Munsif Merzûkî
Bu makale, Allah’a iman ve Rasulullah’ın getirdiği güzel ahlakla amel etme esasına dayalı İslam’la da, davetçi veya hayırsever İslam’la da ilgili değildir; siyasal İslam yani iktidara ulaşmak, uygulamak ve iktidarda kalmak için İslam’ı fikrî referans çerçevesi kılan siyasi hareketlerle alakalıdır.
Tabii ki aklı başında olan, IŞİD gibi bir terörist örgüt ile Hamas gibi bir milli direniş hareketini aynı sepete koymaz. Tabii ki İslamcıların isyan ettiği sınırlarımız içindeki baskı ve yolsuzluğun varlığı da Uygur, Rohingya ve Keşmir gibi dünyadaki Müslümanların geçmişte ve bugün uğrayageldikleri büyük mezalim olgusu da birer hakikattir.
Hiç şüphesiz şehit Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik darbe, demokrasiye karşı büyük bir suçtur ve İslamcılar serbest seçimlerde başarılı oldukları her yerde demokratik sözleşme şartları çerçevesinde iktidar yetkisini kullanma hakkına sahiptir. Ve elbette siyasal İslam eleştirisi, bu akımın en baş düşmanlarının, bilhassa Mısır’ın felaketi Abdülfettah es-Sisi ve Arapların belası Muhammed bin Zayid’in duruşlarına katılmak manasına kesinlikle gelmez.
Tabii ki [Tunus] Nahda Hareketi’yle bir hesaplaşma peşinde değilim; aksine, bedelini pahalıya ödediğim [2011-2014 arasında kurulan üçlü] koalisyondan pişman olmadığımı da teyit ederim. Bu, hem laikler ile İslamcılar arasındaki uçurumu kapatmak için ilkesel bir seçenek, hem de son derece zorluklarla dolu geçiş aşamasını yönetmek için rasyonel bir siyasal seçenekti. Tunus’un istikrarını ve demokrasisini korumak için tek çözüm, Allah’a şükür, tam da başardığımız şeydi.
Ancak bu koalisyon, 2014 seçimlerinden itibaren Nahda’nın karşı-devrimle iş tutmayı tercih etmesiyle birlikte sona erdi. Churchill, her ne pahasına olursa olsun uzlaşma adı altında şer odaklarını yatıştırma politikasını “timsahı en son yenilen olma umuduyla besleme” olarak adlandırmıştı. Tam da bu nedenle, vatandaşlardan müteşekkil halk projesini benimle paylaşan herkesle, vatanın timsahların şantajına ve tahakkümüne maruz kalmaması için mücadeleye devam ettim.
Bununla birlikte, tıpkı İslamcıların haklarının yenmesini kabul etmediğimiz gibi, siyasi hareketlerine kutsallık atfeden herhangi bir entelektüel terörizmi de, diğer tüm hareketlerin tâbi olduğu –niyetlere değil, eylemlerin neticelerine göre hesaba çekilme– temel siyasi kuralından geri durmalarını da kabullenmiyoruz.
Bu girişle her şeyi yerli yerine koyduğumuza göre, çağdaş siyasal İslam’ın Mısır’da başlamasından yaklaşık bir asır sonra neyi başardığını şu üç düzlemde sorgulayabiliriz: imaj, performans ve maliyet.
Siyasal İslam’ın imajı
Siyasal İslam yelpazesine bakıldığında dikkati çeken şey, toplumun bir kısmıyla değil, kendi kendisiyle çatışmasıdır. Şii ve Sünni siyasal İslamlar arasındaki kronik düşmanlığı inceleyin, ki bunun son halkası, şehit Yemen’de Suudi Arabistan ile İran arasında yürüyen vekâlet savaşıdır.
Sünni İslam yelpazesine ve buradaki iç mücadelelerin şiddetine bakın: 1990’larda Afganistan’da Hikmetyar ve Mesud cemaatleri arasındaki iç savaş ve ardından Taliban’ın onlara karşı açtığı savaş, son on yılda ise el-Kaide ile IŞİD, Suriye’deki İslami gruplar ve birbirini tekfir eden tüm grupları arasındaki çatışmalar…
Yelpazenin silahsız kısmına odaklanırsanız, bir yanda –Tunus’un Nahda’sı veya Fas’ın Adalet ve Kalkınma Partisi gibi– kendilerini ılımlı olarak sınıflandıranlar ile –ılımlıları davaya ihanet edenler olarak gören– Selefi kesim arasındaki, diğer yanda halkların devrimini destekleyenler ile istibdatla uzlaşıp karşı-devrimle aynı hizaya gelenler arasındaki derin çatlağı keşfedeceksiniz.
