Ana SayfaHaberlerÇevirilerÇEVİRİ I Naomi Klein yazdı: İsrail, 7 Ekim’i Holokost’a ekleyerek neyi örtmeye...

ÇEVİRİ I Naomi Klein yazdı: İsrail, 7 Ekim’i Holokost’a ekleyerek neyi örtmeye çalışıyor?

İsrail'in kuruluşunun kalbindeki yara, Filistinlilerin Avrupa'nın suçlarının bedelini ödemeye zorlanmasıdır. Topraklarıyla ödemek zorunda bırakıldılar. Hatta evleriyle, özgürlükleriyle ve kanlarıyla. “Devam eden Nakba (Ongoing Nakba)” olarak adlandırılan bu durum tekrar tekrar yaşanmaktadır. Ancak, eğer Filistinliler Nazilerden daha kötülerse ve eğer 7 Ekim yeni bir Holokost ya da onun bir uzantısı ise, bu durum skoru eşitleyecektir. 7 Ekim'i anmak için üretilen sanat tufanının sebebi bu. Ama o tufana dahil edilmeyen tek şey Gazze'dir. Yani, İsrail'in 7 Ekim'den bu yana öldürdüğü ve sakat bıraktığı, iç burkan sayıda bebek ve çocuk da dahil olmak üzere on binlerce Filistinli insan bu sanat tufanına dahil edilmiyor. Ve mesele de tam olarak budur.

Gösterişli, yüksek fiyatlı televizyon şovları.  Üst düzey yetkililerin vereceği o konuşmalar. Binlerce seyirci ve kolektif bir hüzün ve askeri kararlılık gösterisi…

İsrail hükümeti, Hamas’ın geçen 7 Ekim’de gerçekleştirdiği şaşırtıcı ve kanlı saldırıların üzerinden bir yıl geçmesini bu şekilde kutlamayı umuyordu. Ancak planlar istenildiği gibi gitmedi.

O gün öldürülen ya da rehin alınan insanların ailelerinin birçoğu devlet destekli etkinliğe şiddetle karşı çıktı ve bu türden etkinliklerin, hükümetin rehine anlaşmasını garanti altına almasından ve başarısızlıklarını bir soruşturmaya tabi tutmasından sonraya kalabileceğini söyledi. Bazı ebeveynler Netanyahu hükümetine çocuklarının isimlerini ve resimlerini kullanmasını yasakladı.

En büyük kayıpları veren kibbutzimlerin birçoğu boykot edeceklerini açıkladı. Devlet destekli bir gösteri yerine, sevdiklerinin yasını tutmak ve rehinelerini anmak için “samimi” ritüellerle topluluklarında bir araya gelecekler. Buna karşılık, törenden sorumlu bakan, ailelerin itirazlarını “arka plan gürültüsü” olarak görüp geçiştirdi. Bu durum sosyal medyada daha da şiddetli kınamalara yol açtı ve İsrail’in önde gelen bazı ünlüleri rakip anma törenine destek sözü verdi.

Kibbutz Nahal Oz’un bir üyesi olan Danny Rahamim, hükümet için “her şey bir şov” dedi.

Öyle olabilir ama 7 Ekim’de resmi gösterinin devam edeceği kesin gibi görünüyor. Gerçekten de Netanyahu hükümetinin – ve onun mesajlarını dünya çapında tekrarlayan eski Yahudi örgütlerinin – saldırılar hakkında hepimizin daha önce defalarca duyduğu aynı hikayeyi tekrarlamak için bu fırsatı ellerinin tersiyle iteceklerini düşünmek absurd olur.

Bu basit bir iyi ve kötü masalıdır: İsrail masumdur ve sorgusuz sualsiz desteği hak eder, düşmanları ise ister Gazze’de, ister Cenin’de, ister Beyrut’ta, ister Şam’da ya da Tahran’da olsun, yasalar tarafından sınırlandırılmamış şiddeti hak eden canavarlardır. Bu, İsrail’in bir ulus olarak kimliğinin 7 Ekim’de maruz kaldığı terörle sonsuza dek iç içe geçtiği bir hikaye: Netanyahu’nun kullandığı dil, bu olayı hem Holokostla hem de batı medeniyetinin ruhu için verilen savaşla birleştirmeyi amaçlıyor. 

Almanya’da bir Staatsraison‘dan, yani bir devlet aklından söz edilir ve son yıllarda liderler bu aklın İsrail’in korunması gerektiğini telkin ettiğini söylüyorlar. İsrail’in de bir Staatsraison‘u var, Almanya’dakiyle ilişkili ama bir o kadar da farklı bir devlet aklı bu. Resmi düzeyde anlaşıldığında, bu devlet aklı Yahudi güvenliğidir. Ancak devletin güvenlik anlayışının ayrılmaz bir parçası da Yahudi travmasıdır. Bu travma çerçevesinde tapınaklar inşa edilir, etrafına duvarlar örülür ve onun adına savaşlar yürütülür…

 Ve tam da böylece, Kudüs’ün üzerine doğacak güneş kadar emin bir şekilde Netanyahu 7 Ekim’de intikam hikayesini dünyaya anlatacak – ve hiçbir “işgüzar”, kederli aile onu durduramayacak.

Anma törenlerine ilişkin bu çatışmalar, İsrail’in kuruluşundan öncesine dayanan ve İsrail’in sınırlarının çok ötesine uzanan acıların suistimaline ilişkin derin tartışmalara dokunuyor. Bu tartışmalar bir dizi çözülmemiş ve giderek daha da riskli hale gelen sorular üzerinde yoğunlaşıyor.

Travmayı anmak ile onu alaycı bir şekilde istismar etmek arasındaki çizgi nedir? Hafızalaştırma ile silahlandırma arasındaki çizgi nedir? Kolektif olan evrensel olana değil de etnik kökene sıkı sıkıya bağlıyken kolektif yas tutmak ne anlama gelir? Ve İsrail, Beyrut’ta apartman bloklarını havaya uçurarak, uzaktan kumandalı yeni sakat bırakma yöntemleri icat ederek ve bir milyondan fazla Lübnanlıyı canlarını kurtarmak için kaçmak zorunda bırakarak Gazze’ye yönelik saldırıları hız kesmeden devam ettiriyor ve akıl almaz ölçekte daha fazla keder üretiyorken bunu yapmak ne anlama geliyor?

Tam ölçekli bir bölgesel çatışmanın her geçen saat daha olası göründüğü bir ortamda, İsrail’in Yahudi travmasını nasıl arttırdığı ve manipüle ettiğine odaklanmak alakasız, hatta duyarsız görünebilir. Ancak bu meseleler birbiriyle derinden bağlantılıdır ve İsrail’in Yahudilerin mağduriyetine dair anlattığı belirli hikayeler, şu anda bu kadar açık bir şekilde sergilenen yıkıcı şiddet ve sömürgeci toprak ilhakı için gerekçe ve kılıf sağlamaktadır. İsrail’in kendi halkının 7 Ekim’de yaşadığı travmanın hikayesini anlatmak için seçtiği yollar düşünüldüğünde, bu bağlantılar kendini açık ediyor. 

İsrail’de ve Yahudi diasporasının büyük bölümünde 7 Ekim’e verilen tepkinin en dikkat çekici yönlerinden biri, bu olayın günümüzde “hafıza kültürü” olarak adlandırılan şeye dönüştürülmesidir: kolektif travmaları başkaları için eğitici deneyimlere dönüştüren sanatsal, teknolojik ve mimari tutumlar insan hakları, barış ve inkarcılık karşıtlığı adına hızlı bir şekilde özümseniyor. Kitlesel zulümler söz konusu olduğunda, bir toplumun geçmişle dürüstçe hesaplaşmaya hazır olması genellikle on yıllar alır. Örneğin Claude Lanzmann’ın Holokost hakkındaki dönüm noktası niteliğindeki belgeseli Shoah, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 40 yıl sonra gösterime girmiştir.

İsrail’in durumunda ise, bazen herhangi bir vahşetin yaşandığını inkar eden yanlış iddialara karşı koymak amacıyla, ancak çoğu zaman Filistinlilere duyulan sempatiyi azaltmak ve İsrail’in hızla genişleyen savaşlarına destek sağlamak için 7 Ekim olaylarını sanatsal olarak yeniden yaratmaya yönelik neredeyse anında bir hareketlenme oldu. Daha bir yıl dolmadan, birkaç sanat sergisi ve en az iki tane 7 Ekim temalı defile düzenlendi; bunlardan birinde saldırılardan sağ kurtulan ya da sevdiklerini kaybeden modeller protez yaralar, sahte kan ve mermi kovanlarından yapılmış elbiselerle podyumda boy gösterdiler. Jewish News‘in haberine göre, örneğin nişanlısı saldırıda ölen bir model, “kalbinde ‘kurşun deliği’ olan beyaz bir gelinlik giydi”. Jewish Chronicle‘da şovla ilgili olarak “İsrail modaya geri döndü” şeklinde saçma sapan bir başlık atıldı.

Bir de 7 Ekim filmleri var ki, şimdiden yeni bir alt tür olarak ortaya çıktılar. İlk olarak İsrail ordusunun o gün videoya çekilen dehşet verici anları derleyen Bearing Witness filmi geldi. Saldırılardan sonraki haftalar içinde Davos’tan Los Angeles’taki Hoşgörü Müzesi’ne kadar her yerde politikacılar, iş dünyası liderleri ve gazetecilerden oluşan seçkin izleyicilere gösterildi. Bunu, Meta‘nın eski COO’su Sheryl Sandberg tarafından yönetilen ve cinsel şiddeti konu alan Screams Before Silence; telefon ve vücut kamerası görüntülerini kullanarak “tüyler ürpertici vahşeti” “dakika dakika” anlatan #Nova; ve BBC’nin hemen hemen aynı şeyi yapan Surviving October 7: We Will Dance Again gibi bir dizi daha profesyonel belgesel izledi. “Amerika’nın en çok izlenen inanç ağı” TBN, saldırılar hakkında toplam yedi saat süren dört bölümlük bir özel program yayınladı.

Dramatik temalı filmler biraz daha zaman alıyor, ancak Fauda‘nın yaratıcılarının yaptığı bir uzun metrajlı film olan October 7’nin yanı sıra Fox tarafından geliştirilen ve bu ay yayınlanması planlanan One Day in October adlı dizi de dahil olmak üzere çalışmalar sürüyor.

En sıra dışı olanı ise İsrailli yönetmen Alon Daniel’in tamamen minyatürlerden oluşan gerçekçi bir film yapma kararı. Ekibi, Hamas’ın aştığı dikenli tellerden Nova müzik festivalindeki yanmış arabalara ve kurşunlarla delik deşik olmuş seyyar tuvaletlere kadar her şeyin yer aldığı bir dehşet evini yeniden yaratmak için aylarını harcadı. Prodüksiyonun bir üyesi Haaretz‘e şunları söyledi: “Bu modelleri 3D olarak yazdırdık ve boyadık. Başlangıçta bunları görmek eğlenceli olsa da bir o kadar da dehşet vericiydi. Burada sevimli olanla korkunç olan arasında büyük bir uyumsuzluk vardı.”

Şiddet ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşadığımız için, gerçek dünyadaki vahşeti anma etiği konusunda çok geniş bir literatür var. Dehşeti istismar etmeden nasıl canlandırabilirsiniz? Bazı insanların şiddete yazgılı olduğu ve dolayısıyla şiddeti daha olası kıldığı fikrini yeniden yerleştirmekten nasıl kaçınırsınız? Hayatta kalanlardan en kötü travmalarını tekrar tekrar yaşamalarını istemekten nasıl kaçınırsınız? Kendisi de şiddete maruz kalmış olabilecek izleyicinin travmatik bir tepki vermesini nasıl önlersiniz? Onarım ve iyileşme için eşlik eden bir süreç var mı? Bununla bağlantılı olarak, daha fazla trajedi ve daha fazla travmaya yol açabilecek nefret ve intikam gibi tehlikeli duyguları uyandırmaktan nasıl kaçınıyorsunuz?

