The Museum Hotel Antakya projesi hayata geçerken ve sonrasında çok konuşuldu. Böylesine büyük bir felaketten sonra da konuşuluyor. Antakya sizin kişisel kariyer hayatınıza bu otelle mi girmişti?
Antakya’ya üniversite dönemimde bir kez ve ondan sonra da belki 3-5 kez daha gitmiştim. Her defasında başka niyet ve amaçlarla gittiğim için bugünkü kadar iyi tanıdığım bir yer değildi. Otelin hikayesi benim için aynı zamanda Antakya’yı anlamaya başlamamın da hikayesidir. Orada benden önce bir mimar otel için başka bir proje yapıyor ve inşaat için kazıya başlanıyor. Bu sırada da buluntular, kalıntılar ortaya çıkıyor ve işlem durduruluyor. O mimarla yol ayrılıyor ve arkeolojik bir kazı yapmak üzere bir bilim kurulu teşkil ediliyor. Danışman hocalardan olan Prof. Uğur Tanyeli aradı ve orayı görmemi istedi. Enteresan bir durum olduğunu anlattı.
Gittim. Araziyi gördüğümde ve arkeologlarla görüştüğümde otelin sahibi Necmi Asfuroğlu’na bu işi yapmanın her açıdan çok zor olacağını ve çok da pahalıya mal olacağını söyledim. Epey bir hayal kırıklığı yaratmıştı doğrusu bu sözlerim. İkinci gün sabah erkenden Habib-i Neccar Tepesi’ne çıktım, kenti ve otelin yapılacağı alanı bir de o seviyeden inceledim ve sonra yeniden araziye gittim. Bu kez Necmi Bey’e “Ben bir konsept hazırlarım, bakarız, üzerinde konuşuruz” dedim. Necmi Bey çok istekliydi ve her aşamada önümüzü açtı. Kültür Varlıkları Koruma Kurulu da tasarladığımız projeden etkilendi. Proje onaylandı ve çok meşakkatli bir süreç başladı. Projenin her aşamasında arkeologlarla koordine olarak çalıştık. Onların da önerdiği, kalıntıların olmadığını düşündüğümüz ve boş bulduğumuz yerlere çelik ayaklar koyup strüktürü oluşturma prensibiyle ilerledik.
Her bir çelik ayak için 25 metre derinlikte sağlam zemine indik. İnşaat boyunca alana hiç iş makinesi sokulmadı, bu kuyular da kuyucular tarafından elle kazıldı, kazıldıkça çevresine beton örüldü ve ayaklar yerlerine itina ile yerleştirildi. Taşıyıcı sistem tümüyle arkeologların işaret ettiği, onay verdiği ve bizim için de uygun olan noktalarda teşkil edildi ama maalesef oralarda kazılar bitmeden onlar da durumu tam olarak öngöremedi. Söz gelimi bugün lobinin bulunduğu bölgede bir kolon için kazı yapılırken 7-8 metre derinlikte tüm güzelliğiyle bir Pegasus mozaiğine rastlandı. Bu çerçevede taşıyıcı sistemin o bölgedeki yerleşim stratejisi büyük ölçüde değiştirildi. Mimari ve statik projelere ek olarak aynı zamanda mekanik ve elektrik projeleri de yenilendi. Bu iş irili ufaklı bir şekilde sanırım 17 defa yapıldı. Tabii her seferinde de taşıyıcı sistem hesabı yenilendi. Gerçekten çok zor ve bıktırıcı bir süreçti. Deprem bölgesi olması da bu zorluğu arttırdı. Ancak hiçbir dönemde tasarım kalitesinden ödün verilmemesi için ekip olarak çok uğraştık. Kalıntıların varlığı ve niteliği nedeniyle normalde şantiyede yapılacak işlerin çok büyük bir kısmı dışarıda imal edilip dev kamyonlarla şantiyeye getirildi, vinçlerle yerine yerleştirildi.
Museum Hotel’e deprem tasarımı
Her biri 1.3 m çapında, içi beton dolu, kompozit kolonlar (concrete-filled tube). Gerek rijitlik gerekse de ilave sönüm katkısı nedeniyle deprem yüklerine karşı özellikle seçilmiştir. Beton dolgu, daha ince et kalınlığı seçilebilmesine olanak sağlamış ve hatırı sayılır bir seviyede çelik tonajını aşağıya çekmiştir.
Kompozit kolonlar 20 adet 64mm’lik yüksek mukavemetli ankraj bulonları ile keson temellere bağlanmıştır. Tasarıma esas alınan şartnamelerden biri de “Architectural Institute of Japan”dır. Buna göre; deprem yüklerinin karşılanabilmesi için “süneklik düzeyi yüksek kompozit kolonlu çerçeve” sistemi esas alınmıştır.
Taşıyıcı sistem öndedir
Taşıyıcı sistem yalnızca kalıntılar için değil deprem için de özel hazırlandı diye anlıyorum.
Benim için her zaman taşıyıcı sistem başattır. Ondan feragat edilemez. Mimari, taşıyıcı sistemin önüne geçemez.
Antakya’ya her gittiğimde The Museum Hotel öncesi, sonrası, orada ya da başka otellerde kaldığımda hep dikkatimi çekmiştir. Otelin altı, o bölge muazzam bir tarihi mirasa sahip. Ve hemen otelin çevresi, karşısı çarpık yapılaşma içindeydi. Her seferinde buradaki evler kalksa altında tarihi miras var diye düşünürdüm. Siz orayı yaparken bu duygulara kapılmış mıydınız?
Doğru. Biz de projeyi gerçekleştirirken bölgenin tarihi mirasının zenginliğini bir kez daha keşfettik. O bölgenin çok özel bir tarihi var. Bambaşka dönemlere ait kent katmanları var. Orada arkeolojinin zor yanı “hangi noktada hangi katmanı göstereceğiz” kararıdır. Söylediğiniz şeyi düşünmedim desem yalan olur.
Ve şimdi tüm o binalar yok oldu, binlerce insan hayatını kaybetti. Bölgede The Museum Hotel gibi iki üç yapı var ayakta kalan. Diğer hiçbir yapı zemin düşünülerek inşa edilmemiş. Bunu bu kadar acı bir şekilde görmek ne düşündürüyor size?
Ben her yaptığım yapıda korkarım. Titizlik gösteririm. Deprem “ortogonal olmayan”, yani başka bir doğru ile kesiştiğinde onunla birlikte dik açı oluşturmayan yapıları cezalandırır.
Neden? Sanki binaların çoğu öyle yapılıyor.
Depremde yatay yük tesiri önemlidir. Yani yatay ve dikey akslarda birbirini dik olarak kesen kolon ve kiriş sistemleri, düzensiz aks sistemine sahip olanlara göre çok daha rijit sistemlerdir. Otelde ise her biri kendi geometrik aksını oluşturan kalıntı düzeneği olduğu için taşıyıcı sistem de onların geometrik varoluşu ile paralel bir şekilde tasarlandı. Her bir bağlantı noktası farklı açılı olduğu için çok iyi hesaplanması gerekiyordu. Burada da iş büyük ölçüde strüktür mühendisliğine düşüyor. Nodus Mühendislik, Bülent Deveci dahiyane bir iş yaptı. Ve sonuçta da bildiğiniz gibi kimsenin burnu kanamadan otel tahliye edildi. Sporcular vardı, gruplar vardı turistik amaçla gelen. Herkes sağ salim çıkarıldı. Çok da salınan bir yapıdır çelik olduğu için.
Şu anda yıkık binalar arasında uzaydan gelip oraya konmuş gibi görünüyor. Bunu görmek, binanın ayakta kalmasını görmek nasıl bir his? O felaketin içinde ayakta kalmak yalnız ve o acılı topraklarda, mekanların da hafızası vardır dediğimiz için sormak istedim.
Çok zor bir dönem. Günün sonunda o insanlar kurtuldu, otel doluydu. İnsanlar farklı kentlerde yıkılan otellerin içinde kaldı. Çok büyük yıkım ve acı.
Ve bu dönemde madem ayakta kaldı niye depremzedelere açılmıyor? Otelden bir açıklama yapıldı ancak bu da soru işaretleri yarattı.
Önce iki büyük sarsıntı geçirdi otel. Sonra merkezi Hatay’a çok yakın bir deprem daha vurdu bölgeyi. Yapının ve taşıyıcı sistemin çok iyi kontrol edilmesi gerekir. Artçılar oluyor. Bazı bölgelerde su boruları patlamaları ve cam kırıkları var. Her şeyi tek tek kontrol etmek lazım. Çıplak gözle anlamaya imkân yok. Her taşıyıcı parça, her bağlantı noktası titizlikle test edilmeli. Bunu zaten otelin taşıyıcı sistemini tasarlayan mühendis de doğruluyor. Ancak böyle bir işlem yapıldıktan sonra tekrar kullanılabilir hale gelecektir bu yapı.
Antakya’nın 100 bin yıllık geçmişi var. 30’dan fazla deprem görmüş. Farklı dinleri, kültürleri buluşturan kadim bir kent. Şimdi bu kent nasıl yeniden ayağa kaldırılmalı?
Antakya’yı katman katman anlayıp yeni kenti bu bağlamda kurmak gerekiyor. Çok keskin biçimde inandığım şey şu; kentler öyle kısa sürede ve sıfırdan, tek defada kurulamaz. Planlı kentlerde dahi organik bir gelişme periyodu vardır. Öyle olunca ortaya kaliteli kentler, yaşanacak mekanlar çıkar.
Böylesine bir geçmiş olmasa belki mümkün. Son dönemde sürdürülebilir kentler kuruluyor farklı ülkelerde. Burada durum çok farklı değil mi?
Sıfırdan planlanmış kentler var dünyada. Bunların çok önemli bölümü başarısız oldu.
Örnek verebilir misiniz?
Brasilia var mesela. Oscar Niemeyer ve Lucio Costa önderliğinde hayata geçmiştir. Çok önemli bir tasarım deneyimidir. Ama tutmadı, Brezilya’nın çok daha plansız ve düzensiz olmasına karşın her daim daha cazip kentlerinden Rio gibi olamadı. Kazakistan’da Almati’den sonra Astana yeni bir başkent olarak tasarlandı ve yapıldı. Olmadı. Tekrar Almati’ye geri aldılar başkenti. Astana nitelikli bir şehir haline gelemedi bir türlü.
Deprem bölgesinde acil barınma gereği nedeniyle TOKİ’nin hızla bina yapacağı söylendi. Acil ihtiyaç ama kimler tarafından, hangi planlamayla, nereye?
Kent sadece fiziksel değil, kültürel ve sosyal bir alandır aslında. Bunu salt fiziksel yapıyı tasarlayarak yaratamazsınız. Bu oluşum aynı zamanda güçlü ve iradeli bir idari yapı gerektirir. Bu çerçevede yer bilimcilerinin, ilgili mühendislik dallarının uzmanlarının, sosyolog ve antropologların, eğitim uzmanlarının, kültür endüstrisinin farklı kulvardaki aktörlerinin, hekimlerin, psikologların, mutlaka kentin geçmişteki ve potansiyel kullanıcılarının, ilgili sivil toplum kuruluşlarının, söz gelimi Antakya gibi bir yerde farklı dinlere mensup önderlerin içinde bulunacağı bir çalışma grubu oluşturulmalı ve bu gruba uygun bir çalışma süresi tanınmalıdır.
Yeni binaları TOKİ inşa edecek. Bu yeniden masaya yatırılması gereken bir konu mu? Acele mi karar verildi?
Şu anda belki daha ziyade popülist bir saikle ve seçim kaygısı gibi nedenlerle TOKİ’nin hızla devreye gireceği, bir ay içinde yeni binaların yapımına başlanacağı ve çok kısa sürede de tamamlanacağı gibi sözler veriliyor. Evet barınma çok acil ve önemli ihtiyaç, bunu hepimiz biliyoruz. TOKİ bir taraftan bakıldığında inanılmaz büyük bir güç, hatta bazı gerçeklikleri göz önüne almazsanız şahane bir iş yaptığı iddia edilebilir. Neticede sadece normal zamanlarda değil, afet zamanında da konut ihtiyacını karşılamak üzere kurularak organize olmuş bir kurum. Taşıyıcı olarak çok övündükleri bir tünel kalıp sistemleri var, neyi nasıl yapacaklarını, artık tıpkı bir patates baskı gibi olduğu için yapıları nasıl yerleştireceklerini biliyorlar, ya da bildiklerini düşünüyorlar.
Belki bazı müdahalelerle gerçekten de bazı şeyler iyileştirilebilir. Bunların hepsi tamam. Bunlar avantaj, ancak kent böyle bir şey değil. Kent aslında çok katmanlı bir organizma ve dolayısıyla tüm unsurlarının hesaba katılması, projeksiyonun buna göre yapılması gerekiyor. Bu çerçevede geçici barınma olanaklarının daha kaliteli üretilmesi çok önemli. Böylelikle kalıcı yerlerin nitelikli bir şekilde tasarımı için makul süreler kullanılabilir. Yani aslında “ben sıra sıra binalar yaptım, hadi gelin oturun” denilecek bir durum yok ortada.
Antakya’yı bildiğiniz için sormak isterim. Görüntülere bakınca tarihi yerler de yıkıldı. Korumaktan bahsediyoruz da asla eskisi gibi olamayacak diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Bu konuda da bütünsel bir stratejinin kentin genel planlaması ile birlikte ele alınması gerekir. Söz gelimi en çok sözü edilen Habib-i Neccar Camii’ni gördüm. O yapı kolaylıkla restore edilebilir. Havra, kiliseler, sinagoglar… Hepsi yeniden ihya edilebilir. Ancak bunun yangından mal kaçırır gibi yapılmaması gerekir.
Dünyanın ilk ışıklandırılan caddesi vardı Antakya’da. Orası özüne yakın hale getirilebilir mi? Çünkü yıllardır Belediye Başkanı da oranın yıkılıp caddenin kalıntılarının ortaya çıkarılıması gerektiğinden bahsediyordu.
Tarihi mirasın tümüne ayrıntılı ve titiz bir şekilde bakılmalı. Çalışmalar ortak akılla ve tüm değerlere sahip çıkarak yapılmalı.
Antakyalıların kentlerine geri dönmesi için de bina yapmak yeterli değil. Göç alan bir kent, kentin kimliğini kaybetme tehlikesinin başka istenmeyen sonuçları olur mu?
Demografik yapı çok önemli. Aksi takdirde Antakya maalesef elden çıkar. Stratejiyi iyi ayarlamak gerekiyor. Binalar için de çok geç kalmamak lazım. Bizim Elazığ’da hayata geçirdiğimiz Umut Elazığ gibi projelerle kent çeperlerinde alt kentleri çabukça ama mutlaka o bölgeye uygun tasarımlarla gerçekleştirmeliyiz. TOKİ’nin bugün için kullanmakta olduğu yöntemleri iyileştirip bu yerleşimleri çok daha nitelikli hale getirebiliriz. Kent merkezini ise çok dikkatlice ve sakince planlamalıyız. Dünyada Antakya’dan bir tane var. Kuşkusuz bu yeni planda arkeolojik katmanları daha da öne çıkarmak mümkün olacak. Ama aynı zamanda Kurtuluş Caddesi’ni, Saray Caddesi’ni, Uzun Çarşı’yı, merkezdeki tarihi yapıları, merkez Antakya’nın özgün yapısal dokusunu dikkatlice değerlendirmek ve bir biçimde yenilemek zorundayız. Yeni planı Antakya’nın kadim kültürünün hesaba katıldığı bir tür mozaik gibi kurgulamak gerekir.
