Ana SayfaHaberlerAnalizÇEVİRİ | Ya Avrupa ya ölüm: Türkiye’deki üç Afgan sığınmacının hikayesi

ÇEVİRİ | Ya Avrupa ya ölüm: Türkiye’deki üç Afgan sığınmacının hikayesi

Guardian’dan Ghaith Abdul-Ahad, Türkiye’de yaşayan üç Afgan sığınmacının Taliban’dan Avrupa’ya kaçış yolculuklarını yazdı: “Grup, bir evin kapısını çaldıkları bir köye rastlayana kadar sabaha kadar yürümüştü. Kapıyı çaldıklarında bir kadın kapıyı açtı ama onları içeri almayı reddetti. Bunun yerine onları yıkık dökük bir ahıra götürdü. Titriyorlardı ve donar vaziyetteydiler. Şahin, çocuğun ölmek üzere olduğunu anlayınca ahırın kapısını kırıp ateş yakmış. İşin sonunda gerek birçok otobüse binerek gerek de yer yer yürüyerek Türkiye'nin batı kıyısındaki İzmir'e ulaştılar. Şahin oradan Avrupa'ya ulaşabileceğini düşünüyordu. "Türk polisi beni üç kez gözaltına aldı ve tehcir kamplarına götürdü. Ancak onlara askeri kartımı gösterdiğimde bana acıyıp gitmeme izin verdiler. İşin sonunda ölüm olsa da Avrupa'ya ulaşana kadar denemeye devam edeceğim."

Şükriye ve kocası, Türkiye-İran sınırındaki derin bir hendeğin en dibinde duruyordu. Mevsim yazdı ve günler oldukça sıcaktı. Bulundukları yerde başka birçok Afgan aile ve çocukları vardı. Çocuklardan bazıları kavurucu sıcaktan korunmak için şal ve eşarp kullanıyordu.

Su yetersizliği, dışkı kokusu ve yoğun kalabalık nedeniyle, üç aylık hamile olan Şükriye hasta olmuştu. Bebekler de dahil olmak üzere herkes sessiz bir şekilde kaçakçıların dönmesini bekliyordu. Kaçakçılar yaklaşık dört gün önce bu aileleri hendeğe getirdiler ve onlara yakında geri döneceklerini söylediler. Geri geldikleri zaman onları, Türkiye’nin bu türden sığınmacıların ülkeye girmesini engellemek için inşa ettiği sınır duvarından geçireceklerine dair söz verdiler.

Batılı güçlerin Afganistan’dan geri çekilmesi ve Taliban’ın yeniden iktidara gelmesinden bu yana, yaklaşık 300.000 kişinin Afganistan’dan Türkiye’ye tehlikeli bir yolculuğa çıktığı tahmin edilmekte.

Şükriye’nin yolculuğu, memleketi Herat’ın Taliban tarafından kontrol altına alındığı Temmuz 2021’in son haftasında başladı. O ve kocası Nur-Muhammed, hızlı bir karar vermek zorunda kaldılar: ya kalıp Taliban yönetimi altında geçmişin bir kopyasını yeniden yaşayacaklardı ya da ülkeden kaçan yüz binlerce Afgan’ın yaptığı gibi bilinmeyen bir geleceğe doğru yol alacaklardı.

Afganistan’dan Türkiye’ye gelen mülteciler, Türk yetkililer tarafından resmi işlemlerin yapılmasını bekliyor. Fotoğraf: Chris McGrath

Çift, 20’li yaşlarının sonlarındaydı ve yaşadıkları şehirde mütevazı bir hayat sürdürüyordu. Nur-Muhammed bir polis memuruydu ve ailesini desteklemek için üniversiteyi bırakan Şükriye, terzi ve kuaför olarak çalışıyordu. Ancak Nur-Muhammed’in erkek kardeşi, Taliban ile çatışan Kandahar ve Helmand’daki askeri üslere teçhizat getiren konvoylara eşlik eden bir Arbaki komutanıydı. Nur-Muhammed de bu çatışmalarda yer almış ve hatta Taliban’ın kardeşini öldürmesinden kısa bir süre sonra birliği komuta etmişti. Bu durum onu Taliban’ın hedefi haline getirdi ve sık sık tehdit mesajları almak zorunda kaldı.

