biraz da iktidarı konuşalım. Toplumun ekonomi yönetimine yönelik algısı oldukça düşük olmasına karşın iktidarın seçmen tabanında beklendiği ölçüde düşüş yok. İktidardan uzaklaşan seçmenin büyük bir oranı da muhalefete yönelmiyor. Burada muhalefetin yapmadıkları kadar iktidarın yaptıkları da önemli sanki. Muhalefetin ne yapmadığını veya ne yapması gerektiğini konuştuk. Şimdi de size iktidarı sormak istiyorum. İktidar ne yapıyor da seçmenini tutabiliyor veya kaybettiği seçmeninin muhalefete yönelmesini engelleyebiliyor. İktidarın söylemi, siyaseti, stratejisi, toplumsal yapının hangi unsurları ile buluşuyor?
Evet ortada bir anormallik var. Otoriterleşen, ekonomik olarak başarısız, kibir etrafında kurulmuş bir tek adam sisteminin kurucuları nasıl oluyor da hâlâ Türkiye’nin açık ara en önemli partisi olmayı, en güçlü lideri olmayı sürdürebiliyor? Bunu işletmeci gözüyle cevaplamak yeterli değil. Bunları bizim üniversitelerde öğrendiğimiz ve öğrettiğimiz pozitivizmi akla getiren bildik nedensellik ilişkileri ile izah etmek de her zaman kolay değil.
İktidarın kendine has alanının, muhalif kesimin anlayamadığı, kavrayamadığı bir alanın olduğu kanaatindeyim. İktidar bir hikâye anlatıyor topluma ve bu hikâyenin gelecekle, gelecekteki refahla, mutlulukla, bağımsızlıkla bir ilgisi var. Siyaset algısını güç-başarı-büyüme fikri üzerine oturtuyor. İstikameti bireysel olmaktan çok kimliksel, ulusal, ama ulus anlamında kimliksel bir söylem geliştirdiklerini düşünüyorum. Bu çerçevede doğru ya da yanlış, güç ve güçlenmeye bir dizi girdi var. Libya’da, Akdeniz’de, Suriye’de, hatta Irak’ta yaşananlarda olduğu gibi. Bir süre önce Paris’te, Türkiye’yi yakından çalışan gazetecilerle buluştuğumda, muhalefetin hafifsediği güç, uluslararası hamleler, dış politika gibi konuların Erdoğan’ı tanımlayan ve başarı kategorisinde ele alınan ve oldukça önem verilen kalemler olduğunu bir kez daha gördüm. Biz kendi mahallemizin duygularına, kendi ülkemizin iklimine bakarak içimizde doğru-yanlış, gitsin-kalsın tartışmaları yapıyoruz ama siyasetçi ve seçmen, özellikle muhafazakâr ve milliyetçi seçmen arasında başarı ve güç fikri üzerinden büyük bir köprü olduğunu da unutmamak lazım.
Bir adım daha ileri gitmek isterim. Ben Türkiye’nin her döneminin, her zaman üç büyük daire etrafında ele alınması gerektiğini düşünürüm. İlki toplumsal dairedir. Toplumdaki eğilimlerin, dalgaların belirleyiciliğine işaret eder. İkincisi devlet dairesidir. Devlet-siyaset arası ilişkilere, buradaki belirleyici aktörlere, ilişkilerine, çatışmalarına, ittifaklarına, dengelerine ve bunların önemine gönderme yapar. Üçüncüsü dış dinamikler dairesidir. Orada oluşan dalgalar, oradan gelen gidiler, destek veya engeller ülke için her zaman belirleyicidir. Bu daireler birbirini etkiler. Bu dairelerin herhangi birini devre dışı bırakan bir analiz her zaman gerçek durumu anlatmaz.
Bugün Türkiye’ye, bu üç daireye bakınca ne görüyoruz? Toplumsal alanda çatlama ve değişim var. Evet, mevcut tarihsel belirleyenler, seküler, dindar, Türk, Sünni, Alevi, Kürt fay hatları olduğu yerde duruyor, varlığını sürdürüyor. Ancak yeni girdi yok mu? Türkiye 20 yıl önceki Türkiye mi? 28 Şubatların Türkiye’si mi? Tarihsel belirleyenlerin etrafında ve yanında, başka tür hareketlilikler, sosyalleşmeler, politizasyonlar yok mu? Erdoğan Türkiye’sinin yaşadığı büyük bir fiziki modernleşme var. Bu fiziki modernleşme hizmetlere, ulaşıma, kentleşmeye, sağlığa, üniversitelere, kamusal alanın tanzimine yansıyor. Ancak, burada ne Batılı bir pozitivistin bekleyeceği gibi bireyleşme ne de muhafazakâr dilin bir zamanlar savunduğu tarz bir kimlikleşme yaşanıyor. Farklı bir kimlik-birey ilişkisi var. Kimlik devre dışı değil ama onun içerisinde bireyleşme eğiliminin yükseldiğini görüyoruz. Şunu da görüyoruz; mesela eğitim, toplumsal sirkülasyonda, sınıf değiştirmede önemli oluyor. Alttan üste dönüşüm eskisinden daha hızlı ve daha fazla. Erdoğan politikalarının sadece fiziki değil simgesel anlamda etkisi oldu. Özellikle AK Parti’nin ilk döneminde merkezin dışında bırakılan toplumsal kesimlerin bir kısmı içeriye girmeye başladı. Orada bir melezlenme yaşanmaya başladı. Özgüven mekanizmaları farklı tezahür etti.
İkinci dairede, siyasi merkez dairesinde, tehdit, tehlike, ortak düşman tanımıyla devlet-muhafazakâr ittifakı ve bunun otoriterliği beslemesi ve dış dinamikler tarafından bir tür destek bulması baş gösterdi. Türkiye’de hâlâ aktörleriyle, siyasetin dışında hâlâ güçlü bir devlet ruhu ve kalıntısı var. Asli unsurlarıyla, askeriyle, emeklisiyle, muvazzafıyla, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir devlet bu. Bu mekanizmayı da iyi okumak lazım. Özellikle 15 Temmuz sonrası oluşan siyasi rejimin taşıyıcı gücü bu devlet ile Tayyip Erdoğan arasındaki zoraki evlilikten doğmuş, daha sonra ortak ilkelerle, Kürt meselesi, Mavi Vatan vs. bir tür otoriterleşme, demokrasiden gelecek tehlikelerin bertaraf edilmesi gibi birtakım bakışların birleşmesi ile yol almış bir ittifak. Bugün öyle bir noktadayız ki, bu ittifak süreklilik taşıyamayabilir. Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kaybetmesi halinde ya da kaybetme kanaatinin oluşması halinde o bahsettiğim koalisyonun diğer ayaklarının muhalif partilerle ilişkiye geçeceğini, konuştuğumuz konularda, Kürt meselesinde, başka konularda, kimi telkinlerde bulunacağını kuvvetli bir varsayım olarak ileri sürmek isterim.
Üçüncü daireye bakalım. Dünya, açık toplumun ufukları, geleceği, bireyi tanımladığı, her ülkede değer sisteminde liberal değerlerin tepede bulunduğu dünya değil. Ekonomik, sosyal, kültürel, politik liberalizmin, çok-kültürlülük iddiasının krizlerini yaşıyoruz. Bunun bir nedeni Doğu-Batı çatışması oldu. Arap Baharı örneğin öyle büyük bir infilak oluşturdu ki, çıkan lavlar, bütün diğer ülkelerin dengelerini etkiledi. Ekonomik krizler, milliyetçilik, göç, milli ekonomiye dönüş vurguları, bütün bunlar sanki 80’lerde 90’larda konuştuğumuz “milli devlet bitiyor, ulus-devlet bitiyor” tartışmalarının tam tersine ulus-devlet vurgusunun gücünü tekrar göstermeye başladı. Bu uluslararası ilişkilerde, devletlerin, milletlerin birbirine bakışını, beklentilerini belirliyor. Türkiye’den artık demokrasi değil, “göçmeni orada tut” beklentisi var. Bu, topluma nasıl yansıyor diye bakınca, bence, milli devlet algısı Türkiye’de kimlik meselesinde ulus kimliğinin, ulusçu kimliğin öne çıkması olarak devreye giriyor.
Şöyle diyelim kimlikler konusunda, kültürel kimlik, dindar kimlik ya da seküler kimlik gibi yapılar bundan 10-15 yıl önce daha belirleyici iken, bugün bunlar, daha farklı bir kimliğin, yenilenen milli kimliğin altındaki kategoriler olarak yer almaya başlıyorlar. Dolayısıyla bu ulus ve ulusçu kimliğin ön plana çıkması ile içe kapanma ve gelecekten güç beklentisi fikri iç içe giriyor. Erdoğan’ın milliyetçi ekonomi-politika söylemlerini ya da diğer güvenlikçi söylemlerini alkışlayanlar sadece koyu muhafazakârlar değil, bundan kimi ulusalcı kesimler de memnun. Batı’ya yönelik tarihsel alerjimizin ulusçu kimlikle aktive olması, sadece savunma anlamında değil, “yenisini kurabiliriz, biz de medeniyet inşa edebiliriz” anlamındaki genişleme ile beslenmesi önemlidir. AK Parti’nin mevcut seçmenin üçte birini, Erdoğan’ın yarıya yakınını hâlâ peşinden sürüklemesinin nedenleri arasındadır.
Tüm bunlar üzerinden değer hiyerarşisinde oynamalar, yer değiştirmeler yaşanıyor. Hak, özgürlük, demokrasi gibi kavramların dün olduğu kadar zirvede yer aldığından, zihinlerde dokunulmaz olduğundan emin değilim. Hrant Dink vurulduktan sonra, demokrasi azınlık ilişkisi, demokrasi ile geleceğin eşitlenmesi gibi toplumun tümünü etkileyen rüzgârın estiği bir ülkede yaşadık biz. Bugün yaşanan ise düne oranla bir tür depolitizasyondur. Demokratik anlamda, yani demokratik politikanın yaşadığı bir depolitizasyon halidir.
