“Filistinliler için Biden’ın veya dünyanın geri kalanının nasıl tepki vereceği artık herhangi bir önem taşımıyor. Uluslararası toplum tarafından yüzüstü bırakılmış, medya tarafından ihmal edilmiş, çoğu Arap devleti tarafından ihanete uğramış, ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak bir liderlik tarafından göz ardı edilmişken artık kaderleri sadece ve sadece kendi ellerinde ve sokaklarda. Zaten hep böyleydi…”
Middle East Eye sitesi genel yayın yönetmeni David Hearst 30 Nisan’da yayımlanan makalesinde böyle demiş ve dünyayı uyarmıştı. Makalenin tümü Zahide Tuba Kor tarafından çevrildi ve Perspektif’te yayımlandı. Makaleyi Serbestiyet okurlarıyla paylaşıyoruz.
***
Eski Amerikan Başkanı Donald Trump’ın damadı ve Ortadoğu elçisi Jared Kushner’ın Arap-İsrail çatışmasının bittiğini açıklamasının üzerinden ancak bir ay geçti.
Wall Street Journal’daki yazısında Kushner, İsrail’le son Arap normalleşme dalgasının tetiklediği “siyasi deprem”in henüz bitmediğini ilan etti. (…) Yahudiler ile Araplar arasında yeni dostane ilişkiler gelişiyordu. (…) Suudi Arabistan da sıradaydı. Kushner muzaffer bir edayla “Arap-İsrail çatışması olarak bilinen şeyin artık son kalıntılarına şahit oluyoruz.” diye yazdı.
Başkan George W. Bush’un Irak işgali akabinde o meşum “Görev Tamamlandı” ifadesinin asılı olduğu uçak gemisinden inmesinden bu yana hiçbir Amerikalı bu kadar küstahça bir şey yazmamış ve bu kadar hatalı çıkmamıştı. (…)
Kushner hiçbir pişmanlık duymuyor. Haklı olduğundan emin, çünkü kendi safında Tanrı var. Kushner yalnız da değil; seküler milliyetçiler bile yetmiş yıllık çatışmanın geri dönülemez şekilde sona erdiğini düşünüyor.
Azınlığın hükmetmesi
İsrailli olmak, art arda toprak zaferleri kazanmak demektir: Golan Tepeleri, Doğu Kudüs, çevresindeki yerleşimler, Ürdün Vadisi. (…)
İsrail’in kendisini, nehir ile deniz arasındaki yegâne devlet olarak kurmasının üzerinden çok uzun zaman geçti; yanı başında başka herhangi bir siyasi kimliğe gittikçe daha fazla müsamahasız. Çatışmaya buldukları çözüm, Yahudi azınlığın Arap çoğunluğa hükmetmesi.
Filistinli olmak ise darbe üzerine darbe almak demektir: ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in bölünmez başkenti olarak kabul etmesi; Beyaz Saray’da bir zamanlar “İsrail olmasaydı ABD onu icat ederdi” diyen yeni bir başkanın bulunması; henüz daha İsrail’i tanımamış Arap ülkelerinin bile İsrail’de yatırım ve ticaret yapmak için balıklama atlaması.
Filistinlilerin liderliği yalnızlaşmış ve ümitsizce bölünmüş durumda. 29 Nisan’da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas 15 yıl aradan sonra ilk kez gerçekleştirilecek seçimleri resmen erteledi. Bahanesi, İsrail’in Kudüslülerin oy kullanmasına izin vermeyi reddetmesiydi. (…) Ancak herkesin bildiği gibi, bu süresiz gecikmenin nedeni, Abbas’ın sandık başına gitmesi durumunda alacağı kaçınılmaz darbeydi. Partisi el-Fetih üç listeye ayrıldı ve liderlik ettiği liste bunlardan en az rağbet göreni. Abbas’ın halktan yetki alma arayışı giderek daha sıkıntılı hale geliyor.
Çatışmanın sonu işte böyle görünüyor. Kushner ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun hesabına göre, Filistinlilerin çıkarlarına en uygun şeyin pes etmek olduğunu anlamaları an meselesi; ayrıca Filistinlilerin zaten kendilerine ait bir devletleri var: Ürdün.