Memorial Museums and the Politics of Past Violence kitabının yazarı ve sosyolog Amy Sodaro bana şunları söyledi: “Bunlar, anma çalışmalarıyla uğraşan insanların sürekli meşgul olduğu sorular. Bu son derece politik bir çalışma.”

Yedi Ekim sonrası ortaya çıkan geniş hafıza kültürünü – kanlı gelinlikler, yanmış küçük arabalar ve dönüp duran son sesli mesajlar – araştırdığım haftalar boyunca bu sorularla gerçekten ilgilenildiğine dair boşuna kanıt aradım. Pek çok gerçeğin hala bilinmediği ve bu nedenle pek çok mağdur ailenin bağımsız bir soruşturma talep ettiği gerçeğiyle ilgili herhangi bir yüzleşme de bulamadım.

Çok az istisna dışında yukarıda bahsettiğim bu filmlerin, sergilerin vs birincil amacı travmanın izleyiciye aktarılması gibi görünüyor: dehşet verici olayları öylesine bir canlılık ve samimiyetle yeniden yaratmayı amaçlıyorlar ki izleyici ya da ziyaretçiler sanki tecavüze uğramışlar gibi bir tür kimliksel bütünleşme yaşıyorlar.

7 Ekim’de filmlerden birini izleyen bir New Yorklu şunları söyledi: “O deneyimi gerçekten yaşadığımı hissettim… Kendimi orada hissettim ve yapım bana bu duyguyu aktarmayı başardı.” Yapımcılar aldıkları tepkiden o kadar memnun kaldılar ki bunu sosyal medyada paylaştılar. İsrail ordusunun 7 Ekim derlemesinin gösterimi “seyirciyi darmadağın etti. Anti-Defamation League‘den Jonathan Greenblatt New York Times‘a yaptığı açıklamada, “insanlar ya ağlayarak ya da sadece şok olmuş bir şekilde sessizce salondan çıktılar” dedi.

Tüm anma çabaları orada olmayan insanların kalplerine dokunmayı amaçlar. Ancak duygusal bir bağ kurmak ile insanları kasıtlı olarak şok geçirmiş, travmatize olmuş bir duruma sokmak arasında fark vardır. İkinci sonuca ulaşmak, 7 Ekim anma etkinliklerinin çoğunun “sürükleyici” olmakla övünmesinin nedenidir. 

 İzleyicilerin ve katılımcıların 7 Ekim travmasını kendi travmalarıymış gibi yaşamaları gerektiğini düşünüyorlar zira dünyanın bu kolektif travma deneyimi aracılığıyla daha iyi bir durumda olacağı varsayılıyor. Ya da daha doğrusu, dünyanın değil İsrailin çok daha iyi bir durumda olması için bunun amaçlandığı ortada.

Travma aktarımı hedefi hiçbir yerde İsrail’in gelişen “karanlık turizm” sektöründe olduğu kadar açık değildir. Aylardır, dünyanın dört bir yanından sinagoglar ve Yahudi federasyonları, destekçilerini güney İsrail’e “dayanışma misyonlarına” götüren gezilere sponsorluk yapıyor. Tur otobüsleri, şu anda orada öldürülen ve kaçırılan yüzlerce insanın anıtlarıyla dolu olan Nova festival alanının çevresinde konuşlanır vaziyette.

Geçtiğimiz Şubat ayında muhabir Maya Rosen bu ürkütücü fenomenle ilgili Jewish Currents’e kapsamlı bir makale yazmak için bu turlardan birkaçını izledi. Saldırıda öldürülen 23 yaşındaki bir çiftin evi de dahil olmak üzere, anıt mezar gibi korunan yıkılmış evler gördü. Turlar, “[Sivan] Elkabetz’in ailesiyle yaptığı son, çılgınca WhatsApp konuşmalarının ekran görüntülerinin basıldığı ve annesinin ölümünden sonra ona yazdığı mektuplarla birlikte duvarlara yapıştırıldığı” odalarda dolaşıyor.

Bu, Queen’s University Belfast’tan akademisyen Debbie Lisle’in 11 Eylül saldırılarından sonra Ground Zero’ya akın eden turistleri tanımlamak için kullandığı bir terim olan “‘gerçeğe’ dokunma” dürtüsünün ötesine geçiyor. Saldırı esnasında yakınlarına sesli ve yazılı mesajlar atan insanların kişisel iletişim verileri,  kan ve mücadele izlerinin dokunulmadan bırakıldığı fiziksel mekanlarla birleşince, bu turlara katılanlar neredeyse kendilerini bitmek bilmeyen saldırıları bizzat yaşamış gibi hissediyor.

“Rosen şöyle yazıyor: “Cemaati için bir geziye liderlik eden Amerikalı bir haham bana öldürülen insanların hikayelerini dinlediğini anlattı. Her şeyi öğrenmişler, “adım adım, nerede olduğunu, nasıl olduğunu, insanların kaç saat odalarında kilitli kaldıklarını, insanların ne zaman pencerelerinden vurulduklarını ya da evlerinden çıkarıldıklarını”. Bu görüntülerin sonraki beş gece boyunca kâbus görmesine neden olduğunu söyledi.”

Tel Aviv’deki “Rehineler Meydanı” da dahil olmak üzere, turistlerin 30 metre uzunluğunda karanlık bir beton “sahte Hamas tüneline” girebildiği bu türden başka somut deneyimler de sunuluyor. Bir rehine deneyimini simüle etmek için üretilen bu yapı, çatışmalardan kaynaklanan ortam patlamalarının sesiyle donatıldı. 

Halihazırda mevcut olan bu durum göz önüne alındığında inanması zor ama daha çok 7 Ekim anması yapılacak. Kötüleşen ekonomik krize rağmen İsrail kabinesi geçen ay Netanyahu’nun 7 Ekim ve o günden bu yana devam eden çok cepheli askeri harekatlarla ilgili gelecekteki hafızalaştırma projeleri için 86 milyon dolar harcama önerisini onayladı. Bu para “miras altyapısının” (diğer bir deyişle hasarlı binaların) korunması, yeni bir anma alanının oluşturulması, her yıl ulusal bir tatil ilan edilmesi ve daha pek çok şey için harcanacak.

Bu arada, İsrail’e seyahat edemeyenler için, 7 Ekim’de saldırıya uğrayanların izleyicilere rehberlik ettiği 35 dakikalık bir video olan VR “Gaza Envelope 360 tour” da dahil olmak üzere VR deneyimleri mevcuttur. Turun internette yayınlanan bir bölümünde, kurbanlardan birinin erkek kardeşi kamerayı saldırının gerçekleştiği evin etrafında gezdiriyor ve yerdeki kanı işaret ediyor. Bu da bir 7 Ekim alt türü: örneğin bir platform ziyaretçileri evlerin 3D turlarına davet ediyor. Enkaz altındaki bir odadan diğerine geçerken, güvenli odalardan akrabalara gönderilen dehşet dolu mesajlar seslendiriliyor.

Dünyayı dolaşan daha dokunaklı travmatik deneyimler de var. Bunlar arasında en öne çıkanı (ve tartışmalı olanı) Nova Sergisi:

Sergi; loş ışıklar, kum, kamp çadırları ve yanmış arabalara kadar müzik festivalini yeniden yaratmak ve bu trippy deneyiminin aniden korkunç bir şiddetle kesintiye uğramasının bedensel hissini aktarmak için tasarlanmıştır. Halen turnede olan ve festival alanından toplanan gerçek nesneleri de içeren sergi, sadece New York’ta aralarında çok sayıda politikacının da bulunduğu 100.000’den fazla ziyaretçi çekti.

Bu, kitlesel silahlı saldırılardan iklim felaketlerine kadar son zamanlarda yaşanan travmatik olayların sanatçılar tarafından alışılageldik olan anılma biçiminden bir sapma teşkil ediyor. Genellikle, aileleri yeniden travmatize etmekten, ziyaretçileri dehşete düşürmekten ve ölülere saygısızlık etmekten sakınan çalışmalar çok daha eliptiktir. Örneğin böyle anmalarda boy gösteren sanatçılar, izleyicileri sahte kan, silah sesleri ve çocukların çaresiz çığlıklarıyla dolu karanlık lise koridorlarına toplu halde getirme eğiliminde değildir.

Sanat eleştirmeni Emily Colucci, “Bir müzik festivalinde katledilen insanların dehşetini hissetmek için gerçekten kurbanların yoga matlarının üzerinde durmamız mı gerekiyor?” diye sordu. “Ters dönmüş bir çim sandalyeye oturup bulanıklaşmış cesetlere aval aval bakmak gerçekten de ölüleri hatırlamanın en iyi yolu mu?” 

Zihnin analitik kapasitesinin yanı sıra kişinin benlik duygusunu da koruyan bir olayı anlamak ile o olayı bizzat yaşıyormuş gibi hissetmek arasında fark vardır. İkincisi anlayış değil, Sodaro’nun “protez travma” olarak adlandırdığı ve “iyi ile kötü arasında önemli siyasi sonuçları olan basit bir düalizme” son derece elverişli bir durum yaratır.

Bu deneyimlerin tüketicileri, iyiliğin özü olan kurbanlarla bir bağ ve kötülüğün özü olan saldırganlara karşı ise bir nefret hissetmeye teşvik edilir. Travmatize durum saf duygu, saf tepkidir. Yani, algılar radikalleşmiştir.

7 Ekim’i anmak için üretilen sanat tufanı söz konusu olduğunda, dahil edilmeyen tek şey Filistin, özellikle de Gazze’dir. Yani, İsrail’in 7 Ekim’den bu yana öldürdüğü ve sakat bıraktığı, iç burkan sayıda bebek ve çocuk da dahil olmak üzere on binlerce Filistinli insan bu sanat tufanına dahil edilmiyor.

Ve mesele de tam olarak budur.

New York ya da Montreal’den gelen Yahudi turistler Nova festival alanında ya da yıkılmış bir kibbutzda travmayla bütünleşmeye çalıştıklarında, Jabaliya ve Khan Younis’teki İsrail bombalarının patlamalarını duyacak ve atılan bombaların yarattığı dumanı görecek kadar Gazze’ye yakınlar. Ancak Maya Rosen’in dediği gibi, bu yoğunluğa rağmen sanki duyamıyorlar ya da duyduklarının ne olduğunu algılayamıyorlar. Bu gezilerde çalışan bir personel, katılımcıların “kendi travmalarının derinliklerinde olduklarını ve bu travmanın savaşın neden olduğu acıyı bastırdığını” gözlemledi.

Turistler tıpkı bu kanlı, sürükleyici (ancak son derece seçici) deneyimlerin pek çoğunun tüketicileri gibi modern hafızalaştırmanın mantrası olan “tanıklık etmek” için orada olduklarını söylüyorlar. Ancak tam olarak ne demek istedikleri belli değil. Kitlesel vahşet uzmanları “tanıklık etmenin” öneminden bahsettiklerinde, belirli bir görme biçimine atıfta bulunuyorlar. Genellikle güçlü devletler tarafından uzun süredir inkâr edilen veya bastırılan suçlara bu tür bir tanıklıktan, yani bir tür reddetme eyleminden bahsediyoruz – bu inkârın reddedilmesidir. Aynı zamanda bu, hem hikayeleri canlı tutarak gelecekte benzer zulümlerin tekrarlanmasını önlemek için kişilerin ruhlarını bir adalet arayışı tahayyülüne dahil etmekir.

Ancak tüm tanıklıklar bu ruhla yapılmaz. Bazen tanıklığın kendisi de bir inkâr biçimidir ve devletler tarafından çok daha büyük başka zulümlere gerekçe oluşturmak için kullanılır. Kişinin kendi grubuna yönelik dar ve aşırı bir biçimde yönlendirilmiş bu tanıklık, bu zulümlerin yarattığı acı gerçeklere bakmaktan kaçınmanın ya da onları aktif olarak meşrulaştırmanın bir yolu haline gelir. Bu tanıklık daha çok saklanmaya benzer ve en uç noktasında soykırım için rasyonalizasyon sağlayabilir.