Bu durumda Tayyip Erdoğan’ın söyleminin maddi karşılıkları var demektir. Zira onun izlediği politikalarla bunlar üst üste oturuyor. Erdoğan’ın krizlere direncinin önemli ölçüde buradan kaynaklandığını varsayıyorum.
Üç daireden bahsettim, toparlayalım, toplumsal dairede ortaya çıkan değişim talebi dalgası değil. Bir kesim için muhafaza dalgası, diğer bir kesim için kabuk değiştirme arayışı söz konusu. Arızaların giderilmesi ve hayata, tarihe tutunabilme dalgası olarak tanımlayabiliriz bunu.
Uluslararası sahaya bakınca hemen her ülkede çeşitli nedenlerle globalleşme, ekonomik kriz, İslamofobi ya da çok kültürlü dokuların fonksiyon kaybetmesinden kaynaklanan bir içe kapanma eğilimi var. Bir de korkunç bir bölgemiz var. Bu bölgenin “git-gelleri” bunlar içinde değerlendirilince Türkiye’ye hep negatif olarak girdiler getiriyor.
Üç daireye birlikte bakınca evet değişeceğiz, evet belki bu iktidar gidecek ama bu “uçacağız” anlamına gelmiyor.
İÇERDE VE DIŞARDA KUVVETLİ BAŞARI ARAYIŞI
Erdoğan’ı sadece Erdoğan’ın gücü ve zaafları, Türkiye’yi de sadece Erdoğan üzerinden değerlendirmenin ötesinde Türkiye’nin tarihsel-toplumsal dinamikleri ve bugün içinde yaşadığımız küresel dinamiklerin birleştirdiği bir denklemden bahsediyor, bunun üzerinden siyaseti ve muhtemel gelişmeleri konuşalım diyorsunuz. Devlet, toplum ve uluslararası dinamiklerin Erdoğan’ı beslediğini, Erdoğan’ın mevcut siyasetini avantajlı kıldığını söylüyorsunuz. Bu aslında önümüzdeki dönemde muhalefetin değiştirebileceği şeyler açısından da durumun çok zor olacağını göstermiyor mu?
Yapı bireyi, imkânları kuşatır ama her şey demek değildir. Siyasi iradenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Evet muhalefetin işi zor ama şöyle de düşünmek lazım; öyle bir otoriter, kabul edilemez ve keyfi bir sistem inşa edildi ki, ediliyor ki, buradan dönüşün heyecanını ve imkânlarını muhalefet yaratabilir.
İktidarın önümüzdeki dönemde yönelebileceği siyasetle, yol haritasıyla ilgili bir öngörünüz var mı? Erdoğan’ın elindeki enstrümanlar neler?
Biri şu: Karşı tarafa, yani muhalefete yönelik tahribat politikalarına kuvvetli şekilde devam edeceğini düşünüyorum. İsimler üstünden, temalar, mezhepler üstünden, kimlikler üstünden… Bugüne kadar yaptığını daha sert hale getirebilir. İkincisi HDP konusunda olduğu gibi çok şaşırtıcı çıkışlarla karşı tarafın bütünlüğünü bozmaya çalışabilir. Kürt meselesinde bir kriz, İYİ Parti’yi dikkate alacak olursak muhalefet alanında her zaman soruna yol açabilir.
İkincisi faydalı kriz üretme kapasitesidir. Seçimlere doğru gıdaya ihtiyaç var; bu gıda başarıdır. Bu başarıyı nerede elde edebilir? Eğer devlet aktörleri kendisini destekliyorsa, beklemediğimiz bazı gelişmeler olabilir bazı yerlerde.
İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile normalleşme adımlarını buna mı bağlıyorsunuz?
Tabii, kesinlikle ama benim dediğim daha kuvvetli başarılar. Bir yerde bir sorun çıkarıp oraya müdahale etmesi gibi. Bir kez daha Kıbrıs’ta veya Yunanistan ile büyük bir krizin çıkması ve Erdoğan’ın simgesel başarıları ile söylemini pekiştirmesi gibi.
Üçüncüsü de ekonomidir. Şu anda ekonomi meselesinde ilginç bir şekilde yüksek enflasyon ama yüksek ücret politikası ile yürütülen bir döngü var. Bunu yürütebilir ve götürebilirse, yani bu krizi biraz söndürebilirse, ki bütün gücünü oraya vereceğini sanıyorum, burada bir hareket alanı var.
Ama Erdoğan’dan söylem değişikliği beklemek yanlıştır. Erdoğan’ın mevcut ittifakların tayin ettiği, belirlediği ideolojik dilin dışına çıkacağı da çok gerçekçi değildir. Bu dengede gideceğimizi düşünüyorum.
https://www.perspektif.online/muhalefetin-hikayesi-ne-olacak/