Zaferin eşiğinde tehlike zirvede
Bunların hepsi tehlikeli birer hayal ürünü. İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kurma projesi hiç bugünkü kadar tehlikeye düşmemişti, tam da zaferin eşiğinde olduğunu düşündüğü bir dönemde. Zira gümbürdeyen gerçek deprem, çatışmanın sonunu işaret etmediği gibi, Batı Şeria’da veya Gazze’de de cereyan etmiyor. İsrail’i Kudüs’te ve 1948’de ele geçirdiği topraklarda sallıyor.
Bu, İsrail vatandaşı veya Kudüslü olan Filistinliler ile devletin kendisi arasında ve merkezinde de Kudüs var. Hiçbir duvar veya kontrol noktası İsrail’i bunun sonuçlarından koruyamaz.
Filistinli bir protestocu ile Mizrahi bir Yahudi televizyon muhabiri arasında cereyan eden şu konuşma, geçtiğimiz günlerde Kudüs’ün Eski Şehir girişindeki Şam Kapısı önünde kaydedildi:
– Büyükbaban nerede doğdu?
– Büyükbabam nerede mi doğdu? Fas’ta.
– Bu topraklarda değil, öyle değil mi? Büyükbaban burada değildi. Ve buraya daha evvel de gelmemişti, değil mi?
– Yani ne demek istiyorsun?
– Benim hem büyükbabam hem de onun babası burada doğdu.
– Bana Fas’a dönmek zorundasın mı demek istiyorsun?
– Bu topraklar senin için değil, bu topraklar senin değil. Kudüs bizimdir ve İslami bir şehirdir.
Çatışmanın kıvılcımını ateşleyen şey, Filistinlilerin Mescid-i Aksa’da namaz kıldıktan sonra her zaman gelip oturdukları Şam Kapısı önündeki avluda ve merdivenlerde bu defa oturmalarını yasaklayan karardı. Bu yılki kapatmanın nedeni Covid-19’du, ancak bu öfkeyi tetikledi. Göstericiler, “Yahudilerin Purim ve Fısıh bayramlarında kapatma işlemi mi yapmışlardı? Avluyu ve merdivenleri bizim için açmak zorundalar.” diyerek taleplerini dillendirdiler.
Etnik temizlik kampanyası
Hayat tarzlarına yönelik çok daha ciddi tehditler var; ancak bu bölgenin kapatılmaya kalkışılması bardağı taşıran son damla gibi görünüyor. Kudüslüler organize bir etnik temizlik kampanyasıyla karşı karşıyalar. Ya inşaat ruhsatı olmadan inşa edilen evleri yıkmaya zorlanıyorlar ya da evlerinden kovulmakla yüz yüzeler. 2 Mayıs’ta Şeyh Cerrah mahallesinde yeni bir kovulma dalgası başlayacak ki bu da kitlesel protestolar için bir başka kıvılcım olabilir.
Yafa sahiline gelince, Filistinliler ile İsrailliler arasındaki çatışmaların başka bir nedeni var: sözde mevcut olmayanların mülkünün yerleşimcilere satılması. Bunlar, Arap sahipleri 1948’de Nekbe sırasında kaçmış ve şimdi Filistinli kiracıların kira mukabilinde ömür boyu kullanma hakkına sahip olduğu Yafa’daki mülkler.
1948’de yeni kurulan İsrail devleti, o dönem ülkedeki tüm gayrimenkullerin %25’ini teşkil eden Yafa’daki bu mülkleri istimlak etti. Üç yıldır İsrail’in devlete bağlı konut şirketi Amidar, kiracılara bu mülkleri satın alma hakkı sundu, ancak maddi güçlerinin yetmeyeceği fahiş fiyatlara.
Bu satış bir anda bir parlama noktası oldu. Haftalardır Yafa’daki Filistinliler gösteri yapmak üzere toplanıyorlar. Arapça ve İbranice “Yafa satılık değil” diyen duvar yazıları giderek artıyor. Buradaki belirgin niyet, şehrin Arap nüfusunu Yahudi yerleşimcilerle değiştirmek.
El-Acemi mahallesindeki bir konuttan tahliyeyle karşı karşıya olan el-Carbo ailesinden iki Filistinlinin, bir Yeşiva [ultra Ortodoks Yahudilerin dini okulu] müdürü olan Haham Eliyahu Mali’ye mülkü görmeye kalkıştığında söylendiğine göre saldırmasının ardından polis, yerleşimciler ve Yafa Filistinlileri arasında çatışmalar yaşandı. Amidar şirketi, mülkün Filistinli sakinlerini kapı dışarı edip onu bir sinagoga dönüştürmek isteyen hahama satmayı planlıyor.