Şükriye:

“Taliban’ın geri döneceğini hiç düşünmemiştim. Gel gör ki durum düşündüğümüz gibi olmadı. Taliban’ın birçok şehri işgal ettiğine şahit olunca kaçmaya karar verdik. Yanımıza da sırtımızdaki kıyafetlerden başka hiçbir şey almadık”

Çiftin ilk durağı, bir kaçakçıyla anlaştıkları İran sınırındaki Nimruz eyaletiydi. Ertesi gece, büyük bir mülteci kafilesiyle beraber uzun ve bir o kadar da tehlikeli bir yolculuğa çıktılar. Savunmasız barınaklar ve özellikle de seyahate yalnız başına çıkan kadınlar, güzergah boyunca suç çetelerinin bir numaralı hedefi oldu.

Şükriye, “altı gece yürüdük. Gün boyunca ya ağaçların altında ya da kayaların gölgesinde uyuduk. Yanımızda birçok çocuk bulunmaktaydı ve bazılarının ayakkabısı bile yoktu. En zor şey, böylesi kurak ve engebeli bir arazide suya erişimdi. Su birikintilerinde veya kanallarda bulduğumuz pis suları içmek zorunda kalmıştık. Hamileydim ve kusuyordum” diye anlatıyor.

İran’ın Zahidan kasabasına ulaştıktan sonra, başka bir kaçakçı onları bir otobüse bindirdi ve kuzeybatıdaki Urmiye kentine doğru yol aldılar. Son durakları ise Türkiye oldu.

Türkiye’ye ait askeri araçlar, İran-Türkiye sınır duvarının yeni tamamlanan bir bölümünde devriye geziyor.

Ancak Suriye’den kitlesel bir şekilde gelen mültecilerden korkan Ankara’daki yetkililer, İran sınırına bir bariyer inşa etmek suretiyle onları içeri almamaya kararlıydı. Bu bariyer dört metre derinliğinde bir hendek, üzeri jiletli tellerle çevrilmiş beton bir duvar, gözetleme kuleleri ve termal kameralarla donatılmıştı. Ayrıca çevresinde de sürekli olarak silahlı devriyeler bulunmaktaydı.

Küçücük bir otobüste geçen 24 saatlik bir yolculuktan sonra, Şükriye ve kocası İran-Türkiye sınırına yakın küçük bir kasabaya geldiler ve burada duvara doğru yola çıkmadan önce bir hafta beklediler. İnsanlar hendeğin dibinde birbirlerine tutunuyorlardı. Çocuklar da dahil olmak üzere herkes son derece karanlık bir ortamda beklemekteydiler.

Beş gün sonra kaçakçılar geri dönmüştü. Duvardan geçmek için güvenli bir nokta bulmuşlardı. Ayaklarının çok feci bir biçimde şiştiğini ve yürümekte zorluk çektiğini söyleyen Şükriye, bu yüksek beton duvara tırmanmaya başladıklarında bunun kendisinin ve çocuğunun sonu olacağını düşünüyormuş. “Ölecek gibi hissettim. Bugün bile o yolculuğu anlatacak kelime bulamıyorum.”

Afgan bir mülteci, Van’daki evinde oğlu ve komşusunun kızı için öğle yemeği hazırlıyor.

Sınırın diğer tarafında Van’a ulaştıklarında gözaltına alındılar, kamplara kapatıldılar ve sınır dışı tehdidiyle karşı karşıya kaldılar. Şükriye kamp yetkililerine yalvarıp onlara hamile olduğunu söyledi. Mültecilerin İran’a geri yollandıklarında haydutların ağına düşeceklerini belirtti.

Şükriye: “Mevcut riskler sadece kaçırılma tehdidi ile sınırlı değildi. Bu risklerin en büyüğü yalnız başına seyahat eden kadınların ve kız çocuklarının sürekli olarak cinsel taciz tehdidi altında olmasıydı. Bu durum gözümün önünde yaşanmıştı.”

Türk yetkililer bu sebeplerden ötürü onlara acıyıp geçici evraklar verdi.

Afganistan’dan Türkiye’ye Zorlu Bir Yol: İki Mültecinin Seyahati

Şükriye ve eşi, Taliban’dan kaçtıktan sonra uluslararası toplumun onlara yardım eli uzatacağını düşünmüştü. Ancak bunun tam tersi bir durumla karşılaştılar. Kendilerini Türkiye’de kapana kısılmış, iskan hakkından yoksun ve izinsiz çalışma haklarının olmadığı bir vaziyette buldular.

Bugün gelinen noktada büyük bir Afgan topluluğuna ev sahipliği yapan İstanbul’da çift, küçük ve havasız bir çatı katı dairesinde yaşamakta. Küçük kızları genelde kanepenin kenarında, battaniyelere sarılı bir vaziyette uyumakta. Şükriye erken doğum yapmak zorunda kaldığı için küçük kız dört ay hastanede yatmak zorunda kaldı. Kaçakçılara, onları buraya getirmelerinin bedeli olarak 3 bin dolarlık bir ödeme yaptıktan sonra bir de üzerine hastane faturası gelince, birikimlerinin geri kalanı da tükendi. Şimdi gelinen noktada bebeğin ihtiyacı olan ilaçları almaya yetecek güçleri yok. Geçici olarak onlara verilen evrakların süresi sona erdiğinde sınır dışı edilmekten korkan Nur-Muhammed, evinden nadiren çıkıyor. Dahası aile, Şükriye’nin kuaförlük yaparak elde ettiği gelirle hayatta kalıyorlar. Gelinen noktada Şükriye ve Nur-Muhammed İstanbul’da ikamet eden yoksul mülteciler ordusunun bir parçası oldular.

İstanbul’da derme çatma bir çöplükte atık toplayan Afgan işçiler

İstanbul’un eteklerinde, fabrika ve depoların bulunduğu tepelik bir mahallede bulunan kirli bir ara sokakta 50 genç Afgan, seyahat çantası üreten bir atölyede çalışıyorlar. Hatta sadece orada çalışmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda orada yaşıyor, besleniyor ve uyuyorlar.

Habibullah adında kısa ve zayıf bir adam olan ustabaşı, işçileri eliyle gösterdi ve çok bariz bir gururla çalışanlarının hepsinin Afgan olduğunu söyledi. Bazıları 14 yaşında olacak kadar genç olan bu işçiler fermuarları gerek yapıştırıyor gerek de dikiyorlardı. Dahası, Habibullah fabrikanın haftada yedi gün 24 saat çalıştığını ve bu sürede günlük olarak 800 torba ürettiğini söyledi. Erkekler bu fabrikada 12 saatlik rotasyonlarla çalışıyorlar.

Ustabaşı Habibullah, Afganistan’dayken Doğu bölgesindeki Khost eyaletinde küçük bir bakkal dükkanı işleten bir lise öğretmeniydi. Yedi ay önce Türkiye’ye geldiğini ve Afganistan’daki kötü ekonomik koşullardan kaçtığını söyledi. Yaşadığı bölge üç yıl önce Taliban’ın eline geçmişti ve Taliban ülkenin geri kalanını ele geçirmek için taarruza başladığında, sürecin sonunda tüm Afganistan’ın benzer bir akıbete uğrayacağının farkındaydı. Böylece sahip olduğu bir büyükbaş hayvanı sattı, biraz borç aldı ve Türkiye’ye doğru zorlu bir yolculuğa çıktı.