Kendi sorunlarını çözmekten acizken “İslam çözümdür” sloganını atan siyasi hareketlerin inandırıcılığı ve güvenilirliği acaba ne kadardır? Çözüm içinde çözümler giderek artar ve birbirlerini yerken bunlar arasından hangi çözümü benimsemeliyiz?
Siyasal İslam’ın performansı
Şimdi de performansı değerlendirin: Geçmişte veya hâlihazırda siyasal İslam’ın yönettiği Ömer el-Beşir’in Sudan’ı, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeleri kim ciddi ciddi başarılı ülkeler olarak sunabilir? Sivil İslami partilerin egemen yolsuzluk sistemine uyum sağlama kabiliyeti ve hatta iktidarda onunla ortaklık konusunda nasıl bir görüntü verdiğini açık açık konuşmak lazım. Tıpkı Tunus örneği gibi.
Uzun uzun üzerinde durulması gereken örnek ise siyasal İslam’ın başarısının en parlak delili olarak sunulan Türkiye’dir.
Bir asrı aşkın bir süredir Arap ve İslami siyaset sahnesini bölen fikrî çatışma, esasen –aldığı tüm biçimleriyle– laiklik ve –tüm tezahürleriyle– siyasal İslam arasında olup temel ihtilaf din-devlet ilişkisi konusundadır.
Siyasal İslam’a göre, dinin devletten ayrılması sapkınlıktır, çünkü İslam sadece iman ve ibadetlerden ibaret değildir. Temel tezi, meşruiyetini ve şeriatını [kanununu] bu dinden alan bir devlet inşa etmektir.
Laik eğilime göre, –tüm tarihi tecrübeler insanoğlu dışında bir din ya da devletin var olmadığını gösterdiğinden ve insanların iyi ve kötü olduğu ilkesinden yola çıkarak– dini iktidarlarını yaymak için kullanan siyasetçilerin şerrinden ve siyaseti de dini kendi nüfuzlarını yaymak için kullanan dindarların şerrinden korumak gerekir. Yani iktidar için çekişenlerin dürüstçe ilerlemeleri ve dini, kimsenin tek başına temsil iddiasında bulunma hakkının olmadığı –tıpkı dil, vatan ve ilim gibi– ortak hazinemiz olması için kendi haline bırakmaları gerekir.
Bugün Türkiye’ye baktığınızda, herhangi bir rehberin/mürşidin emirlerine amade olmayan bir ülke görürsünüz; –Suudi Arabistan ve İran’a kıyasla– siyasi ile dini olan arasındaki ayrım gün gibi açıktır. Ayrıca seçimlerden çıkarak hükümet kuran, pozitif bir anayasaya ve meclis tarafından yapılan kanunlara tâbi olan bir yönetim görürsünüz… Ve hatta o meclis idam cezasını bile kaldırdı!
Türkiye’nin liderleri demokratik ve başarılı Müslümanlarsa eğer, Türkiye’yi tebrik etmemiz ve sıranın bize de gelmesini ümit etmemiz lazım. Çünkü inançlı ve ahlaklı liderler ile demokratik kurumların birleşiminden daha iyisi yoktur. Fakat bunu siyasal İslam’ın hanesine yazmak haksızlık olur.
İslam Hıristiyanlıkla kıyaslanabilir, nihayetinde her ikisi de birer dindir. Ancak demokrasi ile İslam’ı kıyaslamak olmaz; zira demokrasi bir din olmadığından aralarında hayali buluşma noktaları aramak abesle iştigaldir. Yalnız demokrasi ile siyasal İslam’ı kıyaslamak mümkündür, nihayetinde her ikisi de toplumu düzenlemek için dünyevi birer siyasi projedir. Bu bağlamda, ikisi arasında herhangi bir uyuşma şimdiye kadar olmadı ve olmayacak; çünkü çıkış noktaları, araçları ve hedefleri bakımından birbirine zıt taraftalar.