Bu bağlamda, geçtiğimiz yıl savaş karşıtı kamptaki en gergin tartışmalardan bazıları, yeni ve acı verici bir yas sözlüğü üreten yas siyaseti üzerine oldu. Birçoğu (ben de dahil) 7 Ekim saldırılarında öldürülen İsrailli siviller için açıkça yas tutarken, birçoğu da Filistinlilerin hayatlarına sistematik olarak “yas tutulamaz” muamelesi yapıldığına dikkat çekti. 

Lübnanlı Avustralyalı antropolog Ghassan Hage, 7 Ekim’den sonra “üstünlükçü bir yasın” iş başında olduğunu gördü, çünkü “her zaman öldürülen Filistinlilerin aksine, öldürülen İsrailliler özeldi. Onlar, herkese ama özellikle de katillere ne kadar üstün olduklarını hatırlatacak şekilde intikam alınması gereken üstün ölülerdi.” Filistinli akademisyen Abdaljawad Omar, yas tutma duruşunun travmatik olaydan bir ölçüde uzaklaşma anlamına geldiğini ve bu uzaklaşmanın İsrail’in soykırımcı öfkesiyle karşı karşıya kalan Filistinliler için mümkün olmadığını belirttiği sert bir makale yazdı. “Yas tutma işine başlamamıza izin verecek gerçek bir ateşkes sağlanana kadar, direnişimiz yas tutma hakkımız için mücadele edecektir.”

Sanat ve intikam

İsrail’in 7 Ekim’de yaşanan acıları medya ve turizm ürünlerine dönüştürme hızı etkileyici olsa da, bunun emsali yok değil. Ground Zero ve 11 Eylül saldırılarının fotoğrafları da hemen estetize edilerek galeri gösterilerine dönüştürüldü ve felaket filmleri de çok geride kalmadı. 

Daha da önemlisi, tıpkı bugün İsrail’de olduğu gibi, 11 Eylül’ü belirli duyguları (keder, gurur, vatanseverlik) kışkırtacak bir deneyime dönüştürmeye yönelik bu hamleler, ABD ordusunun bu saldırılara verdiği şiddetli tepkiye paralel olarak gerçekleşti. Arapların ve Müslümanların neredeyse her zaman kana susamış teröristler olarak resmedildiği 11 Eylül sonrası jingoistik filmler ve diziler, sözde terörle savaşta kültürel bir cephe oluşturdu ve Felluce savaş alanlarından Guantánamo Körfezi zindanlarına kadar ABD’nin en kötü ihlallerini meşrulaştırmada kritik bir rol oynadı. 

Daha da çarpıcı paralellikler eski sömürge tarihinde bulunabilir. Örneğin, bu araştırmayı teknoloji ve edebiyat uzmanı meslektaşım Kavita Philip ile tartıştığımda, beni 1857-58 Hindistan ayaklanışına tepki olarak yaratılan İngilteredeki sanat dalgasına bakmaya teşvik etti. Zamanda bir kapıdan bakmak gibiydi.

1857’de Hintli Sepoy askerleri, Britanya Doğu Hindistan Şirketi‘nin zalim rejimine karşı daha geniş bir isyanın parçası olarak İngiliz subaylara karşı ayaklandılar. İsyan, ordunun ötesine geçerek sömürge yönetimi altında acı çeken köylüleri ve toprak sahiplerini de içine alacak şekilde genişledi. 7 Ekim’de olduğu gibi, ayaklanmanın gücü hedeflerini şaşırttı: isyancılar hızla Delhi’ye ulaşarak İngiliz cephaneliğini ele geçirdi. İngiliz birlikleri öfkeli bir şiddetle karşılık verdi, köyleri yakıp yıktı ve bu arada tabii sepoy askerleri de vahşet uyguladı: Bilinen en meşhur olay, yaklaşık iki yüz İngiliz kadın ve çocuğun rehin alınıp katledilmesidir. 

Bu olayları takip eden aylarda İngiltere’de korku dolu bir propaganda sanatı ortaya çıktı ve imparatorluk çapında turneye çıktı. Eskizlerde, litografilerde ve gravürlerde, isyan eden Asyalılar maymunsu vahşiler ya da vahşi kaplanlar olarak resmedilirken, öldürülen İngiliz kadınlar melek ve Ophelia’ya benzetiliyordu. En etkileyicisi, izleyicilere savaş alanındaymış hissi veren, bazıları hareketli tablolardan oluşan 360 derecelik devasa panoramalardı – bugün sunulan VR travma deneyimlerinin düşük teknolojili bir öncüsü olarak düşünebilirsiniz. 

O zamanlar da şimdi olduğu gibi hız çok önemliydi: alt kıtada savaşlar devam ederken Londralılar Leicester Meydanı’na gidip bir şilin ödeyerek Robert Burford’un panorama tablosu The Action Between her Majesty’s Troops and the Sepoys at Delhi – ya da Nena Sahib’in daha korkunç litografisi The Treacherous Massacre of English Women and Children at Cawnpore ile vaktini geçirebiliyordu. 

Bu şok edici sahneler intikam arzusunu körükledi ve isyancıları idam etmek gibi emperyal hakimiyeti gözler önüne seren zulümler için hayati bir destek oluşturdu. Bu sürecin sonunda en az 100.000 Hintli sivil ölecek, yüz binlercesi de İngiltere’nin misillemesinin bir parçasını oluşturan açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle hayatını kaybedecekti. İmparatorluk askerleri o zamanlar vahşet pornolarını paylaşacak bir TikTok’a sahip değildi, ancak ressamlar topların ağzına bağlanan isyancıları canlı bir şekilde resmetti İngiltere’deki karikatüristler, elinde kılıçla kahverengi bedenleri ayaklarının altında ezen güçlü İngiliz “Adaletini” portrelediler.

Tarih, sömürgeci baskılarla açlığa ve sefalete sürüklenen yerli halkların sonunda isyan ettiği ve bu isyanların zaman zaman vahşet içerdiği bölümlerle doludur. Bu da sömürgeci efendilerin, soykırım noktasına varan akıl almaz “tüm vahşileri yok etme” saldırılarını açığa çıkarmaları için bahane oluyor. İsrail bir yıl önce “insan hayvanlar” olarak nitelendirdiği Filistinlilere yönelik soykırım tehditlerini artırırdı. Ghassan Hage ve Shailja Patel gibi sömürgecilik karşıtı akademisyenler de sosyal medyada ve küçük dergilerde Namibya’dan Minnesota’ya kadar birçok yerdeki “sömürgeci cezalandırma seferlerinin” tarihlerinden yola çıkarak bu paralelliklere işaret ettiler. Ancak bu bağlamı insanlara daha iyi aktarmak için Kuzey Amerika ve Avrupa’daki büyük platformlara nadiren erişebildiler.

Bu talihsiz bir durum çünkü bu 7 Ekim ve sonrasını tarihsel bir perspektife yerleştirmeye yardımcı olabilirdi – yani Hamas’ın savaş suçları için bir bahane sunmaya yardımcı olmazdı, aksine, İsrail’in yaşadığı şokun ve aşağılanmanın emperyal saldırganlık ve grotesk hak ihlalleri için silah olarak kullanılmasına karşı bir uyarı yapmaya yardımcı olurdu. 

7 Ekim’i Holokost ile birleştirmek

İsrail’de ve batı medyasının çoğunda, saldırılar için tek bir tarihsel referans noktası vardı: 7 Ekim ile Nazi Holokostu arasında sürekli ve tekrarlanan karşılaştırmadan bahsediyorum. Gerçek güç ilişkilerini tersine çeviren bu benzetme, yasadışı işgal ve apartheid altında yaşayan vatansız Filistinlileri Naziler ile özdeşleştiriyor. ABD tarafından desteklenen ve toprak kütlesini genişletmek suretiyle Filistin varlığını sömürgeci bir şekilde yok etme politikası olan İsrail’i ise onların çaresiz kurbanları olarak gösteriyor. 

Bu son derece kışkırtıcı bir hikaye çünkü birçok İsrailli ve destekçisinin zihninde Holokost düzeyinde bir tehdidin geri dönüşü neredeyse her türlü tepkiyi haklı çıkarıyor. Abdaljawad Omar’ın da belirttiği gibi: “Yas tutmanın bu sömürgeci biçimi, Filistinlileri Amalekitlerin günümüzdeki eşdeğerlerine dönüştürerek güç, özerklik ve kontrolsüz militarizm özlemini körüklüyor. Holokost’un acısını ve öfkesini, sadece var olan bir halkın (Filistinliler) üzerine yönlendiren ırksallaştırılmış bir söylem yaratıyor.”

Bu saçma hikayenin pekiştirilmesinde büyük rol oynayan 7 Ekimle ilgili anma merkezli “sanatsal” faaliyetler, Holokosta ilişkin hafızalaştırma törenlerinde on yıllar boyunca kullanılagelen yöntemleri taklit ediyor.

Taklitçilik birçok cephede kendini gösteriyor. Örneğin, anma çalışmalarını tanımlamak için ısrarla seçilen dilde (“asla unutma”, “bir daha asla şimdi”, “tanıklık etmek”) kullanılıyor. 

Olayların iç içe geçmesi her yerde rastlanan bir durum. Gaza Envelope 360 Tours’un reklamını yapan ve sunan web sitesi aynı zamanda Auschwitz 360 Turları da sunmaktadır. Gezici Nova Sergisi, festival alanında “kaybolan ve bulunan” ayakkabıların sergilenmesini içeriyor; bu da çok az kişinin gözden kaçırabileceği bir şey. 

NBC’nin haberine göre, “Ayakkabılar, Holokost’ta öldürülen 6 milyon Yahudi’yi simgeleyen Washington DC’deki ABD Holokost Anma Müzesi’ndeki benzer bir sergiyi hatırlatıyor”. İsrail karanlık turizmiyle Holokost arasında da bir birleştirici strateji izliyor: İsrail’in güneyine yapılan bazı geziler Polonya’dan geçiyor ve Auschwitz’e isteğe bağlı olarak uğruyor.

Bütün bunların tuhaf olduğu ortada. Ancak İsrail’de son zamanlarda moda olan 7 Ekim temalı dövmelerle ilgili bir makalede rastladığım bir ayrıntı kadar tuhaf değil. Hadassah Magazine‘de alıntılanan bir sanatçı, bir müşterisinin saldırı tarihinin “Auschwitz’de mahkumlara verilen seri numaraları gibi (1072023) yazılacağı” bir “konsept” ile geldiğini söyledi.

Holokost’un anısını gelecek nesiller için korumakla yükümlü en önemli kurumlardan bazıları bu sürece isteyerek katıldı. Örneğin, Holokost’tan kurtulanların video tanıklıklarından oluşan geniş bir arşive ev sahipliği yapan çok değerli Shoah Vakfı, bu yıl yeni bir kategori ekledi: “7 Ekim’den Kurtulanlar ile Röportajlar”. 

Bu gibi olaylar, Columbia Üniversitesi’nde profesör olan ve travmatik deneyimlere ilişkin hafıza ve anma konusunda son derece saygın bir akademisyen olan Marianne Hirsch’I ve Holokost çalışmalarındaki meslektaşlarını harekete geçirdi. Bu durum, uzmanları travmatik anıların bir nesilden diğerine aktarılmasına dayanan hafızalaştırma yöntemlerinin bilgeliğini sorgulamaya davet eden etkili bir makale yazmaya sevk etti (bu süreci “post-hafıza” yaratımı olarak tanımlıyorlar).

Kendisiyle yaptığım bir söyleşide, travmatik geçmişlerin hafızalaştırılmasının, kolektif iyileşmeyi ve bölünmelerin ötesinde bir dayanışma duygusunu teşvik edecek şekillerde yapılabileceğini söyledi. Ancak bu gruplar içindeki siyasi aktörler için iyileşmenin amaç olmadığı zamanlar da var. Siyasi elitler açısından geçen zamana ve değişen koşullara rağmen travmayı canlı tutmak çok daha faydalı olabiliyor.

“Holokost çalışmaları, başlangıcında çoğunlukla yaraların nasıl açık tutulacağı ve travmanın mümkün olduğunca doğrudan nasıl aktarılacağı ile ilgiliydi. Aynı zamanda antisemitizmi doğanın değişmez ve her yerde var olan bir gücü olarak sunma ile bağlantılıydı (haham ve akademisyen Shaul Magid’in “Judeopesimizm” olarak adlandırdığı bir görüş bu).

Hirsch, bunun Holokost hafızasının Siyonizm’e ne kadar sıkı bir şekilde bağlanmasıyla ve Holokost’un yarattığı yıkımın ödenmesi gereken bir bedeli olarak sunulan son derece militarize edilmiş bir İsrail devletinin kurulmasıyla büyük bir ilgisi olduğunu söylüyor. Yahudi okullarında, yaz kamplarında, sinagoglarda ve İsrail’e düzenlenen Birthright gezilerinde hakim olan bu anlatıda, “iyileşme sadece ‘anavatan’dan gelir”. Bu da anavatan 7 Ekim’de olduğu gibi yoğun bir saldırıya uğradığında, o filmler, müzeler, anılar ve korku hikayeleri aracılığıyla aşılanan tüm travmanın geri geldiği ve tehdidin varoluşsal olduğu anlamına geliyor. Holokost’un her an geri dönebileceği doğruysa ve İsrail buna karşı tek güvenceyse, “bu İsrail’in yapmak istediği her şey için bir tür mazeret yaratır”. Son 12 ay boyunca korkunç sonuçlarını acımasızca gördüğümüz bir mazeret…

Hirsch hem bir akademisyen hem de Holokost’tan kurtulanların evladı olarak bu tarihsel birleştirmeden son derece rahatsız. Ona göre, Nazilerin endüstriyel ölçekli katliamları ile Hamas’ın bir günlük ölüm çılgınlığı arasında bire bir karşılaştırmalar yapmak “Holokost’u küçültmeye” hizmet ediyor. “Bu da kurbanların onurunu zedeliyor ve  tarihsel olarak da tamamen yanlıştır.”

Ancak bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Neden bu kadar çok önde gelen Yahudi lider, İsrail’in bu yanlış ve tehlikeli karşılaştırmaları yapacak kadar kendi çağdaş Holokost’unu yaşamış olmasını istiyor?

Bir açıdan bakıldığında bunun pek bir anlamı yok: İsrail’in Staatsraison‘u, insan ruhunda her an soykırımcı bir öfkeyle ayaklanabilecek ilkel bir güç olarak görülen Yahudi nefreti karşısında Yahudilerin güvenliğini tek başına garanti edebileceği iddiasıdır. 7 Ekim saldırıları acımasızdı ancak ne İsrailliler ne de bir halk olarak Yahudiler için yok edici bir tehdit oluşturmuyordu. O halde İsrail neden kendisini olduğundan daha az güvende gösteren bir anlatı geliştirerek temel misyonunu baltalamak istesin?

İşte bir teori: İsrail’in kuruluşunun kalbindeki yara, Filistinlilerin Avrupa’nın suçlarının bedelini ödemeye zorlanmasıdır. Topraklarıyla ödemek zorunda bırakılıyorlar. Hatta evleriyle, özgürlükleriyle ve kanlarıyla. Hanan Ashrawi’den Joseph Massad’a kadar siyasi liderin ve Filistinli akademisyenin “devam eden Nakba (Ongoing Nakba)” olarak adlandırdığı bu durum tekrar tekrar yaşanmaktadır. Ancak, eğer Filistinliler yeni Naziler ya da (bu yıl duyduğumuz gibi) Nazilerden daha kötülerse ve eğer 7 Ekim yeni bir Holokost ya da onun bir uzantısı ise, bu durum skoru eşitleyecektir. 

Başka bir deyişle, bu travmatik gün etrafında şekillenen yeni ulusal kimlikte İsrail, uzun zamandır iddia ettiğinden daha az fiziksel olarak güvende olabilir ancak siyasi olarak daha güvende ve eli güçlü olduğuna kitleleri inandıracaktır. Neden mi? Çünkü bu mantığı kullandıklarında Yahudiler için hiçbir zaman varoluşsal bir tehdit oluşturmayan bir halkı etnik olarak temizleme suçu üzerine kendilerini inşa etmek zorunda kalmayacaklarını düşünecekler. Yani, bunu bir özsavunma olarak görecekler.  

Bu tehlikeli dengesizlik, belki de en açık ifadesini geçtiğimiz Aralık ayında, İsrail’in kuzeyindeki Metula Konseyi’nin başkanı David Azoulai’nin bir İsrail radyo programına Gazze’ye ve orada yaşayan 2,2 milyon Filistinliye ne olması gerektiğine dair fikrini söylemesiyle buldu. Bu yerel siyasetçiye göre, İsrail donanması “zaten yeterince mülteci kampının bulunduğu Lübnan kıyılarına” kalan tüm Filistinlileri nakletmeli, böylece şerit “Auschwitz toplama kampına benzemeli … Tüm Gazze Şeridi boşaltılmalı ve Auschwitz’de olduğu gibi dümdüz edilmeli.”

Şöyle ekledi: “Tüm dünyanın İsrail’in neler yapabileceğini görmesi için burası bir müze olsun. Tüm dünyanın görmesi için Gazze Şeridi’nde kimse kalmasın, çünkü 7 Ekim bir bakıma ikinci bir Holokost’tur.”

Auschwitz’i yeni bir soykırıma -yeni toplama kamplarının kurulması da dahil olmak üzere- meze etmek ve bunu bir şekilde bir anma çağrısı olarak sunmak Auschwitz anıtını yöneten insanlar için çok fazlaydı. Sosyal medya paylaşımıyla yanıt verdiler: “David Azoulai, dünyanın en büyük mezarlığının sembolünü bir tür hastalıklı, nefret dolu, sözde sanatsal, sembolik bir ifade olarak kullanmak istiyor gibi görünüyor.

“Her türlü medeni, ahlaki ve insani yasayı çiğneyen ve Auschwitz’e benzer ölçekte bir cinayet çığırtkanlığı  için çağrıda bulunmak, tüm dürüst dünyayı yüzleşilmesi ve kesin bir şekilde reddedilmesi gereken bir delilikle karşı karşıya bırakmaktadır. İsrailli yetkililerin bu utanç verici istismara tepki göstereceğini umuyoruz zira terörizme asla terörizmle karşılık verilemez.”

İsrailli yetkililer Azoulai’nin kışkırtmalarını reddetmedi. Belki de, ayrıntılar tam olarak örtüşmese de, İsrail hükümetinin 7 Ekim’den bu yana sürekli olarak yaptığı şeyi tarif ediyordu: geçmişteki bir soykırımı şimdiki bir soykırımı meşrulaştırmak için kullanmak.

Marianne Hirsch bu tür resmi ölçekte şekillenen militarize hatırlamaya “anıtsal hafıza” adını veriyor. Ancak Michel Foucault’dan esinlenerek “karşı hafıza” olarak adlandırdığı bir şey de var – aşağıdan yükselen ve genellikle adalet, kolektif iyileşme ve dönüşüm mücadeleleriyle bağlantılı olan keder ve yas ifadeleri.

Muhtemelen resmi “anıt yapıcılar” tarafından karşı çıkılacak olsa da, önümüzdeki günlerde bu türden pek çok karşı-anıta da tanık olacağız: tüm iç burkan çifte standartlara ve tehlikeli çirkefliklere rağmen, yasın güçlü, ısrarcı ve asi bir duygu olduğunu kabul eden insan grupları olacaktır zira yasın gidecek bir yere ve kolektif olarak tutunacak bir dala ihtiyacı var.

Bu nedenle kibbutzimler, mezarlıklarında, hala hayatta olmaları için dua ettikleri rehineleri anarken kendi özel ayinlerini yapacaklar. İlerici genç Yahudilerden oluşan bir örgüt olan IfNotNow, “Her Yaşam, Bir Evren” başlığı altında ABD genelinde toplantılar düzenleyerek silah ambargosu, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına ve Lübnan’ı işgaline son vermesi ve tüm tutsaklara özgürlük çağrısında bulunuyor. “İster İsrailli ister Filistinli olsun, alınan her canın – yok edilen her evrenin – yasını tutmak için gözyaşlarımız yeterince bol, yüreklerimiz yeterince büyük. Ya hep ya hiç değil. Birbirimize ihtiyacımız var: Filistinliler güvende ve özgür olmadan Yahudiler güvende olamaz.”

Bu umudun bir slogan olmaktan öteye geçebilmesi için, bu sarsıcı noktaya nasıl gelindiğine dair bir tür ortak tarih yazılması gerekiyor ki bu da olağanüstü bir grup olan Zochrot‘un işi. Yirmi yıldır Yahudi İsraillileri, İsrail’in kuruluşunun muzaffer ve kurtarıcı hikayesinin Filistinlilerin mülksüzleştirilmesi ve zorunlu sürgünden -Nakba- ayrılamaz olması üzerinden sessizce eğiterek çocukluklarından itibaren gördükleri resmi tarihin neden tehlikeli bir şekilde eksik olduğu konusunda bilgilendiriyorlar. Bu nedenle yıkılmış ve nüfusu azaltılmış Filistin köylerine turlar düzenliyor, alternatif haritalar dağıtıyor, kurslar ve atölyeler düzenliyor ve “bu toprakların tüm sakinleri ve tüm mülteciler için ortak bir gelecek” çağrısında bulunuyorlar.

İbranice’de zochrot “hatırlamak” anlamına gelir ve şu anda anma olarak geçen yeniden travmatizasyonun aksine, gerçek anlamıyla hatırlamak, bütün olma umuduyla benliğin parçalanmış ve kopmuş parçalarını bir araya getirmekle (yeniden hatırlamak) ilgilidir. Toprağı yeniden hatırlamak, topraklarından sürgün edilen insanları yeniden hatırlamak… İsrail devletini şekillendiren Nazi Holokostu’na ilham veren daha önceki sömürgeci soykırımları yeniden hatırlamak… İsrail’in şu anda sanatı ve kolektif acıyı güçlü bir imha aracı olarak kullanan ve geçmiştekilere benzer olan bir sömürgeci intikam çılgınlığının pençesinde olduğunu yeniden hatırlamak…

UCLA Holokost uzmanı Michael Rothberg’in “çok yönlü hafıza” olarak adlandırdığı bu derin tarihsel geçiş hatlarını tespit etmek, yeniden hatırlamanın kendisidir ve giderek sonsuza kadar tekrar eden bir soykırım döngüsünden çıkmak için en iyi umudumuzdur. Ancak Filistinliler, feminist akademisyen Nadera Shalhoub-Kevorkian’ın en gerçek anlamıyla bir parçalanma felaketi olarak tanımladığı şeyle karşı karşıya kaldıkça, bu iş her geçen gün daha da zorlaşıyor: parçalanmış bedenler, parçalanmış coğrafya ve parçalanmış bir beden politikası…

Bu arada Gazze ve Beyrut sokaklarında kalabalıklar, cenazelerinin bile İsrail’in bir sonraki katliam dalgasına karşı güvende olmadığını bilmelerine rağmen hayatını kaybedenleri anmak için toplanmaya devam ediyorlar.

Yazar: Naomi Klein

Çeviri: Hasan Ayer

Kaynak: https://www.theguardian.com/us-news/ng-interactive/2024/oct/05/israel-gaza-october-7-memorials

- Advertisment -