Türkiye’de 2016 sonrasında Cumhur İttifakının belkemiğini oluşturduğu iktidar denkleminin varlık gerekçesini oluşturan beka düzeni çözülüyor. Uzun süredir iç ve dış politika cihetinde yaşadıklarımız hem bu düzenin çözülüşünün habercisi hem de sonucudur. İskeleti kaba kuvvetle sahnede tutulmaya çalışılan bu düzen her yönüyle kendi kendini tüketiyor. Sadece siyasi değil aynı zamanda ahlaki bir tükenişten de söz ediyoruz. Öyle bir tükeniş ki, bir suç örgütü lideri ülkenin siyasal iktidarına karşı çok rahat ahlaki üstünlük kurabiliyor, söyledikleri daha inandırıcı ve daha sahici bulunabiliyor.
Öncelikle şu hususu vurgulamak lazım; Türkiye’nin dün de beka sorunu yoktu, bugün de yok. Fakat birçok aktörün ikbal sorunu dün olduğu gibi bugün de var. Üstelik bu ‘kişisel ikbal sorunu’ daha da derinleşiyor. Zaten iktidar blokunun beka sorunu olarak kodlamaya çalıştığı şey temelde kendilerinin siyasal ikbal sorunuydu. Bu söylem ve stratejiyle iktidar, akli veya ahlaki olarak savunulamayanın siyaseten tartışılmasını engelleyebiliyordu. Örneğin 2017 referandumuna giderken esaslı bir sistem tartışması yapamadık. O dönem iktidar, ülkenin siyasal iskeletini ve geleceğini derinden belirleyecek olan pakete dair sahici tartışmalar yapmaktan ziyade, bu referandumu ülkenin yaşadığı ‘beka sorununa’ çözüm anahtarı olarak takdim etmeyi yeğledi. İktidar beka söylemine yüklendikçe meseleleri birer birer siyasal tartışma zemininin dışına çekti. İlk başlarda bu söylem ‘iş yapınca’ da iktidar bu söyleme siyasal maymuncuk işlevi yüklemeye başladı. Her sorununu onunla aşmaya ve her krizini onunla çözmeye çalıştı. İktidar siyasal performansa ihtiyaç duymadan siyaset yapma formülünü bulduğunu düşündükçe de siyaseten tembelleşip hantallaştı.
İktidar her kapıyı siyasal maymuncuğa dönüştürdüğü beka söylemi ile açmaya çalıştığı gibi her sorunun üzerini de onunla örttü. Referandum da bir beka sorunuydu, 2018 genel seçimleri de, 2019 yerel seçimleri de. Böyle yaptıkça da bu söylem ve onu kullanan aktörler karikatürize olmaya başladılar. Çünkü beka söylemi yapay ancak Türkiye’nin sorunları gerçek. Beka söylemi bu sorunların görünmesini erteleyebilir fakat onları çözemez. Onları sadece daha da kangren hale getirir. Siyasal kriz, yönetimsel kriz, kurumsal kriz, ekonomik kriz ve ahlaki kriz iç içe geçti ve içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ve bu krizlerin toplamı da zamanla bir devlet krizine doğru ilerliyor.
Bu suni siyaset sürekli “bize operasyon yapılıyor” söylemini de zorunlu kılıyordu. Nitekim “beka” ve “bize operasyon yapılıyor” söylemleri bir dönemi anlamamızda anahtar işlevi görebilecek iki kavramı oluşturuyor.
Türkiye’nin bir beka sorununun olmadığını söylemek Türkiye’nin büyük sorunlarının, ciddi meydan okumalarının olmadığını söylemekle eş anlamlı değil. Çözüm Süreci’nin çökmesini müteakip PKK’nın şehir savaşları cinnetinden Fethullahçı darbe girişimine ve IŞİD’in 2014-2016 arası sistematik eylemlerine uzanan geniş bir yelpazede, Türkiye esaslı siyasal, toplumsal ve güvenlikle ilgili sorun ve tehditlerle karşı karşıya kaldı.Fakat bunların hiçbirisi Türkiye için bir beka meselesi değildi. Zaten imparatorluk bakiyesi bir devlet olan Türkiye’nin haftada bir ciddi bir beka sorunuyla karşı karşıya kaldığını iddia etmenin akla ziyan bir şey olduğu izahtan varestedir. Eğer bu iddia gerçekse, o zaman da iktidarın Türkiye’ye atfettiği sıfatları gözden geçirmesi gerekir.
