Bu hafta Dublin Temple Bar’da düzenlenen anma töreninde İrlanda Rock’n Roll Şöhretler Duvarı’nın fotoğrafları arasında, çoğunlukla erkek olan sanatçıların arasında O’Connor’unda fotografı göze çarpıyordu.
Nasıl göze çarpmasın ki? Onun her zaman yaptığı şey buydu…
İrlanda’da birden ortaya çıkan bu yas, bir kadının O’Connor’ın ölümüne tepki olarak şiir okuması üzerine gerçekleşti. İnsanlar mumlar, tütsüler ve çiçeklerle küçük bir anma töreni oluşturmaya başladılar. Karton üzerine çizilmiş bir tabelada “Teşekkürler Sinead” yazıyordu. “Seni duyduk…”
Arnavut kaldırımlı sokakta a-capella bir şarkı çalınmaya başlandı. Şehrin güneyinde, Bray’deki eski evinde başka bir anma töreninde bir araya geldiler. LGBT barlarında, köprülerde, halka açık meydanlarda ve Phoenix Park’ta dolunay nöbetinde, başka toplantılar ve törenler de planlandı.
O’Connor’ın ölümü İrlanda ruhundaki karmaşık ve derin bir duygusal ağı çatlatmış oldu. Bir kez daha, onun aracılığıyla, hakikatin çok az dile getirildiği bir yerde büyümenin acısını anlamış ve bu acıdan kurtulmaya başlamış olduk.
O’Connor, Katolik Kilisesine karşı sesini yükselten az sayıdaki insandan birisiydi, kimsenin buna kalkışamadığı bir ortamda kariyerini riske atarak sözlerini sakınmadı. Şimdilerde ise İrlandalılar Sinéad’in özverisinin öneminin farkına varıyorlar.
O’Connor gerçek bir bağ yarattı. Düşünceleri ve yüreğine nasıl hakim olduğunu, nasıl konuştuğunu, şarkı söylediğini ve hareket ettiğini gören insanlar, özgürleşme, otantik hayatlar yaşama, insanların ne düşündüğünü umursamama ve insanlara (özellikle de kadınlara, queer bireylere ve kendilerini marjinalleşmiş ya da heteroseksüel, muhafazakar toplumdan ayrılmış hisseden herkese) oldukları yerlerinde kalmalarını ve kendilerine söyleneni yapmalarını söyleyen yapılara karşı çıkma arzularını ona yansıttılar.
O’Connor, İrlanda toplumunda kendini başıboş hissedenler için yol gösteren bir deniz feneri gibiydi. Toplumsal dindarlık yalanının ötesinde, insanlara keşfedilmemiş bir özgünlük yönüne işaret eden yeni bir ahlaki pusula sunuyordu.
Sinéad Katolik utanç kavramlarını tümden reddetmişti. Eylemleri bazen haksız bir şekilde pervasız olarak nitelendirilse de, o bu utancı hem ifşa etmeye hem de lanetlemeye çalışıyordu. O’Connor, insanların terapi ve sağlıklı yaşam dilinde akıcı bir şekilde konuşabilmesinden çok önce, insanlar arası çekişmelerin ve İrlandalıların kendilerinden nefret etmelerinin temel sorununu tanımlamıştı: Çocukluk travmaları. Tüm toplumun ruh halini istismara uğramış bir çocuğunkine benzetiyordu.
O’Connor 1987’de Mandinka ile çıkış yaptığında, 36 yıl sonra hala en derinden etkileyen şarkı sözünün şu olmasının bir nedeni vardır: “Utanma nedir bilmem, acı hissetmem.” Ardından İrlanda’da genellikle ağır sonuçları olan bir şey yaparak yeni bir kariyere başladı – İsyan etti!
O’Connor bu meydan okumayı Atlantik’in ötesine taşıdı ve İrlanda’ya geri döndü. 1988’de ‘Late Show with David Letterman’a çıkması birçokları için bir şok oldu: Örneğin, İrlanda toplumu, müzik endüstrisi, hatta kendisi için geliştirdiği İrlandalı kadın alternatif rock akımını takip edenler dahi şoka uğradılar. Kazıttığı kafası sadece punk adına değil, İrlanda’da kurumsallaşmış kadınlara dayatılan gizli bir aşağılama jestine de gönderme olarak kazınmıştı.
Dört yıl sonra, yine bir Amerikan televizyon programının setinde, Papa John Paul II’nin fotoğrafını yırtması neredeyse küresel bir ahlaki paniğe yol açtı. Bu İrlanda tarihindeki en büyük sanatsal meydan okuma ve teşhir eylemlerinden biri olarak kaldı. Elbette Sinéadhaklıydı. Takip eden yıllarda medyanın da etkisiyle, din adamları tarafından çocuklara yönelik cinsel istismarın vahşetine ilişkin hikayeler İrlanda devletinin ajandasını belirleyecekti.
