Ana SayfaHaberlerDünyaBernie Sanders: “Biden’ın Çin politikası tedirgin edici ve tehlikeli”

Bernie Sanders: “Biden’ın Çin politikası tedirgin edici ve tehlikeli”

Senatör Bernie Sanders, Foreign Affairs için kaleme aldığı makalede “Washington’da hızla gelişen ve ABD-Çin ilişkisini taraflardan birinin kazanmasına, diğerinin ise mağlubiyetine bağlı bir ekonomik ve askeri mücadele olarak gören mutabakat”ın tedirgin edici ve tehlikeli olduğunu yazdı. Sanders’e göre yüzyüze kalınan küresel sorunların çözümü ancak Çin’in de dahil olacağı küresel işbirliğiyle mümkün olabilir.

Evrim Yaban Güçtürk’ün Foreign Affairs’den Perspektif için çevirdiği “Washington’un Çin Konusundaki Tehlikeli Yeni Mutabakatı” başlıklı makale şöyle:  

Birleşik Devletler’in bugün karşı karşıya olduğu, daha önce benzeri yaşanmamış küresel sorunlar (iklim değişikliği, salgınlar, nükleer silahların yaygınlaşması, büyük ekonomik eşitsizlik, terörizm, yolsuzluk, otoriterizm) ortak küresel zorluklardır. Tek başına hareket eden herhangi bir ülkenin üstesinden gelemeyeceği bu sorunların çözümü uluslararası işbirliğinin (yeryüzünün en kalabalık ülkesi olan Çin’le işbirliği de buna dahil) artmasını gerektirir.

Washington’da hızla gelişen ve ABD-Çin ilişkisini taraflardan birinin kazanmasına, diğerinin ise mağlubiyetine bağlı bir ekonomik ve askeri mücadele olarak gören bir mutabakatın ortaya çıkıyor olması bu nedenle tedirgin edici ve tehlikeli. Bu bakış açısının yaygınlaşması dünyanın tam olarak ihtiyaç duyduğu işbirliğine ulaşmanın giderek daha da zorlaşacağı bir siyasal ortam oluşturacaktır.

Bu konudaki genel kabulün değişim hızı oldukça dikkate değer. Sadece yirmi yıl önce, 2000 Eylül’ünde, şirketleşmiş Amerika ve iki siyasi partinin liderliği Çin’e “kalıcı normal ticari ilişkiler” statüsü ya da diğer adıyla PNTR sağlanmasını güçlü bir biçimde destekliyordu. Söz konusu zamanda ABD Ticaret Odası, Sanayi Odası (NAM), ana akım medya ve Washington’da dış politika konusunda görüşlerine başvurulan hemen hemen tüm çevreler PNTR’nin, ABD şirketlerinin büyüyen Çin pazarına erişimlerini sağlamak ve bu yolla da şirketlerin rekabet gücünü yüksek tutmak için gerekli olduğunda ve Çin ekonomisinin liberalleşmesi ile birlikte Çin Hükumeti’nin de demokrasi ve insan hakları açısından liberalleşeceğinde ısrarcıydı.

Bu, açıkça ve itiraz edilemeyecek bir biçimde doğru bir tutum olarak görülüyordu. Merkeziyetçi Brooking Enstitüsü’nden ekonomist Nicholas Lardy 2000 baharında, PNTR vermenin “uluslararası toplumun önemli ek ekonomi reformları yapılması talebini karşılamak üzere ekonomide ve siyasette önemli bir riske girmek ve Çin liderliğine önemli ölçüde destek sağlamak” olacağını öne sürmüştü. Öte yandan PNTR vermemek de “ABD şirketlerinin” Dünya Ticaret Örgütü’nün “bir üye(si) olmak için bulunduğu en önemli taahhütlerden fayda sağlamayacağı anlamına gelecekti. Yaklaşık aynı dönemde muhafazakâr American Enterprise Enstitüsü’nden siyaset bilimci Norman Ornstein de bunu çok daha açık bir biçimde yazmıştı. “Amerika’nın Çin ile ticareti(nin) hem Amerika için ve hem de Çin’de özgürlüğün gelişmesi için iyi bir şey” olduğu iddiasında bulunmuştu. “Bu çok açık ya da açık olmalı.”

Bana pek açık gelmemişti. Bu nedenle de bu kötü ticaret anlaşmasına karşı duruşun başlamasına yardım ettim. O zamanlar bildiğim ve pek çok çalışanın da bildiği, Amerikalı şirketlerin Çin’e taşınmasına izin vermenin ve orada açlık sınırında ücretle işçi çalıştırmanın, çalışma standartlarını ya da iş ve işçi güvenliğini, emeği aşağı çeken bir rekabet ortamını teşvik edeceği ve bunun da Birleşik Devletler’de sendikalı ve iyi ücretli işlerin kaybıyla ve Amerikalı işçiler için daha düşük ücretlerle sonuçlanacağıydı. Tam olarak böyle de oldu. Bu dönemi izleyen yaklaşık yirmi yılda iki milyon kadar Amerikan işi kayboldu, 40,000’den fazla fabrika kapandı ve Amerikalı işçiler ücret durgunluğu yaşadılar – şirketler milyarlar kazanırken ve yöneticiler bolca ödüllendirilirken bile. Donald Trump 2016’da başkanlık seçimini, kısmen ABD ticaret politikalarına karşı kampanya yürüterek, sahtekârlığı ve ayrılık yaratan popülizmiyle seçmenlerin pek çoğunun gerçek ekonomik mücadelesini kullanarak kazandı.

Bunlar olup biterken Çin’de özgürlük, demokrasi ve insan haklarının gelişmediğini de hatırlatmaya gerek yok. Ülke daha da otoriter bir yöne doğru ilerlediği için özgürlük, demokrasi ve insan hakları ciddi bir biçimde kısıtlandı ve Çin küresel düzende giderek daha agresif oldu. Washington’un genel kabul sarkacı, Çin ile serbest ticaretin sunduğu fırsatlara dair oldukça iyimser bir tutumu terk ederek artan ticaretin sonuçlarından biri olarak daha zengin, daha güçlü ve daha otoriter Çin’in oluşturduğu tehdide ilişkin çok daha sert bir tutuma geldi.

2020 yılı Şubat ayında Brookings’in analisti Bruce Jones “Çin’in — dünyanın ikinci en büyük ekonomisi, en büyük enerji tüketicisi ve savunmaya en çok harcama yapan ikinci ülke konumuna — yükselmesi küresel meseleleri çalkantılı bir hale getirdi” diye yazmış ve “büyük güç rekabetinin yeni gerçeklikleri ile uğraşma (seferberliğinin) önümüzdeki süreçte Amerikan devlet yönetimini bekleyen zorlu görev” olduğunu belirtmişti. Birkaç ay önce muhafazakâr meslektaşım, Arkansas Eyaleti’nin Cumhuriyetçi Senatörü Tom Cotton, Çin tehdidini Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu tehdide benzetmişti: “Amerika(nın) bir kez daha Avrasya’ya hükmetmeye ve yeni bir dünya düzenini kurmaya çalışan güçlü totaliter bir düşmanla karşı karşıya” olduğunu iddia etmişti. Tıpkı Washington’un Moskova ile çatışmaya hazırlanmak üzere İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ulusal güvenliğini yeniden yapılandırdığı gibi, Cotton da “Bugün, Amerika’nın uzun vadeli ekonomik, endüstriyel ve teknolojik çalışmalarının komünist Çin’in oluşturduğu büyüyen tehdide uygun olarak güncellenmesi gerekiyor.” diye yazmıştı. Geçtiğimiz ay, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Asya Politikası baş sorumlusu Kurt Campbell, “Genel olarak (Çin ile) angajman dönemi olarak tanımlanan dönem sona erdi” diye belirmişti, bu ifade “baskın paradigma rekabet olacak” diye de devam ediyordu.

Aldatmacalara inanmayın

Yirmi yıl önce Amerika’nın egemen ekonomi ve siyaset çevreleri Çin konusunda yanılgıya düşmüştü. Bugün bu mutabakat değişti ama yine hatalılar. Ülkenin ileri gelen çevreleri artık Çin ile serbest ticaret ve açıklığın avantajlarını yüceltmek yerine, Çin’e Birleşik Devletler’in varlığına yönelik bir tehdit unsuru rolü biçerek, yeni bir Soğuk Savaş’ın reklamını yapıyor. Politikacıların ve askeri endüstriyel kompleks temsilcilerinin bu durumu çok ama çok daha büyük savunma bütçesinin son bahanesi olarak kullandıklarını işitmeye başladık bile.

Bu yeni mutabakata karşı çıkmanın önemli olduğuna inanıyorum, tıpkı eskisine karşı çıkmanın önemli olduğuna inandığım gibi. Çin yönetimi kesinlikle, karşı olduğum ve tüm Amerikalıların karşı durması gereken pek çok politika ve icraattan suçlu: Teknoloji hırsızlığı, işçi haklarının yok edilmesi ve basına yönelik tahakküm, Tibet ve Hong Kong’daki baskılar, Pekin’in Tayvan’a karşı tehditkâr tutumu ve Çin Hükûmeti’nin Uygur halkına yönelik zalimane politikaları. Birleşik Devletler Çin’in saldırgan küresel emellerinden de endişe duymalı. Çin Hükûmeti’yle ikili görüşmelerde ve BM İnsan Hakları Konseyi gibi birçok tarafın iştirak ettiği kuruluşlarda bu konularda baskı yapmayı sürdürmeli. Birleşik Devletler işbirliği içinde olduğu ülkelere ve partnerlerine karşı insan hakları konusunda tutarlı bir duruş sergilerse, bu yaklaşım çok daha inandırıcı ve etkili olacaktır.