Ezcümle beka siyaseti sahici bir beka sorunu veya tehdidine yaslanmıyor. Buna karşın, bu siyaset mevzubahis sorunların yoğun bir şekilde yaşandığı belirli bir dönemin ürettiği özel bir toplumsal ve siyasal psikolojiye yaslanıyor. Buradan yola çıkarak beka siyasetini belli dönemlere ayırabiliriz: Beka siyasetinin oluşma evresi, beka siyasetinin beka düzenine dönüşüp kurumsallaşması ve beka düzeninin çözülüşü…
Beka Siyasetini Ortaya Çıkaran Zemin ve Psikoloji
Geriye dönük bir okumayla beka siyasetinin ve söyleminin nüvelerinin 2013-2016 arası dönemde atıldığını söyleyebiliriz. Bu dönemde ortaya çıkan siyasal psikoloji veya toplumsal duygu daha sonraları için iktidara beka siyasetini icra etmek veya söylemini kullanmak için uygun bir zemin sundu. Bu dönemde Türkiye iç politikada sert bir türbülansa girdi. Gezi Parkı eylemlerinden Fethullahçılarla kavgaya, IŞİD’in eylem dalgasından Çözüm Sürecinin çökmesinin akabinde Doğu ve Güneydoğu şehirlerinde yaşanan çatışmalar toplumsal ve siyasal alanda daha içe kapanık, daha güvenlikçi, daha reaktif ve kutuplaştırıcı atmosferin hâkim olmasına yol açtı. Bu durum özellikle iktidarın toplumsal tabanında daha yoğun bir şekilde yaşandı. Bu da daha içe kapanmacı ve daha sert bir mücadeleye uygun bir siyasal ve toplumsal psikolojinin ve duygunun oluşmasına yol açtı.
Benzeri resim dış politika için de geçerliydi. 2013 yılının Temmuz ayında Mısır’da Mursi yönetimine darbe yapıldı. Türkiye’nin büyük bir iştiyakla desteklediği Arap Baharı, en büyük ve sembol ülkesinde ağır bir darbe aldı. Aynı yılın Ağustos ayında Esad rejimi Suriye’de kimyasal silah kullandı. Her ne kadar Obama yönetimi daha önce kimyasal silah kullanımının askerî müdahaleyi tetikleyecek bir kırmızı çizgi olduğunu ilan etmiş olsa da ne böylesi bir müdahale gerçekleşti ne de Batı’dan dişe dokunur bir tepki veya yaptırım geldi. Bu hadise Suriye konusunda Türkiye ile Batı arasındaki makasın ne ölçekte açılmış olduğunu gösterdi. Batı, Suriye’de rejim değişimi hedefini fiilen terk etmişti. 2014’ten itibaren IŞİD’in yükselişi bu yaklaşımı daha da tahkim etti. IŞİD’le mücadele Suriye’de rejim değişimi gündemini neredeyse tamamıyla ortadan kaldırdı.
Aynı yılın Eylül ayında IŞİD’in Kobani’ye saldırması üzerine mesele bambaşka bir zemine taşındı. Bir tarafta, 6-8 Ekim olaylarıyla Çözüm Süreci o güne kadarki en ağır darbesini aldı. Öteki tarafta, 2015 yılının Şubat ayında IŞİD’in Kobani kuşatması tamamıyla kırıldığında, Suriye’de ABD – YPG işbirliğinin nikahı da kıyılmıştı zaten. Bütün bu süreç Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere dış politikası üzerinde ciddi bir baskı oluşturdu. Çözüm Sürecini hızla bitiş noktasına yaklaştırdı. Bunun devamı olarak da Kürt meselesinde çatışmalı dönemin kapıları tekrardan sonuna kadar aralanmış oldu. Son olarak, yaşananlar ABD başta olmak üzere Türkiye ile Batı arasındaki makası daha çok açtı ve çatışma hatlarını daha dinamik hale getirdi.