Kuzeydeki Ümmü’l-Fehm şehrinde ve [İsrail içinde Filistinli nüfusun çoğunlukta olduğu Batı Şeria’ya yakın] Kuzey Üçgeni ile Celile’deki diğer Arap ilçelerinde ise bir başka protesto nedeni var. Arka arkaya sekiz Cuma’dır on binlerce Filistinli, silahlı çetelerin şiddetine karşı polisin eylemsizliğini protesto ediyor. Bu protestoların her birinde Filistin bayrağı yeniden ortaya çıktı. Atılan sloganlar ve söylenen marşlar işgale karşı olup bunların hepsi İsrail’in 1948 sınırları içinde cereyan ediyor.
(…)
Yeni bir nesil
Protestocular genç, korkusuz ve lidersiz. Buralarda ne el-Fetih’in ne de Hamas’ın hâkimiyeti var. Herkes kendisini İsrail vatandaşı olarak değil, toprakları ve hakları İsrail devleti tarafından ele geçirilen Filistinliler olarak görüyor. Filistin milli sloganlarını atıyorlar.
Bu arada güneydeki Necef’te İsrail buldozerleri bir rekora imza attı. Aynı köyü, Arakib’i tam 186. defa yıktılar. Gerilim ülke çapında; kuzey, güney, doğu, batı her yerde. Bu yayılan isyanın merkez üssü ise Ümmü’l-Fehm veya Yafa değil, Kudüs. Her şafak vakti otobüsler 1948 sınırları içerisindeki Filistin ilçelerinden insanları ibadet için getiriyor. Bunlara Mescid-i Aksa’nın muhafızları yani “Murabıtlar” deniyor.
(…)
Bu protestocuların tamamı yeknesak biçimde dini motivasyon sahibi olmadığı gibi, çoğu toplumsal anlamda muhafazakar da değil. Tıpkı Birinci İntifada’daki gibi, parça parça, ulusal bir protesto hareketi oluşuyor; ancak bu sefer Batı Şeria veya Gazze’de değil, Kudüs’te ve bizzat İsrail’in 1948 sınırlarında gerçekleşiyor.
Yeni bir nesil sokaklara çıkma zaruretini yeniden keşfediyor. Yeni bir eksen oluşuyor. Kudüs’ten Ramallah’a doğuya doğru değil, Kudüs’ten Yafa’ya batıyı yöneliyor. İsrail’deki güvenlik güçleri nasıl tepki vereceklerini bilmiyor. İsrail gazetesi Yediot Aharonot’a göre, nasıl tepki verileceği konusunda güvenlik güçlerinin çeşitli birimleri arasında ciddi ihtilaflar var.
(…)
Kudüs patlamanın eşiğinde
Havayı benzin sarmış durumda. Bir başka kıvılcımın çakması fazla uzun sürmeyecek. Kudüs bir patlamanın eşiğinde.
İsrail’in uluslararası müttefikleri arkalarına yaslanıp yeni bir ayaklanmaya kaçınılmaz olarak eşlik edecek ölümleri ve kan dökülmesini bekleyecekler mi? Joe Biden, sözümona insan haklarını desteklemeye dayalı bir dış politika belirleyerek Amerikan liderliğini yeniden canlandırma girişimde. Biden yönetimi, Amerikan tarihinde Ermeni soykırımını tanıyan ilk yönetim oldu.
Ancak Biden gerçekten bir fark yaratmak istiyorsa geçmişi değil, hâlihazırda burnunun dibinde cereyan eden şeyleri dillendirmeli. Yeni başkanın insan haklarına bağlılığı eğer gerçekse (…) tarihten bahsetmemeli, bilfiil tarih yapmalı. Biden, insan haklarının en büyük seri ihlalcisiyle işe başlamalı; yani İsrail’le…
Uluslararası alanda uzlaşılmış ırk ayrımcılığı (apartheid) tanımına uyan adaletsizlikler ve ayrımcılıklar yaşandığı konusunda artık hiçbir şüphe duyulamaz. Art arda insan hakları örgütleri, ırk ayrımcılığının varlığını kanıtlayan teferruatlı ve bilimsel raporlar hazırlıyor. Geçen ay böyle bir rapor hazırlayan [İsrailli insan hakları örgütü] B’Tselem’di; bu ay İnsan Hakları İzleme Örgütü. Biden bu kanıta meydan okuyor mu? Bu raporların uydurma olduğu konusunda İsrail’le hemfikir mi?
Makalenin tümü için: