6 Şubat’ta gece yarısı meydana gelen 7.8 büyüklüğündeki deprem Türkiye’nin güneydoğusunu ve Suriye’nin kuzeyini vurdu. Depremin merkez üssü, Zeugma antik yerleşiminden kalma büyüleyici bir koleksiyona ve dünyanın en büyük mozaik müzesine ev sahipliği yapan Gaziantep’e yakındı. Sarsıntı o kadar güçlüydü ki dünyanın dört bir yanındaki sismometreler tarafından algılandı. Sarsıntı sona erdiğinde ise bütün apartmanlar yerle bir olmuş, yollar parçalanmış ve binlerce insan beton yığınlarının altında kalmıştı.
Dokuz saat sonra aynı bölgede, merkez üssü Kahramanmaraş yakınlarında olan ikinci ve yine çok güçlü bir deprem daha meydana geldi. 7,5 büyüklüğündeki bu deprem de en az ilki kadar sarsıcıydı. Dondurucu kış koşullarında insanlar evsiz ve çaresiz, aç ve susuz kaldı. Facianın daha erken saatlerinde enkaz altından çıkarılanlar bile donarak ölme riskiyle karşı karşıya kaldı. Bu yaşanan, çok büyük ölçekli bir doğal afetti. Ancak depremi bu kadar ölümcül, acıyı bu kadar büyük yapan şey doğanın kendisi değil, insan eliyle inşa edilmiş, eşitsizliği ve yolsuzluğu temel alan sistemdi.
İzmit’te 17 Ağustos 1999’da 7.4 büyüklüğünde bir deprem olduğunda İstanbul’daydım. Uyandığımda tüm binanın fırtınada yalpalanan bir sandal gibi sallandığını ve duvarlar hareket ettikçe yerin altından sağır edici bir sesin yükseldiğini asla unutamadım. O gece yaklaşık 18 bin kişi ölmüştü.
Sonraki süreçte, bizler yaşadığımız fiziksel ve duygusal enkazın molozlarını toplarken, hükümet insanlara büyük vaatlerde bulundu: yetkililer, daha sıkı inşaat yönetmelikleri getirileceğine dair heyecanlı konuşmalar yaptı. Yönetmeliklerin sıkılaştırıldığı doğru olsa da bunların hepsi kâğıt üzerinde kaldı ve hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı. Anlayacağınız hepsi boş laftı. Çatlakların üstü örtüldü, yarıklar “makyajla” kapatıldı ve hasarlı binalar yeniden kullanıma açıldı. Bu durumu eleştirenler ise “hain” olarak yaftalandı.
Acı gerçek şu ki, anavatanımda çok ciddi sayıdaki bina yönetmeliklere uygun değil. Bu depremde tüm binalar yerle bir oldu; daha fazla kâr, kazanç ve adam kayırma uğruna hayatlar heba edildi. Hükümet şimdi muhtemelen tek tek müteahhitleri suçlayacaktır. Muhtemelen birçoğu felaketten doğrudan sorumludur ancak yetkililer suçu bu kadar kolaylıkla üstlerinden atamaz. Asla verilmemesi gereken resmî izinleri o yetkililer verdi. Uzmanların “pankek çökmesi” olarak adlandırdığı yıkımda çöken yapılar sadece konutlar değil, aynı zamanda büyük bir tantanayla açılan hastaneler de dahil olmak üzere belediye binalarıydı.
Türkiye’nin inanılmaz sayıda bilim insanı ve mühendisi bulunuyor ve birçoğu yaklaşan tehlikeye dikkat etmeleri için yetkililere adeta yalvardı. Ne var ki sesleri iktidardakiler tarafından hiç duyulmadı; tam tersine, ‘korku tacirliği’ yapmakla suçlandılar.
İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), deprem yönetmeliklerine açıkça meydan okuyan binalara periyodik olarak “imar afları” çıkardı. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) İstanbul Başkanı Pelin Pınar Giritlioğlu’na göre, sadece deprem bölgesinde 75 bin kadar binaya bu tür aflar verilmiş. Jeolog Celal Şengör haklı olarak fay hatlarıyla örülü bir ülkede bu tür afların çıkarılmasının suçtan başka bir şey olmadığını söylüyor. Felaketten sadece birkaç gün önce hükümetin yeni bir af çıkarmak üzere harekete geçmiş olması ise acı verici bir ironi. İktidar geçmişin acılarından ve hatalarından asla ders almadı. Dahası, kibrinden asla vazgeçmedi ve açgözlülük ile kayırmacılık baskın kural oldu.
1999 depreminden sonra devlet, geliri sonraki acil durumlarda kullanılmak üzere bir vergi saldı. Ancak 2020 yılında bu para sorulduğunda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan paranın nasıl harcandığını açıklamaktan kaçındı: Gazetecilere verdiği demeçte “[Fonları] gerekli olan yerlere harcadık” dedi. Cevaptan da anlaşılacağı üzere, şeffaflık yerine, sadece ama sadece sistematik sansüre ve bilginin bastırılmasına şahit oluyoruz.
Bir ülkedeki demokrasi eksikliği ile doğal afetlerin ardında bıraktığı yıkım düzeyi arasında bir korelasyon vardır. İşleyen bir demokraside iktidardakilerden hesap sorulabilir, denge ve denetleme sistemi harcamaları kontrol eder ve kamuoyu her adımdan haberdar olur. Demokrasinin olmadığı yerde daha fazla insani acı yaşanması kaçınılmazdır.
Devlet, hızlı ve sistematik acil kurtarma çalışmaları yürütmekte de başarısız oldu. Afet bölgesinin pek çok yerinde insanlar kendi hallerine bırakıldı ve çıplak elleriyle sevdiklerini kurtarmaya çalıştı. Bazıları yıkıntıların altından gelen sesleri duyabildi ve ailelerine ve arkadaşlarına yardım edememenin büyük acısını ve travmasını yaşadı. Bir baba, betonun arasından sadece kolu görünen ölü kızının elini tutarak saatlerce oturdu. İnanılmaz derecede uzun saatler boyunca Hatay ve diğer başka şehirlere hiçbir resmî yardım ulaşmadı. Yıkılan binaların altında kalan insanlar yerlerini bildiren tweet’ler atarak yardım için yalvardı. Hayat kurtarmak için her dakikanın kritik olduğu bir dönemde Twitter’a erişimin engellenmesi ise akıllara durgunluk veren bir karar oldu.
Şu an çok fazla öfke ve çok fazla üzüntü var. İster Türkiye’de ister diasporada olalım, keder ve öfke arasında gidip geliyoruz. Bir an kontrolsüzce ağlarken, başka bir an öfkeyle yanıp tutuşuyor, kırılmışlık hissiyle tükeniyoruz. Deprem kolektif ruhumuzu paramparça etti.
Bu arada Erdoğan ise her zaman yaptığı şeyi yapmaktan geri kalmıyor: kendisini eleştirenlere saldırıyor ve seslerini kesiyor. “Milli birlik” adı altında sessiz ve uysal olmamız, çenemizi kapamamız ve şükretmemiz bekleniyor. Erdoğan, hükümetin müdahalesinde “eksiklikler” olduğunu kabul ediyor, ancak bu ölçekte bir felakete hazırlanmanın mümkün olmadığını söylüyor ki bu doğru değil. Bu büyüklükte bir deprem dünyanın herhangi bir yerinde büyük hasara yol açabilirdi, ancak binalar kurallara uygun inşa edilmiş ve kurtarma çalışmaları düzgün bir şekilde koordine edilmiş olsaydı yıkım bu kadar korkunç bir boyutta olmazdı.
Türkiye’de pek çok insanın hükümete ve onun partizan, siyasallaşmış kurumlarına güven duymadığı anlaşılıyor. Kurtarma çalışmalarında en çok güvenilen kuruluşlar AKUT ve özellikle de sayısız insan için bir umut ışığı haline gelen AHBAP gibi sivil toplum temelli girişimler oldu.
Öte yandan, karanlığın ortasında ışık huzmeleri de vardı: Türkiye halkı, dünyanın dört bir yanından hayat kurtarmak için koşuşturan kurtarma ekiplerini asla unutmayacak. Bu ekipler Meksika’dan İspanya’ya, İngiltere’den Macaristan’a, İsrail’e, Ermenistan’a ve hatta savaştan zarar görmüş Ukrayna’ya kadar geniş çapta ülkeyi kapsıyordu. Yunanistan yardım gönderen ilk ülkelerden biriydi. Yunan televizyon kanalları haber bültenlerine Ege’nin her iki yakasında da çok sevilen bir şarkıyla başladı. Bu şarkıyı gözyaşlarına boğulmadan izleyebilen birini henüz görmedim. Yunanistan’dan hayati malzemelerle birlikte gönderilen bir çift eldivenin üzerinde Yunanca ve Türkçe el yazısıyla yazılmış bir not bulunuyordu: “Geçmiş olsun, komşu.”
Bunlara ek olarak, Suriye’deki vahim durumun dünya medyasında yeterince ilgi görmediğini de belirtmek gerekir. Birçok bölgeye erişimde hâlâ zorluklar bulunuyor. Bu bölgeler çok sayıda mülteciyi barındıran, yoksulluk, çatışma ve savaştan halihazırda zarar görmüş bölgeler. Anlaşılacağı üzere, hem Türkiye’nin hem de Suriye’nin acil yardıma ihtiyacı var. Afet zamanlarında kadınların ve çocukların orantısız bir şekilde etkilendiğini de aklımızdan çıkarmayalım lütfen. Onlar için, özellikle de ebeveynlerini kaybetmiş çocuklar için güvenli alanlar yaratmalıyız. Ben bu yazıyı yazarken ölü sayısı 19 binin üzerindeydi ve acı verici gerçek şu ki bu sayı çok daha fazla olacak.
Öte yandan, bu süreçte mucizeler de vardı. Enkaz altından çıkarılan güzel, kocaman gözlü çocuklar, kurtarıldıktan sonra ekiplere sarılan insanlar, [Suriye’nin] Kürt bölgesinde enkazın altında doğan ve göbek bağı hâlâ hayatını kaybetmiş annesine bağlı olan bir bebek… Böylesi anlar, süreç içerisindeki önemli direnç anlarını oluşturdular.
Sineklerin Tanrısı’nda yazar William Golding, insanların doğaları gereği vahşi ve bencil olduklarını ve felaket zamanlarında bunun daha da belirgin hale geleceğini vurgulamıştır. Ancak bu korkunç depreme verilen tepki bunun tam tersini gösterdi: bölgede ve ötesinde muazzam bir dayanışma ve empati dalgası yayıldı. İnsanlar, Hollandalı tarihçi Rutger Bregman’ın İnsanlık adlı kitabına daha uygun davranarak, iyilik ve fedakârlık konusunda son derece maharetli olduklarını kanıtladılar.
Yine de deprem ve sonrasında yaşanan acılar Golding’i haklı çıkardı. Golding’in bencil ve kendine hizmet eden insan doğası tanımı, anavatanım Türkiye’de siyasetin ve iktidarda olanların durumuna mükemmel bir şekilde uyuyor.
Çeviren: Hasan Ayer
Kaynak: https://www.ft.com/content/b068a94c-91e2-4e89-8e00-627083dabfe3