İç ve dış politikada yaşanan bu türbülans ve gerilim dönemi, siyasal ve toplumsal alanda daha içe kapanmacı, daha sert mücadeleye meyilli ve güvenlikçi bir psikolojinin baskın hale gelmesine zemin hazırladı. Buna bağlı olarak siyasal aktörler ve sistemdeki güç merkezleri arasındaki ilişkiler de yeniden şekillendi. Örneğin Çözüm Süreci döneminde AK Parti ile HDP arasında yaşanan kısmi yakınlaşma 2015 sonrasında yerini sert bir mücadeleye bıraktı ve devamında AK Parti güvenlikçi aktör ve merkezlere daha çok yaklaştı. Aynı şekilde HDP de keskin bir şekilde AK Parti/Erdoğan karşıtı cepheye geçti.
Yükselen bu duygu ve psikolojiye rağmen bu dönemin siyasetinin net bir rengi ve yönü yoktu. Zıt söylem ve siyasetler birbirlerine eşlik etti. Bu dönemin siyasetini daha gri alanda bir siyaset olarak tanımlayabiliriz. Nitekim, yaşanan bütün türbülansa rağmen Çözüm Süreci resmî olarak 2015 yılının ortalarına kadar devam etti. Batı’yla yaşanan gerilim sürerken Türkiye ile AB Mart 2016’da mülteci krizinin çözümü için bir yol haritasında mutabakata vardı. Ayrıca AB’yle vize serbestisi müzakereleri yapıldı. Özellikle 2015 yılının Kasım ayında Rusya ile yaşanan jet krizinden sonra Türkiye Batı’yla köprüleri tamamıyla atmama konusunda dikkatliydi. Örneğin, Türkiye 2013 yılında Çin’e verdiği 3 milyar 400 milyon dolarlık füze ihalesini 2015 yılının Kasım ayında iptal etti. Onun yerine İtalyan-Fransız ortak konsorsiyumu Eurosam firmasının SAMP/T füze savunma sistemine yöneldi. Bu firmayla 2018 yılının Ocak ayında anlaşma imzaladı.
Hasılı, bu dönemde zaman zaman atıfta bulunulsa da beka meselesi henüz kararlı bir söylem ve siyaset biçimi olarak tedavüle sokulmamıştı. Buna karşın bu söylem ve siyaset için uygun psikolojik, toplumsal ve siyasal zemin oluşmuştu.
Beka Söylemi, Siyaseti ve Düzeni
15 Temmuz darbe girişimi bütün bu parametreleri derinden sarstı ve değiştirdi. Bu darbe girişiminin açığa çıkardığı toplumsal ve siyasal psikoloji siyasal aktörler arasındaki ilişkileri ve ittifakları derinden şekillendirdi. 15 Temmuz kalkışmasının daha da keskinleştirdiği darbe girişimi öncesinin psikolojik ve duygusal zemini, beka söylem ve siyasetine evrildi. Ortaya ‘beka düzeni’ diyebileceğimiz bir yapı çıktı. Bu düzenin devamı ve gereksinimi olarak Türkiye iç ve dış politikada yeni bir hatta girdi. Sahneye yeni aktörler çıktı. Bu düzenin siyasal çerçevesine ilaveten kurumsal bir çerçevesi ve ittifak sistemi de vücuda geldi.
Beka Düzeninin İç Politikası
Bu dönemin iç politikasının baskın karakterini bol hamaset içeren yüksek dozajlı milliyetçilik ve güvenlikçilik oluşturdu. Belli oranda muhafazakarlık cilasıyla bu hamasi milliyetçiliğin toplumsal zemini genişletildi. Buradaki öz milliyetçilikti; Muhafazakarlık veya İslamcılık sadece formdu. Bu siyaset AK Parti – MHP ittifakıyla kurumsallaştı. Zaten Millet İttifakından farklı olarak Cumhur İttifakı bir seçim ittifakı olarak değil de bir siyasal ittifak olarak doğdu ve öylece de yoluna devam ediyor.
Beka düzeninin iç politikası Fethullahçılarla sert bir mücadele, PKK ile çatışma, HDP’nin kriminalize edilmesi, Kürt meselesinin güvenlikçi bir paranteze hapsedilmesi, demokrasi ve özgürlüklerin ciddi manada bastırılması gibi unsurlara dayanıyordu.
Kuşkusuz PKK’nın şehirlerde estirdiği şiddet fırtınası, öz yönetim ilanları ile FETÖ darbesi sert bir mücadeleyi gerektiriyordu. Fakat hükümet bu mücadeleyi kurunun yanında yaş da yanar mantığıyla yaptı. Hukuk dışılığı olağanlaştırdı. Terörle ve/ya FETÖ’yle mücadeleyi aynı zamanda siyasal mıntıka temizliği için işlevsel olarak kullandı.
Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi beka rejiminin hem sonucu hem sürdürücüsü hem de kurumsal şemsiyesi işlevini gördü. Bahçeli’nin dönemsel balans ayarının dışında iktidarın şahsileşmesi, sistemin kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetilmesi ve kurumların işlevsizleşmesi bu dönemin yönetim tarzının alamet-i fârikası oldu.
Beka Düzeninin Dış Politikası
Bu düzenin dış politikası askerî operasyonlar merkezli bir aktivizm, Batı’yla sert bir mücadele ve onu dengeleme esaslarına dayanıyordu. Türkiye; Suriye, Irak, Libya, Dağlık Karabağ ve Doğu Akdeniz’e ya askerî olarak müdahale etti ya da oralarda jeopolitik mücadelelere girdi. Zaten bu dönemde Türkiye’nin dış politikası büyük oranda güvenlik politikalarının bir alt başlığı haline geldi. Batı’yla yaşanan yüksek gerilime karşın Türkiye; Rusya, Çin ve İran gibi aktörlerle yakın ilişkiler kurdu. Özellikle Rusya’yla ilişkilerde benzeri olmayan bir dönem yaşandı. Türkiye’nin geleneksel dış ve güvenlik politikalarından bir sapma olarak, Ankara Moskova’dan S-400 füze savunma sistemini aldı. S-400’lerin alımı Türkiye – Rusya arasındaki yakınlaşmayı ve yeni dönemi hem yansıtan hem de perçinleyen en somut başlığa dönüşürken aynı mesele Türkiye – ABD arasındaki en derin krizlerden birine dönüştü. Birçok uzman, siyasa yapıcı veya karar verici, Ankara’nın S-400’leri almasını sadece bir güvenlik enstrümanının satın alınması olarak okumadı. Aksine, bu alış-veriş Türkiye’nin yeni jeopolitik konumlanmasının yansıması olarak algılandı. Batı’dan daha uzak ve Rusya’ya daha yakın bir jeopolitik konumlanmanın göstergesi… Bu dönemin dış politikası içeride icra edilen siyaset ile inşa edilmeye çalışılan düzenin hem doğal bir sonucu hem de gereksinimiydi. Rusya ve kısmen de Çin Türkiye’nin içeride tuğlalarını döşediği otoriter ve içe kapanmacı ‘beka düzenini’ dışarıda taşıyabilecek aktörleri temsil ediyorlardı.
Diplomatik izolasyon ve Batı’yla yükselen tansiyonu bir kenara koyacak olursak, Türkiye izlediği dış politika nedeniyle birçok kişinin başlarda düşündüğü kadar bir maliyet veya bedel ödemedi. Bu noktada iki husus etkiliydi. Birincisi, Amerika’nın Türkiye’nin mücavir coğrafyasından kısmen geri çekilmesiydi. İkincisi ise, 2016 – 2020 arasında ABD’de Trump’ın Başkan olmasıydı. Amerika’nın bu mıntıkadan geri çekilmesi güç boşlukları oluşturdu. Bu da Türkiye gibi bölgesel aktörlerin sert bir rekabete girişmelerine zemin hazırladı. Trump’ın başkanlığı ise, Türkiye’nin askerî operasyonlarına ve Rusya’yla yakınlaşmasına yönelik olarak Batı’dan gelebilecek muhtemel maliyetleri ciddi manada azalttı. Trump döneminde Amerika’da Başkan ile Amerikan kurumları arasında ciddi bir makas açıklığı vardı. Kurumlar daha anti-Türkiye bir pozisyondayken, Trump Türkiye’ye -daha doğrusu Erdoğan’a- daha yakın bir konumdaydı. İlaveten, Trump döneminde ABD ile Avrupa arasında da ciddi bir makas açıklığı vardı. Bütün bu faktörler de Türkiye gibi aktörlerin manevra alanını ve oyun sahasını genişletiyordu.
Jeopolitik boşluk ve iddiaların yanısıra dışarıdaki askeri operasyonlar hükümetin içeride inşa etmeye çalıştığı düzeni meşrulaştıran en güçlü referans noktalarına dönüştüler. Ekonomiden yönetime kadar iç politika başlıklarındaki göstergeler kötüleştikçe de iktidar içerideki düzeni daha da fazla dışarıdaki aktivizm üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Burada da iki duyguyu işlevsel olarak kullandı: Kuşatılmışlık ve büyüklük. Daha önceki bir yazımda (Post-Emperyal Devlet Egosu ve Dış Politika) vurguladığım üzere, “kabaca 2015 – 2018 arası dönemde kuşatılmışlık psikolojisi iktidarın dış politika söyleminin merkezinde yer alırken, 2018’den sonra iktidar dış politikadaki söylemini iddialı olma, büyük oynama veya büyüklük talebi üzerinden kurdu. İktidar, dış politika üzerinden açığa çıkan bu duygu ve arzuyu da içeride arkaik bir otoriter sistemi tesis etmede işlevsel bir şekilde kullandı.” İktidar askeri operasyonlar merkezli iddialı dış politikasının özel bir iç politik nizama ihtiyaç duyduğu temasını sıklıkla işledi. Beka düzeninin iki sac ayağını oluşturan Cumhur İttifakıyla Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini bu dış politikayı içeride taşıyabilecek nizam olarak topluma pazarladı. Yani dış politikadaki askeri operasyonlar içerideki milliyetçi/beka eksenli iktidar kurgusunu perçinleyen ve meşrulaştıran bir işlev gördü.
Dahası, iktidar, beka söylem ve siyasetiyle sadece iç ve dış politikasını gerekçelendirip meşrulaştırmakla yetinmiyordu. Aynı söylem ve siyaseti, bu adımlara karşı gelişen muhalefeti bastırmak veya onu gayrimeşrulaştırmak için de oldukça işlevsel kullandı.
Bu dönemde beka siyasetinin siyasi performansı gözardı ettiğine/ihmal ettiğine şahit olundu. Başkanlık sisteminin yanlış mimarisi ve beka siyasetinin öne çıkardığı hamaset ve layüsellik iktidarın bugüne kadarki en önemli avantajlarından biri olan yönetme performansını ciddi zaafa uğrattı. Ekonomi krize girdi. İktidarın bunu toparlayacağına yönelik umutlar boşa çıktı. Buna rağmen, beka söylemi ve siyaseti, reel meseleler üzerinden yaşanan toplumsal hoşnutsuzlukların seçmen davranışına dönüşmesini uzun bir süre engelledi. Hoşnutsuzluklarla seçmen davranışı arasında ciddi bir fark belirmeye başladı, çünkü siyaset kısmen reel gündemlerden kopmuştu. Performans bazlı siyaset, bekacı düzende ikincil plana atılmıştı. Sürekli daha büyük tehdit ve tehlike söylemiyle sahici sorunlar bastırıldı ve görünmez kılındı. Tabii ki bu ancak bir süre için yapılabilirdi.