Dış politikamızı Çin ile taraflardan birinin kazanmasının diğerinin mağlubiyetine bağlı küresel bir karşılıklı cepheleşme etrafında düzenlemek, Çin’in daha iyi bir tutum almasını sağlamayacak ve siyasal olarak tehlikeli, stratejik olarak ters etki yaratan bir yaklaşım olacak. Çin ile karşı karşıya gelme telaşının oldukça güncel bir örneği var: Küresel “terörle mücadele.” 11 Eylül saldırılarının hemen ardından Amerika’nın müesses nizamı hızla ABD dış politikasının öncelikle terörle mücadeleye ağırlık vermek durumunda olduğu sonucuna vardı. Neredeyse yirmi yıl geçtikten ve 6 trilyon dolar harcama yapıldıktan sonra, ulusal birliğin insani, ekonomik ve stratejik anlamda son derece pahalıya mal olan ve ABD siyasetinde yabancı düşmanlığı ve bağnazlığa yol açan (Bunun en büyük yükünü Amerikalı Müslüman ve Arap toplulukları üstlenmiştir) bir dizi sonu gelmeyen savaşı başlatmak için sömürüldüğü netlik kazandı. Bugün, Çin hakkında amansız bir korku tellallığının oluştuğu bir iklimde, ABD’de Asyalılara karşı nefret suçlarında bir artış yaşanıyor olması şaşırtıcı değil. Birleşik Devletler şu anda, yakın tarihte olduğundan daha fazla bölünmüş durumda. Ancak son yirmi yılın deneyimi bizlere, Amerikalıların ulusal birliğin düşmanlık ve korku yoluyla oluşturulmaya çalışılmasının cazibesine direnmek zorunda olduğunu göstermelidir.

İleriye doğru daha iyi bir yol

ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetimi haklı bir biçimde, otoriteryanizmin yükselişini demokrasiye yönelik büyük bir tehdit olarak kabul etti. Bununla birlikte, demokrasi ve otoriteryanizm arasındaki ana çatışma devletler arasında değil, ABD de dahil olmak üzere, ülkelerin içinde gerçekleşmekte. Ve sonuçta demokrasi kazanacaksa, bunu geleneksel bir savaş alanında değil, demokrasinin insanlara otoriteryanizmden daha kaliteli bir yaşam sunabileceğini göstererek yapacak. Bu nedenle, çalışan ailelerin uzun süredir ihmal edilen ihtiyaçlarını ele alarak, halkın devlete olan inancını yeniden tesis ederek Amerikan demokrasisini canlandırmalıyız. Çökmekte olan altyapımızı yeniden inşa etmek ve iklim değişikliğiyle mücadele etmek için milyonlarca iyi ücretli iş yaratmalıyız. Sağlık, barınma, eğitim, cezai adalet, göçmenlik ve diğer pek çok alanda karşılaştığımız krizlerin üzerine eğilmeliyiz. Bunu sadece bizi Çin veya başka bir ülke ile daha rekabet edebilir hale getireceği için değil, Amerika halkının ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edeceği için de yapmalıyız.

ABD Hükümeti’nin temel endişesi Amerikan halkının güvenliği ve refahı olsa da, derinden birbirine bağlı dünyamızda güvenliğimizin ve refahımızın her yerdeki insanlarla bağlantılı olduğunu da kabul etmeliyiz. Bu maksatla, dünya çapında yaşam standartlarını yükseltmek ve otoriter güçlerin kendi siyasi iktidarlarını inşa etmek ve demokrasinin altını oymak için dünya genelinde kullandıkları grotesk ekonomik eşitsizliği azaltmak hususunda diğer zengin uluslarla birlikte çalışmak bizim çıkarımızadır.

Biden yönetimi, küresel bir asgari kurumlar vergisi için bastırdı. Bu, dibe doğru giden yarışı sonlandırmak için atılmış iyi bir adım. Ancak daha da büyük düşünmeliyiz: Dünya çapında işçilerin haklarını güçlendirecek, milyonlarca insana düzgün ve onurlu bir yaşam şansı sağlayacak ve çok uluslu şirketlerin dünyanın en muhtaç kesimlerini sömürme becerisini azaltacak küresel bir asgari ücret. Yoksul ülkelerin küresel ekonomiye entegre olurken yaşam standartlarını yükseltmelerine yardımcı olmak için, Birleşik Devletler ve diğer zengin ülkeler sürdürülebilir kalkınmaya yönelik yatırımlarını önemli ölçüde artırmalıdır.

Bernie Sanders’in makalesinin tümü için:

https://www.perspektif.online/washingtonun-cin-konusundaki-tehlikeli-yeni-mutabakati/
- Advertisment -