18 yıllık bir hapis cezasına çarptırıldım ve bu makaleyi yüksek güvenlikli bir cezaevinden el yazısıyla yazıyorum. Ben 2013 yılında İstanbul’un Gezi Parkını yıkma planları ortaya çıktıktan sonra başlayan hükümet karşıtı protestoları organize etmek iddiasıyla yakın zamanda tutuklanmış yedi kişiden biriyim. Economist dergisinin devamlı okuyucuları büyük ihtimalle Türkiye’de gerileyen demokratik standartlara dair anlatılara aşinadır. Davada beraber yargılandığım diğer sanıklar bir mimar, bir şehir plancısı, birkaç akademisyen ve sivil toplum çalışanı, bir film yapımcısı ve bir avukattan oluşuyor. Uluslararası Af Örgütü bizleri düşünce mahkûmu ilan etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargılama sürecimizin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan birden fazla hakkı ihlal ettiğine karar verdi ve yargılamanın tüm sonuçlarının ortadan kalkması gerektiğine hükmetti. Buna rağmen biz hala cezaevinde tutukluyuz.
Belki insan hakları karnesine ve demokratik gerilemesine aşina olduğunuz için Türkiye’yle ilgili yeterince bilgi sahibi olduğunuza inanıyorsunuz. Benim hikâyem, her iki alandaki değerlendirmelerle tam anlamıyla uyumluymuş gibi görünüyor. Fakat tüm hikâyenin bundan ibaret olduğunu düşünüyorsanız korkarım ki karmaşık ve bol tezatlı bir gerçekliği gözden kaçırıyorsunuz. “Otoriter Türkiye” anlatısının altına öyle kolayca yerleştirilemeyecek önemli gelişmeler var: Eylül ayında kapılarını açan ve yarım milyon ziyaretçiye ev sahipliği yapması beklenen İstanbul Sanat Bienali; sayıları hızlıca artan bağımsız ve güçlü internet haber kaynakları; ülke genelinde ormanları, zeytinlikleri ve dereleri korumak için mücadele eden çevre hareketleri; kamuda çalışan öğretmenleri destekleyen Öğretmen Ağı ve Öğretmen Akademisi Vakfı gibi birçok sivil toplum girişimi; ve hiç kimsenin yalnız ve hukuki yardım almadan yargılanmaması için pro-bono (bila ücret) çalışan binlerce avukat.
İstanbul Boğazı anlatmak istediğim şeye uygun bir paralellik arz ediyor: bu Karadeniz ile Akdeniz arasında, gemi kaptanlarının 90-derecelik dönemeçler arasında seyretmek zorunda oldukları dar ama işlek bir su yolu. Boğaz’da belirgin yüzey akıntısı kuzeyden güneye doğru akar, ama aynı zamanda güneyden kuzeye giden daha yoğun ve daha tuzlu Akdeniz sularının oluşturduğu bir dip akıntısı da vardır. Kaptanların bu iki akıntıya da hâkim olmadıkları sürece Boğaz’ı başarıyla geçmeleri mümkün değildir. Aynısı Avrupa ve Türkiye ilişkileri için de geçerli. Zaman zaman çelişkili görünen dinamikleri sezebilmek ve anlamlandırabilmek için önemli miktarda ilgi ve meraka ihtiyacımız var.
Türkiye ile Avrupa’nın geri kalanı birbiriyle birçok açıdan iç içe geçmiş durumda. Avrupa ve ötesindeki arkadaşlarımız, Türkiye’yle yoldaşlık etmek isterlerse, samimi bir merak ve yapıcı bir sohbete katılma isteği fena bir başlangıç olmayabilir. Liderler arasındaki çıkar odaklı ilişkiler yerine, akranlar arasında daha fazla etkileşime ihtiyacımız var: çocuk yetiştirmenin zorlukları ve keyfinin tartışıldığı platformlarda ebeveynler ile ebeveynler, eğitimin geleceğini şekillendiren forumlarda öğretmenler ile öğretmenler, ve ortak sorularımızı yeniden tasavvur eden kültürel programlarda sanatçılar ile sanatçılar buna örnek olabilir. İyi bir sohbetin güzelliği ve büyüsü, her iki tarafı da diğerine karşı daha görünür kılabilmesidir.