Beka Düzeninin Çözülüşü
Bir süredir beka düzeninin çözülüşüne şahit oluyoruz. Bu düzeni temsil eden dalga, atmosfer ve aktörler zayıflıyorlar. Son dönemlerde yaşananlar ve özellikle Sedat Peker’in vahim ifşaatları bu düzenin çözülüşünün sebebi değil, sonucu. Tabii bu olup bitenler çözülüşü hızlandırıyor. Mevcut düzeni mümkün kılan iç ve dış politika bugün için artık geçerli değil. Daha doğrusu uygulanabilir değil. Aksine, iç ve dış politikada yaşananlar düzenin arkaikliğini ve çürümüşlüğünü gün yüzüne çıkarıyor. İç ve dış politikadaki gelişmeler düşünüldüğünde, bu düzeni var eden ittifak yapısında çatırdamaların yaşanmaması düşünülemez. Şöyle bir soru sorulabilir: Bu düzen ne zamandan itibaren çözülmeye başladı? Baktığınız zaviyeye bağlı olarak buna muhtelif cevaplar verebilirsiniz. İktidarın yaşadığı yerel seçim mağlubiyeti, ABD’de Biden’ın seçim zaferi, Berat Albayrak’ın görevden ayrılması hatta en son Sedat Peker’in yaptığı ifşaatlar ve özellikle de Süleyman Soylu hakkında dile getirdiği vahim iddiaların hepsi pekâlâ bu çözülüşün başlangıç tarihi olarak görülebilir. Fakat son yaşananlar daha çok bu çözülüşün sonucu gibi duruyor.
Peki beka düzeninin çözülüşünü tetikleyen iç ve dış politika gelişmeleri neler? İç politikada iç içe geçen sorun ve kriz yumakları artık suni bir beka söylemiyle bastırılamayacak kadar sahici ve can yakıcı bir noktaya geldi. Ekonomik krizden adalet krizine, siyasal çürümeden doğanın tahribatı ve ahlak sorununa kadar geniş bir yelpazede derin problemlerle karşı karşıyayız. Bu meselelerin hiçbiri boğucu milliyetçi bir atmosfer, yüksek dozajlı bir hamaset, daha güvenlikçi bir vasat ve artık karikatürize olmaya başlayan beka nutuklarıyla geçiştirilecek gibi değil. Dönemin ruhu bu bekacı siyasetin aleyhine işliyor. Rüzgâr farklı yerden esiyor. Yukarıda beka siyasetinin daha önce toplumsal hoşnutsuzluğun seçmen davranışına dönüşmesini bir süreliğine engellediğini ifade etmiştik. Ama artık bu işlevi göremiyor. Şu an için küçük oranlarda da olsa toplumsal hoşnutsuzluk iktidarın aleyhine olacak şekilde seçmen davranışına dönüşüyor. İktidar blokunda henüz kitlesel kopuşlar olmasa da tedrici erime devam ediyor.
Askerîleşmiş Dış Politikanın Limitleri
Dış politikada Irak’ı hariçte tutacak olursak, askerî operasyonlar merkezli dış politikanın limitlerine büyük oranda geldik. Tabii ki bu Suriye veya Libya’da tansiyonun yükselmeyeceği manasına gelmez. İdlib başta olmak üzere her iki noktada da eskalasyon riski var. Ayrıca, ABD’de Trump dönemi kapandı. Başkanlık koltuğunda Biden oturuyor. Biden’la birlikte ABD’de kurumlarla Başkan arasındaki makas kapandı. Türkiye konusunda daha yekpare bir resim var. Benzeri şekilde, Türkiye ve komşu coğrafyaları bağlamında ABD ile Avrupa arasındaki makas da kapanıyor. Bu da yeni dönemde Türkiye’yle Batı arasındaki kapışmaların geçtiğimiz yıllara oranla daha fazla maliyet üreteceği anlamına gelir. İlaveten Batı’yla yaşanacak krizler Türkiye’nin hâlihazırda krizde olan ekonomisini daha da kırılganlaştırır. Ekonomik iyileşme Batı’yla normalleşme gerektiriyor. Zaten bu durumun bir yansıması olarak da Oruç Reis bir süredir Doğu Akdeniz’deki tartışmalı sulara açılmıyor.