İstanbul’daki Afgan mülteciler sürekli olarak sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıyalar.

İstanbul’a geldiğinde önce birkaç gün arkadaşlarında kaldı ve sonrasında iş buldu. Genç Afganların ülkeye her gün geldiğini, ancak mültecilerin gözdesi olan bölgelere dönük baskınları hızlandıran polisler nedeniyle çok sayıda kişinin sınır dışı edildiğini söyledi. Bu nedenle, Habibullah ve iş arkadaşları artık fabrika dışına nadiren çıkıyor. “Dışarı çıkamayız, burada mahsur kaldık. Polis bizi tutuklarsa Afganistan’a geri gönderiliriz.”

Altı ay önce ustabaşı tutuklandı. Bu tutuklanma hadisesi, yetkililer Afgan mültecileri tarifeli uçuşlarla sınır dışı etmeye başlamadan hemen önceydi. Habibullah iki haftasını bir esir kampında geçirdi. İki haftanın ardından o ve diğer Afganlar bir otobüse bindirilip Yunanistan-Türkiye sınırındaki Edirne’ye götürüldüler. “Memurlar bizi bir ormana götürdüler ve ‘burası Avrupa, hadi şimdi siktirin gidin’ dediler”, diye belirtti. “Bazılarımız Yunanistan’a gitti ama orada polis tarafından tutuklandılar. Durum sadece bununla da kalmadı: darp edildiler, çırılçıplak soyuldular ve geri gönderildiler. İstanbul’a şimdi yeniden geldim.”

Türk yetkililer, Afgan mültecileri taşıyan bir kaçakçının kamyonuna el koydu.

Çoğu Suriyeli, birkaç yüz bin Afgan ve diğer milletlerden olmak üzere 4 milyona yakın mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, uzun süre yumuşak bir göç politikası izledi. Türkiye’de kısa süreli ikamet izni almak, bırakın Avrupa’yı, bölgedeki başka yerlerden de farklı olarak oldukça basit bir süreçti.

Ancak yüksek enflasyon ve liranın değersizleşmesiyle birlikte kötüleşen bir ekonomik durumla karşı karşıya kalan Türkler, öfkelerini özellikle Suriyeliler ve Afganlar olmak üzere mültecilere yönelttiler. Mültecilerin Türklerin işlerini çaldığını ve kira artışlarına neden olduğunu dile getiren çokça söylem oldu. Anketler çoğu Türk’ün mültecilerin ülkelerine geri gönderilmesini istediğini gösteriyor. Siyasi yelpazenin gerek sağındaki gerek de solundaki siyasiler ise; yaklaşan parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini göz önünde bulundurarak, AKP’nin göç politikasına saldırmak için halk öfkesine oynuyorlar.

Mülteci nefretini körükleyen en hırslı kişi, ağzından köpükler çıkarcasına konuşan sağcı parlamenter Ümit Özdağ’dı. Zafer Partisi yeni kurulmasına rağmen hızlı bir popülerlik kazandı. Özdağ, mültecilerin Türk milletini yok etmeye yönelik uluslararası bir komplonun parçası olan bir işgal ordusu oluşturduğunu iddia ediyor. Parti hâlâ marjinal durumda olsa da Avrupa’nın başka yerlerinde de olduğu gibi aşırı sağcı politikacılar ana akım partilerin retoriğini ciddi düzeyde etkileyebiliyor zira bu partiler için böylesi söylemler halkı yatıştırmak için işlevsel olabilmekte.  Ülkeye yasal olarak gelen ve iyi bir geliri olduğunu kanıtlayabilen Afganlar için bile oturma izni almak artık son derece zor bir hale geldi.

Afgan ordusunu terk edip İran üzerinden Türkiye’ye geçtiğini söyleyen gençler, Türkiye’nin doğusundaki Tatvan kırsalında dururlarken çekilen bir fotoğraf.