Tunus’ta da Türkiye’de de demokratik rejim siyasal İslam’dan tek bir fikir almış değil; ancak Türkiye’deki, –ılımlı ve rasyonel biçimiyle– saygınlığa ulaştı ve demokrasinin tüm fikirlerini, değerlerini ve mekanizmalarını benimseyerek demokratikliğini “tereddütsüzce ilan etti”.
Bazıları şöyle diyor: “Biz en eski demokratlar değil miyiz, dosdoğru olan dinimizin 14 yüzyıldır bize emrettiği zaten şûrâ değil mi?” Bu nasıl bir dil ve tarih istismarı! Sanki şûrâ bütün bu yüzyıllar boyunca tatbik edilmiş de ya da sanki egemenlik halka bütünüyle verilmiş ve iktidarın barışçıl şekilde el değiştirmesi sağlanmış da yahut sanki –düşmanları için bile– hak ve hürriyetler korunmuş da!
Sonuncu ve bir o kadar da önemlisi: Siyasal İslam’ın maliyeti
Batı acı verici terör saldırılarına maruz kaldı; ancak hep unuttukları şey, silahlı siyasal İslam’a atfedilen terör saldırısı kurbanlarının %90’ının Arap ve Müslüman olmasıdır.
Ayrıca ortada ülkelerimizin ödediği siyasi, toplumsal ve insani bedeller var. Terörizm, terörle mücadele adı altında Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst ve orta sınıfların desteğini arkasına almayı ve iktidarının ömrünü uzatmayı başaran bütün yolsuz istibdat rejimlerine şeytanın bahşettiği çok değerli bir hediye oldu. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra Afganistan’da yaşandığı gibi doğrudan işgale bir bahane sunmasına hiç girmiyorum bile.
Silahlı siyasal İslâm’ın Suriye devriminin gidişatına müdahalesiyle veya 2014 seçimlerinde eski rejimin geri dönüşüne önemli bir zemin hazırlayan Tunus’taki terör saldırılarıyla Arap Baharı’nda oynadığı yıkıcı rolü de unutmuyoruz.
Siyasal İslam’a atfedilen terörizmin, en köklü demokratik halkların bile hürriyetlerinin alanını ne ölçüde daralttığını hesaba katanlar az. 11 Eylül olaylarının hemen ardından Amerikan Kongresi’nden Vatanseverlik Kanunu adı altında geçen ve halen yürürlükte olan yasal düzenleme polise geniş yetkiler verirken daha önce görülmemiş bir şekilde Amerikalıların hürriyetlerini kısıtladı. Bu terör faaliyetlerinin sınırlarımız dışındaki meyvelerinden biri de, dünya ülkelerinin tüm havaalanlarında ve sokaklarında insanların nefeslerini sayan muazzam sayıda kameralar.
En acısı ise Müslümanları itibarsızlaştırması ve onları dünyanın her yerinde şüphe odağı ve düşman haline getirmesi. Şüphesiz Batı’da, Çin’de veya Hindistan’da milyonlarca Müslüman’ın durumu, siyasal İslam’a atfedilen terörizmin ortaya çıkışından önce de hiç kolay değildi; ancak terörizm hayatları benzeri görülmemiş bir şekilde zehirledi. Hindistan’daki Müslümanların sıkıntıları yeni değildi; ancak 2008’deki Bombay saldırısı, çektikleri sıkıntıları son derece tehlikeli bir seviyeye çıkardı. Düşünün, Gandhi –ölümünden yetmiş yıl sonra– Müslümanları savunmasının bedelini ödüyor; bugün aşırılıkçı Hindu hareketleri bu pozisyonu nedeniyle onun katilini tanrılaştırıyor.
Özetle, silahlı siyasal İslam’ın bütün dünyada hürriyetler alanında geriye doğru bir sıçramaya neden olduğu ve halklar ve medeniyetler arasındaki yakınlaşmaya darbe vurduğu söylenebilir ki bunun bizzat İslam’ın imajına nasıl feci bir zarar verdiğini varın siz düşünün. Yol açtığı bu yıkımı tamirin ne kadar uzun zaman alacağını hiç kimse bilmiyor.