Bunlara ek olarak, Biden döneminde demokrasi ve insan hakları vurgusu daha fazla olacak. Buradaki samimiyet sorusunu bir kenara koyacak olursak, Biden’ın demokrasi vurgusunun temelde iki bağlamı var: anti-Trump ve anti-Çin. Bu vurgunun siyasal anlamını anti-Trumpçılık oluşturuyor. Yani Biden demokrasi söylemiyle daha önce demokrasi, hukuk, insan hakları, uluslararası kurumlar veya kurallar gibi unsurları önemsemeyen Trump parantezinin kapandığını ilan etmek istiyor. Demokrasi söyleminin jeopolitik hatta ideolojik anlamını da anti-Çincilik oluşturuyor. Çin Amerika’dan daha vahşi kapitalist bir ekonomik sisteme sahip olmasına rağmen siyaseten arkaik bir tek parti komünist rejimiyle yönetiliyor. Yani Çin’in Aşil topuğunu siyasal sistemi oluşturuyor. Bu nedenle, demokrasi vurgusuyla Biden hem Çin’in bu yumuşak karnını hedef alıyor hem de ona karşı geniş bir koalisyon inşa etmeye çalışıyor. Yani demokrasi bir yönüyle, yeni dönemde Batı’nın Çin’le girişmesi muhtemel büyük güçler rekabetinin ideolojisini oluşturuyor. Her halükârda bu vurguların daha sık yapılması otoriter bir güzergaha girmiş olan Türkiye üzerinde bir basınç oluşturur.
Mevzubahis faktörlerin bir sonucu olarak Türkiye bir süredir Batı’yla ilişkileri iyileştirmek, iklimi yumuşatmak istiyor. Bu yönde çoğunluğu jeopolitik merkezli olmak üzere bazı adımlar atıyor. Örneğin, Afganistan’da ABD’nin çekilmesine müteakip Türkiye’nin Kabil havalimanının güvenliğini üstlenmesinin en büyük gerekçesini, ABD’yle ilişkileri tamir etme arzusu oluşturuyor. Batı’yla yaşanan bu kırılgan yumuşamaya karşın, yeni dönemde Türkiye-Rusya ve Türkiye-İran hatlarında gerilimin yükselmesi muhtemel görünüyor. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Irak ve Suriye, daha ziyade Türkiye ile Batı arasında gerilime neden olurken yeni dönemde bu iki ülke Ankara – Moskova – Tahran hattı arasında gerilim sahalarına dönüşecek gibi duruyor. Hatta bu iki ülkenin Türkiye ile Batı arasında kısmi işbirliği alanlarına dönüşmesi epey muhtemel.
Ezcümle, beka düzeninin üzerine yaslandığı geçtiğimiz 4-5 yılın dış politika parametreleri ciddi bir değişim geçiriyor. Mevzubahis beka düzeninin merkezinde yer alan hamasi milliyetçilik ve güvenlikçilik dört ayak üzerine bina edilmişti. FETÖ’yle hesaplaşmayı paranteze alacak olursak, diğer üç ayağı Kürt meselesinde güvenlik merkezli bir siyaset ve alternatif perspektiflerin bastırılması, askerî operasyonlar merkezli dış politika ve Batı’yla kapışma oluşturuyordu. Bu ayaklardan Batı’yla kapışma ve askerî operasyonlar odaklı dış politika artık eskisi kadar geçerli değil. Bunun devamı olarak, bu iki başlık üzerinden açığa çıkan milliyetçi dalga üzerinden siyasal sörf yapmak pek olası ve işlevsel değil. Kürt meselesinin güvenlikçi perspektife hapsedilmesiyle yüksek dozajlı milliyetçiliğin iktidara kaybettirdiğini de son yerel seçimler bütün berraklığıyla ortaya koydu.