Şahin, bir ordu subayı ve Peştun kabilesinin bir üyesi olarak on yıldan fazla bir süredir Taliban’la savaşıyordu.

Ordu kurmay komutanlığında görev yaptığından ötürü ABD güçleriyle yakın çalışan Şahin, geçen yaz Kabil düştüğünde Amerikalı dostları tarafınca yüksek öncelikli tahliye listesine alındı. Aslında kendisi askeri üniformayı çoktan çıkarmış ve güvenli bir eve taşınmıştı. Babası ve annesi de Taliban’ın memleketlerini ele geçirmesinin ve arazilerine el koymasının ardından saklandılar.

Birkaç gün sonra, uçuş tarihini ve saatini bildiren bir mesaj aldı. Uçuşundan on iki saat önce saklandığı yerden ayrıldı ve önceden belirlenen bir buluşma noktasına gitti. Ancak yarım saat sonra bir patlama ve silah sesi duydu ve insanların kaçtığını gördü. Patlamanın 170 kadar sivil ve 13 ABD askerinin ölümüyle sonuçlanan oldukça yıkıcı bir IŞİD saldırısı olduğunu fark ettiğinde çabucak saklandığı yere geri gitti.

Ertesi gün havaalanına döndü fakat giriş kapalıydı. Çok net bir biçimde kan, parçalanmış metal teller ve etrafa saçılmış giysiler gördü. Orada bulunan askerlere uçuşuyla ilgili bilgi almak için sorular sordu ve buna cevaben kapının kapalı olduğu ve kimsenin girmesine izin verilmediği söylendi. Bunu duyunca Şahin oradan ayrıldı ve hayatında ilk kez gerçekten korkmuştu. Ertesi gün eşyalarını topladı ve Afganistan’dan ayrılmaya karar verdi.

Taliban çoğu yolda kontrol noktaları oluşturmuştu. Bundan korkan Şahin; İran, Pakistan ve Afganistan sınırlarının birleştiği Belucistan’daki çölü tercih ederek daha uzun ve dolambaçlı bir rota izlemeye karar verdi. Çoban patikaları ve köy yolları boyunca dağları arşınlayan Şahin, Ekim ayında Pakistan sınırını geçti.

 O ve Taliban’dan kaçan diğer birçok kişi, Belucistan’daki çölde ilk gecelerini geçirdiler. Ertesi gün uyandığında kendisini neredeyse kuma gömülmüş bir vaziyette buldu. Bir dağın üst kısmından yürüdükten sonra grup, çölün İran tarafına indi. Kaçakçılar burada yaklaşık 45 kişiyi kamyonete bindirdiler. En nihayetinde Şahin ve diğerleri gece sınırı geçebilmişlerdi.

Güçlü bir fiziksel yapıya sahip olan Şahin, halka açık bir parkta bir bankta oturdu ve deneyimli bir subayın hassasiyetiyle gerçekleştirdiği bu uzun yolculuğu anlattı.

İki hafta boyunca günlerini sınıra yakın bir noktada, kaçakçıların her gün sadece bir yumurta ve bir parça ekmek tedarik ettiği Afgan ailelerle birlikte geçirdi. Daha sonra bu büyük grup, her biri bir kaçakçı tarafından yönetilen yaklaşık 50 kişilik küçük gruplara ayrıldı ve rota cep telefonları aracılığıyla oluşturuldu. Kar yağmaya başlamıştı ve Şahin’in grubuna düşen, aralarında 14 çocuğun bulunduğu iki aile geride kaldı. Şahin, kaçakçının kendisine “aileleri dert etme, sen git”, diye telkinde bulunduğunu söyledi. “İki kadınla yaşlı bir adam görmüştüm. Bu yaşlı adam, yarı donmuş bir çocuk taşıyordu ve yürüyemiyordu.”