Hiç kimsenin konuşmadığı kadar travma hakkında konuştu. Çocukluğun yetişkin ruhu üzerindeki etkisinden bahsetti. Katolik Kilisesi’ne nüfuz ettiğine inandığı kadın düşmanlığı ve istismar mimarisine karşı çıktı, ancak kendi kişisel maneviyatını da asla terk etmedi. O’Connor cinselliğini kucaklarken aynı zamanda kadınlığın estetik işaretlerine meydan okuyarak deri ve kot ceketleri, botları, yırtık kotları ve tişörtleri tercih ediyordu.
O’Connor bir punk, bir karşı kültür kahramanı, bir ana akım idolü, bir politik radikal, gelenek ve kültürel kurumlara saldıran bir önder, bir protest şarkıcı, bir pop yıldızı, bir rock ikonu, bir folk ve geleneksel müzik vokalisti, bir reggae meraklısı, bir göçmen, bir anne, bir şairdi. Toplum tarafından bir aktivist, bir rahip, bir Müslüman, bir feminist, bir yazar, bir kız kardeş, bir aktör ve pek çokları için ilham kaynağı olan bir kahraman olarak yetiştirilen bu kişinin vefatının ardından İrlanda da içgüdüsel bir şok ve üzüntü duygusu hâkim olmuş görünüyor.
O’Connor yükseldiği dönemde herkesin kanının kaynadığı bir özne olmayabilir ancak kesinlikle ihtiyacımız olan birisiydi.
SNL sonrası Amerika tarafından dışlanan O’Connor, müzik yayınlamaya ve turneye çıkmaya devam etti. Konserleri her zaman tıklım tıklımdı. Yeni bir nesil onun sanatını ve gücünü keşfettikçe bir şeyler değişmeye başladı.
21. Yüzyıl kalabalığında kendisi için yeni bir enerji, neşeli bir takdir vardı. 2021 tarihli anı kitabı ‘Rememberings’, savunduğu değerler konusunda galip geldiğini gösteriyordu. Kazanmıştı, çünkü müzik endüstrisi yapılarının sahteliğinin ötesinde otantik bir hayatın peşinden gitmişti ve bunu herkesin bilmesini istiyordu.
Kathryn Ferguson’un ertesi yıl çektiği belgesel Nothing Compares’da İrlanda’daki protesto sahneleri, evlilik eşitliği ve kürtaj hakları konusundaki ilerlemeler işleniyordu, kapanış bölümünde belgesel O’Connor’ın dünya görüşünün nihayetinde nasıl takip edileceğini ve edilmek zorunda kaldığını, bu görüşün nasıl galip geldiğini göstermeye çalışıyordu.
O’Connor başından beri haklıydı, herkes bunu biliyordu. Gösterdiği direnç ve kararlılık, haklılığın insani bir tezahürüydü. İrlanda daha seküler bir ülke haline gelirken, O’Connor kişisel maneviyatını koruyarak Katolik Kilisesi ile yüzleşmenin önde gelen seslerinden biri oldu.
Vefatından bu yana müziği radyo istasyonlarında neredeyse sürekli çınlarken, kendisi hakkında aktarılan hikayeler O’Connor’un dayanışma eylemlerinden oluşuyordu. Ölümünün ardından Massive Attack grubu insanlarla şunları paylaştı: “Sinéad’ın gözlerindeki ateş, aktivizminin siyasi bir jest değil, duygusal bir refleks olduğunu anlamanızı sağlıyordu.”
Son günlerde insanlar Sinéad’ın 1990’ların başındaki üreme hakları yürüyüşlerine katılımını ve Gezginler topluluğuna, mültecilere, trans hakları örgütlerine ve Dublin Aids İttifakına karşı gösterdiği nezaketi huşu ile hatırladılar…
SinéadO’Connor İrlanda’yı teokratik baskıdan arındırıp empati ve özgürleşme duygusuna doğru sürüklemeye niyetli bir neslin parçasıydı.
Sinéad ortaya çıktıkça, protesto ettikçe, şarkı söyledikçe, tekmelendikçe ama asla tekmelere yumrukla yanıt vermedikçe, İrlanda toplumu pek çok kişiye yaptığı şeyi yaptı: Onu kucakladı ve reddetti, kutlayıp, aşağıladı, takdir etti ve linçledi..
Sinéad şöhreti değil, duyulmayı önemsiyordu. Sinéad’ın derin bir düşünür ve okuyucu olmaktan gelen doğal düşünce berraklığının nasıl kafa karışıklığına yol açtığı dikkat çekicidir. Yine de, 21. yüzyılın parlak ışığında, önceki yıllarda söylediği her şey adeta geçmiş ve geleceğin içinden geçiyor.
Onu eleştirenler çoktan susturuldular ve geriye kalan suçluluk duygusunu taşımak dışında ellerinden pek bir şey geldiği söylenemez.
Kaynak: https://www.bbc.com/news/world-europe-66330500
Çeviri: Hasan Ayer