Hamasi milliyetçiliğin hem siyaseti hem de aktörleri yükseliş değil düşüş trendindeler. Zaten hamasi milliyetçilik bir içe kapanma ve küçülme ideolojisidir. Mesela, 2015 seçimlerini baz alacak olursak, AK Parti – MHP koalisyonun oy toplamının yüzde 60 civarında olması gerekirdi. Fakat her iki parti de hamasi milliyetçiliğin dozunu artırdıkça eridiler. Bugün ikisinin toplamı yüzde 43-44 bandında gözüküyor ve erime trendi devam edecek gibi duruyor.
Soylu: Beka Düzeninin Aktörlerinin Düşüşü
Yukarıda da bahsedildiği üzere, beka düzenini var eden iç ve dış politika zemini büyük oranda kaymış durumda. Bu durumun mevcut sistemi taşıyan ittifakta sarsıntılara, çalkantılara ve çatırdamalara yol açması kuvvetle muhtemel. Zaten beka söylemi sunileştikçe tek sermayesi bu söylem ve güvenlikçi politikalar olan aktörler de yapaylaşıyor ve zayıflıyorlar. Bu dönemin ve düzeninin aktörlerinden Süleyman Soylu’ya yöneltilen vahim suçlamalar bu düzenin meşruiyet yitimini ve aktörlerinin imaj erozyonunu daha da hızlandıracak gibi duruyor. Çünkü minimum hukuk kaidelerine ve asgari demokrasi standartlarına sahip olan herhangi bir ülkede böylesi ağır ithamlara muhatap olup da görevine devam edebilen bir örnek yok. Soylu’ya yönelik ithamlar üzerinden hem bir şahsın hem de bir düzenin krizine şahit oluyoruz.
Bu süreç aynı zamanda bize bu düzenin aktörleri veya bileşenleri arasında bu düzenin devamı konusundaki iştiyak farklılığını da gösterdi. Soylu’ya dair vahim iddialar ve ciddi suçlamalar ortaya saçıldıkça AK Parti’nin kurumsal yapısı adını koymadan Soylu’yla arasına mesafe koyuyor. Buna karşın MHP ve Bahçeli Soylu’ya daha açıktan sahip çıkıyor. Soylu, Erdoğan’ın kabinesinde Bahçeli’nin bakanı gibi duruyor. Doğrudan ifade edecek olursak, Soylu artık Erdoğan’ın kabinesindeki bir bakandan ziyade Bahçeli’nin cebindeki bir karta dönüşmüş durumda.
Bahçeli’nin desteğini Soylu’nun şahsından ziyade, MHP için ifade ettiği siyasal anlam üzerinden okumak gerekir. Soylu bu aşamada AK Parti ve Erdoğan’ı siyaseten MHP ve Bahçeli’ye mahkûm etme stratejisinin ismi veya formülü gibi duruyor. AK Parti’nin muhtemel bir siyaset değişimini veya siyasal tasarruflarını engelleme formülü… Yani AK Parti’yi beka düzeni siyaset ve söylemine çivileme enstrümanı. Bu haliyle de Soylu kendi başına bir aktörden ziyade kullanışlı bir enstrümanı temsil ediyor. Zaten MHP’nin stratejisi için de zayıflayan ve vahim iddialar karşısında imajı ciddi manada erozyona uğrayan bir Soylu daha da işlevsel. Soylu ikinci bir Mehmet Ağar vakasına dönüştükçe Bahçeli için daha da kullanışlı hale geliyor. Böylesi bir Soylu, MHP ve Bahçeli’nin siyasal himayesine daha muhtaç hale geliyor. Zaten Soylu’nun bu vahim iddialar karşısında bugüne kadar ortaya koyduğu strateji, hukuki veya siyasal aklanmadan ziyade siyasal himaye elde etme üzerine kurulu. Kendisine yöneltilen ahlaki ve kriminal suçlamaları beka düzeninin güvenlikçi siyasetiyle bastırmaya çalışıyor.
Makalenin tümü için:
___________
Galip Dalay: Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı olarak çalışıyor, aynı zamanda Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını sürdürüyor.