Yakın geçmişin çok ümit verici olduğunu söylemenin zor olduğunu itiraf etmeliyim. 15 Temmuz 2016’da Türkler olarak kendi savaş uçaklarımızın ülkemizin parlamentosunu bombalamasına, Türk tanklarının insanları arabalarının içinde ezdiğine tanık olduk. Generaller kendi yaverleri tarafından rehin alındı. Herhangi bir toplum için, bu tecrübe derin bir güvensizlik kaynağı olurdu ve bunu yaşayan bir toplum arkadaşlarını yanlarında görmek isterdi. Üzülerek söylemek gerekir ki, bu Türkler için gerçekleşmedi. Türklerin büyük çoğunluğunun bu darbe girişiminden sorumlu tuttuğu Fethullah Gülen geçtiğimiz yıllarda önde gelen Avrupa gazetelerinin görüş sayfalarında “Türk muhalif” tanımıyla kendisine yer bile buldu. Aynı zamanda Türkiye’deki üst düzey yetkililer de on yılı aşkın süredir Avrupa’ya karşı hırçın bir dil kullanmaya başladılar. Bu kısır döngüyü birlikte kırabilecek miyiz?
Batı dünyasının Türkiye’ye yönelik kaygı yüklü algısının derin kökleri olduğuna dair endişe duymamız için sebepler var. Mesela dünyanın en önemli sanat kurumu olan Paris’teki Louvre Müzesi’ni ele alalım. Ziyaretçilerin çoğu müzedeki Mona Lisa portresine akın etse de, müzenin en büyük salonundaki en merkezi yerleştirme Eugène Delacroix’nın Sakız Adasında Katliam tablosuna ayrılmıştır. Bu tablo 1822 yılındaki Yunan bağımsızlık savaşında Osmanlı İmparatorluğu askerlerinin adadaki Yunanlıları katledişini resmeder. İlginç olan, Delacroix’nın resmettiği bu olaylara hiçbir şekilde tanıklık etmemiş olmasıdır. Fakat Türklerin canavarca hareket ettiklerinden o kadar emindir ki bu sahneyi devasa bir tuvale resmetmiştir. Bugüne kadar hiç kimse Delacroix’nın – ve Louvre müzesi küratörlerinin – nasıl bu kadar emin olabildiklerini sorgulamadı. “Rhodes Devrilmeli” hareketinin yaşandığı ve Woodrow Wilson’ın isminin kendi üniversitesinden kaldırıldığı bu dönemde bir “Delacroix’yı İndirin” hareketi henüz ortada yok. Ve hâlâ Oryantalizmin geçmişi ve bugününe dair gerçek bir yüzleşme yaşanmadı. Acaba “otoriter Türkiye” anlatısının Avrupa’nın zihninde bu kadar kolay yer bulmasının ve Avrupa’nın, Türkiye’nin dinamik toplumuyla anlamlı bir etkileşim kurmaktan caymak için yarattığı bahanenin arkasında da bu olabilir mi?
Avrupa ve Türkiye arasında kurulacak daha iyi bir iletişimin vadettiklerinden ümidi kesemeyiz. Daha iyisini yapabiliriz ve yapmalıyız. Başlangıç olarak, neden Türkiyeli üniversite öğrencilerine zahmetsiz vize verilmesini sağlayıp onların Avrupa’daki akranlarıyla zaman geçirmesini sağlamayalım? Birbirimizden vazgeçmek için sebepler bulmak zor değil. Fakat hepimizin çok şey borçlu olduğu merhum Mihail Gorbaçov’un, mezar taşında “Denedik” yazmasını istediğini hatırlayalım. Türkiye ve Avrupa da denemeli.
Hakan Altınay, Nisan 2022’de verilen hüküm özlü tutukluluğuna kadar Avrupa Siyaset Okulu’nun direktörlüğünü yapıyordu. Daha önce Carnegie Konseyi, Yale Üniversitesi ve Brookings Enstitüsü’nde çeşitli görevlerde bulundu.