Aşırı sağ söylemin ana akım siyasete sızdığı Türkiye’de mültecilere karşı öfkenin dozu git gide artıyor.

Şahin yaşlı adamın elinden çocuğu aldı ve kendisi taşıdı. Bu süre boyunca kendisi yaşlı adamın yanında yürüdü. Dahası, yoğun karda yürüyerek ona ve kadınlara sınırdaki hendekten aşağı inmekte yardımcı oldu. O ve yanındakiler diğer tarafa tırmanana kadar, daha büyük grup onları geride bırakmış ve karda kaybolmuşlardı.

Grup, bir evin kapısını çaldıkları bir köye rastlayana kadar sabaha kadar yürümüştü. Kapıyı çaldıklarında bir kadın kapıyı açtı ama onları içeri almayı reddetti. Bunun yerine onları yıkık dökük bir ahıra götürdü. Titriyorlardı ve donar vaziyetteydiler. Şahin, çocuğun ölmek üzere olduğunu anlayınca ahırın kapısını kırıp ateş yakmış. Diğer aileler de onlara katıldı. Şahin, “bebeklerden ergenlik çağındakilere kadar her yaştan çocuk vardı” diye anlatıyor.

O akşam Şahin’in bağlı olduğu kaçakçı onları buldu ve yaklaşık 150 Afgan’ın saklandığı güvenli bir eve götürdü. Kaçakçı, onları İstanbul’a götürmek için bir otobüsün geleceğini söylemişti ancak polis o gece eve baskın verdi ve insanlar da kaçmaya çalıştı. Şahin ikinci kattan atladı ve diğer kişilerle birlikte civardaki ormanlık alana koştu. Polis, gökyüzünü aydınlatan turuncu işaret fişekleri fırlatmıştı. Buna rağmen Şahin dalların altına saklanıp bekledi. Giysileri sırılsıklamdı; titriyordu ve eğer hareket etmezse öleceğini düşündü. Polis memurları mültecileri bulmak için sokakları karış karış arıyordu. Buna rağmen Şahin, küçük bir köprü bulup onun altına saklanmayı başarmıştı. Bacaklarını ısıtmak ve donmamak için bütün gece ileri geri yürüdü. Başka bir genç mülteci Şahin’e katılmıştı ve sabahleyin yardım almak için kasabaya geri dönmüşlerdi.

Gel gör ki kimse yardım etmeye istekli değildi: birçok dükkân sahibi onları kovmuştu. Ancak donmuş bir vaziyette sokaklarda dolaşırlarken bir kişi onları görüp acıdı, eve aldı ve onlara sıcak süt, bal ve ekmek ikramında bulundu.

Isınırlarken genç bir kadın odaya girip onlarla Dari dilinde konuşmuş. “Bu kadın bana bir asker olduğunu ve Celalabad’da konuşlanmış bir Türk ordusu birliğinde altı ay görev yaptığını söyledi”

Kadının erkek kardeşi onların bir sonraki istikamete ulaşmalarına yardım etti. İşin sonunda gerek birçok otobüse binerek gerek de yer yer yürüyerek Türkiye’nin batı kıyısındaki İzmir’e ulaştılar. Şahin oradan Avrupa’ya ulaşabileceğini düşünüyordu.

“Türk polisi beni üç kez gözaltına aldı ve tehcir kamplarına götürdü. Ancak onlara askeri kartımı gösterdiğimde bana acıyıp gitmeme izin verdiler. İşin sonunda ölüm olsa da Avrupa’ya ulaşana kadar denemeye devam edeceğim.”

Çeviri: Hasan Ayer

Kaynak: https://www.theguardian.com/world/2022/sep/07/i-will-reach-europe-or-die-three-stories-of-afghan-refugees-in-turkey?utm_term=Autofeed&CMP=twt_gu&utm_medium&utm_source=Twitter#Echobox=1662532540

- Advertisment -