En büyük sorun, başarısızlık ve bunun beraberinde getirdiği bedel değil –ki bu olgu zaten aklı başında birinin tartışmayacağı kadar açık–; asıl sorun bunun sebebi. Kanaatimce başarısızlığın İslam’la da niyetlerle de bir alakası yok; hiç kimse bunun Müslümanların hakiki ve samimi gayretinden kaynaklandığına şüphe edemez. Tarihî trajedimiz, vatanperverlik, milliyetçilik ve ilerlemeciliğin siyasi, iktisadi ve teknolojik geri kalmışlığımıza ilişkin sorulara hep yanlış cevaplar vermesi; siyasal İslam’a gelince, onun cevapları zaten hep konu dışıydı.
Hiçbir şey, iktidar tecrübesi kadar, insanı gerçekler ile hayaller arasındaki farkı ve toplumun en temel ihtiyaçlarını ayırt edebilecek bir konuma getiremez. Burada ayrıntıya girmeyip sadece bazı başlıklara değineceğim.
Popülistlerin ve yozlaşmış insanların kolayca ele geçiremeyeceği bir demokratik sistemi nasıl kurarız? Vahşi liberalizmin gölgesinde dayanışmacı bir ekonomiyi nasıl yaratırız? Genç işsizliğiyle nasıl baş ederiz? Yolsuzluğun kökünü kazıyan ve bozulmayacak sürdürülebilir bir mekanizmayı nasıl yaratırız? Milletler arasında bir yerimizin ve itibarımızın olması için tüm halklarımızın çoğulculuğuyla Arap sistemini nasıl yeniden kurabiliriz? Çin, İran, Rusya ve Suudi Arabistan’ın, yani istibdada korkunç bir enerji veren mutlak kontrol ve denetim rejiminin oluşturmaya çalıştığı türde yeni bir İnternet sistemiyle nasıl yüzleşeceğiz, yoksa buna mukabil, bir avuç Amerikan şirketine tüm milletlerin zihinlerini ve gönüllerini (ve seçimlerini) kontrol etme yetkisi veren eski düzenin devamını mı kabulleneceğiz? Peki, yapay zekâ denilen eli kulağındaki yakın tehlikeye karşı ne yapacağız? Zira bu, Araplar ve Müslümanlar olarak bizi, –petrolün ve paranın kontrolünden binlerce kat daha tehlikeli olan– yapay zekâya tahakküm eden milletlerden ışık yıllarınca geride bırakacak. Gelecek nesillerin varlığını tehdit eden iklim değişikliği felaketinin sonuçlarını gidermek için hazırlığa nereden başlayacağız?
Sizinle halifelik, şeriat, din-devlet ilişkisi ve sahabelerin ihtilafları hakkında konuşuyorlar; bazıları da hicri ilk yüzyılın savaşlarını sanki daha dün gerçekleşmiş gibi sürdürmekte ısrar ediyorlar.
Siyasal İslam’ın sorumluluğu arasında işsizlik, İnternet, iklim değişikliği ve yapay zekâ tehlikesi ile ilgili çözümler sunma var mı diye soranlar olabilir. Tabii ki. Nihayetinde kendisinin bir çözüm olduğunu iddia etmiyor mu? En tehlikelisi olmasa da yüz milyonlarca Müslüman’ı tehdit eden sorunlar hakkında hangi çözümden bahsediyor? Müzakerecimiz şunu da ekleyebilir: Peki liberalizm ya da demokrasi çözüm mü? Elbette hayır, liberalizm bizzat en büyük sorundur ve demokrasi ise yalnızca tüm fikirlerin varlığına izin verme ve önerilen tüm çözümleri de deneme rolü oynar.
Kesin olan şu ki, eşi benzeri görülmemiş sorunlarla karşı karşıyayız ve fakat hiçbirinin –[İslam’ın] alamet-i farikası olduğu ve kurtuluşun onun eliyle geleceği– ciddi bir İslami çözümü yok. Bu, diğerleri için de geçerli bir kaide olup karşı karşıya olduğumuz muazzam meydan okumaların herhangi bir Hristiyan, Yahudi, Budist veya Hindu çözümü de yok. Hatta seküler ideolojilerin bile hızla eskidiğini, ya topyekûn yenilenmelerinin ya da iflaslarının kaçınılmaz olduğunu görüyoruz.
Bu nedenle İslami hareketler önümüzdeki on yıl içinde hepsi de acı olan iki seçenekle karşı karşıya:
Birincisi, sabitelere tutunma ve böylelikle çoğulcu toplumlarla yolları geri dönüşü olmayan şekilde ayırma; en kötü durumda ise tarihin gidişatının dışında IŞİD veya Talibanvari rejimler kurma.
İkincisi, bugünün ve yarının dünyasını üreten, –demokrasi, ilerlemecilik, milliyetçilik ve küreselleşmenin müstakbel formları başta olmak üzere– büyük siyasi-fikri sistemlere dahil olma.
Evet, buna bir de İslami değerleri ekleyeceksiniz diyenler olabilir. Ama bu yanlış; zira sözkonusu siyasi-fikri sistemler, değerlerini siyasal İslam’dan bekleyecek kadar değerden yoksun değil. Buna bir de –tıpkı yerçekimi kanununun füzelere de planörlere de işlemesi gibi– siyasetin kanunlarının da referansları her ne olursa olsun tüm siyasi partiler için geçerli olmasını ekleyin. Yani İslami partilerin içinde diğer partilerdekilerin benzerlerini –en uç Makyavelizmden en uç idealizme kadar uzanan ahlaki yelpazenin ve partizan uygulamaların her türünden insanı– kaçınılmaz olarak bulacaksınız.
Fiiliyatta hiçbir şey, yaratılmışların en hayırlısı ve ilk numune-i imtisalinin [Peygamber Efendimizin-sav] getirdiği güzel ahlaktan daha önemli olmamalıdır; ancak bunun sahası, Müslümanların sadece bir kısmını temsil etme iddiasındaki partiler değildir, toplumun bütününün bunu başarmaya çalışması gerekir. İşte o zaman, değerler bizi birleştirdiği müddetçe fikirlerin bizi ayırıp ayırmamasının bir önemi olmaz, yeter ki karşı gelinmez bir emir olan [Âl-i İmrân suresi 110. ayetteki gibi] “insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” olmayı gerçekleştirmek için bir adım da olsa birlikte ilerleyebilelim.
Son olarak, başkalarının talihsizliği ve musibetine sevinme bâbından siyasal İslam’ın başarısızlığından bahsettiğimi düşünen herkes hata eder. Çünkü ben, hepimizin –halkların ve insanlığın problemlerine çözüm arayışını nesilden nesle bırakmayan– aynı kolektif aklın son derece zeki ve son derece canlı hücreleri olduğumuza inanan bir vizyon çerçevesinde hareket ediyorum. Her başarılı tecrübe hepimizin başarısı ve yine her başarısızlık hepimizin başarısızlığıdır.
Denediğimiz vatanperver, milliyetçi, sosyalist ve İslamcı çözümlerin başarısızlığı karşısında üzüntüye gark olmamalıyız veya suçluluk kompleksine kapılmamalıyız. Zira içtihat kapısı hala ardına kadar açıktır ve bu aşamada zaruri slogan şudur: Nakil değil, akıl.
Yapmamız gereken tek şey kibirlenmememiz, cesaretimizin kırılmaması ve geçmişteki tüm hatalarımızdan ve acı tecrübelerimizden ders çıkararak yeni bir fikrî sistem geliştirmek için içimizdekilerin en iyilerini harekete geçirmemizdir. Daha evvel hiç olmadığı kadar girmemiz gereken bahis şudur: Olmak ya da olmamak…
Kaynak: El-Cezire Arapça
*Bu makale, Arap dünyasının önemli mütefekkirlerinden Tunus eski Cumhurbaşkanı Munsif Merzûkî’nin el-Cezire’de yayınlanan “Koronavirüs Sonrası Zorunlu Olan Acı Verici Gözden Geçirmeler” yazı dizisinin bir parçası olup daha önce insan hakları, demokrasi, liberalizm ve ilerlemecilik hakkında yazılar kaleme almıştır. Zahide Tuba Kor tarafından tercüme edilen bu yazı Dünya Bülteni internet sitesinde yayınlanmıştır.