Son dönemde birçok Anadolu kentinde yeni şehir alanları yaratıldı. Yeni Mardin eski Mardin gibi, Urfa’dan İç Anadolu’ya. TOKi binaları yapıldı. Bu kentlerin kimlik kaybı yaşadığını görüyoruz. Kentleşmeyi beceremediğimiz başta deprem felaketiyle ama ardından da birçok eksik ve çarpıklıkla ortada. Antep’in, Maraş’ın, İskenderun ve Antakya’nın ayrı özellikleri var. Sanayi şehri, liman şehri, kültür-turizm gibi. Bunları planlamak için ne yapmak gerekiyor?
Doğrusu diğer kentleri Antakya’yı bildiğim kadar ayrıntılı olarak bilmiyorum. Verdiğiniz örnekleri ben de görüyorum. Kentler birbirine benzer yapılarla doldu. Hatırlayın, sizinle yıllar önce ilk konuştuğumuzda daha güzel günlerdi, çok daha iyimserdik. Hatta yönetimi bile bu denli sert bir biçimde tenkit etmiyorduk, belki bir ışık görüyorduk. İstanbul’un cazibesi artıyordu. O dönemlerde herhangi bir Avrupa ya da Amerika şehrine konferans vermeye gittiğimde büyük bir ilgiyle takip ediyorlar, İstanbul gibi bir şehirden geliyor olduğum için gıpta ederek dinliyorlardı. Şimdi ise neredeyse üzülerek bakıyorlar. Acı bir şey bu. “Hay Allah, ne kadar zor zamanlardan geçiyorsunuz” diyorlar. Aslında aynı kent İstanbul, evet fiziksel bağlamda biraz değişti ama bu tek başına esaslı bir etken değil.
Söz gelimi Tarihi Yarımada’da, Pera’da ya da Boğaziçi’nde çok büyük değişiklikler yok. Zaten 15 yıl önce de yemyeşil bir kent değildi İstanbul. Ama sosyal olarak çok daha esaslı, çok daha vahim kayıplar var. O yüzden bir şehri planlamak demek bina yapmak demek değildir diye söylenip duruyorum… Kenti planlamak demek, sosyolojik, demografik, kültürel planını da yapmak demek. Bunu da yalnızca mimarlar ve şehir planlamacıları yapamaz. Hele Antakya gibi çok özel bir kadim kent için özellikle merkezi bölgesini planlamak için çok ciddi bir çalışma grubuna ihtiyaç var. Öte yandan bu alanı son günlerde pek çok yerde dile getirildiği üzere yalnızca turistik bölge olarak planlamak hiç doğru olmaz. Önemli olan gerçekten yaşayan bir kent yapabilmek.
TOKİ belli bölgelerde ve bazı müdahalelerle kullanılabilir diyor musunuz?
TOKİ’nin daha önce farklı illerde yaptığı binalar pragmatik ve tek amaca hizmet ediyor. Bunun da nitelikli bir yerleşim yaratmak için yeterli olmadığını biliyoruz. Açıkça sorsanız sanırım TOKİ’nin son dönem yöneticileri de buna itiraz etmezler. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki belli noktalar değerlendirildiğinde iyi bir kas güçleri de var. Bunu da doğru kullanmak mümkün. Bu felaket karşısında gün birlikte olma günü. Bu planlamayı siyaset üstü hale getirme günü. Bilimsel temellere oturtmalıyız. Umarım bunu gerçekleştiririz.
Halep örneği
Şöyle bir endişem var, olanı koruyamamış, bozmuş bir toplumuz. Ayder’den, Ege sahillerine her yerde. Şimdi yıkılan yerlere kimlikli bir bina yapabilme yeteneği, kültürü, isteği nasıl desteklenecek? Avrupa kentlerine gittiğimizde her şeyin aynı yerde olduğunu, kent kimliklerinin korunduğunu görüp imreniriz.
Avrupa kentlerindeki koruma hassasiyeti kuşkusuz çok ileri seviyede. Bu aslında genelde Batılı ve Doğulu arasındaki fark gibi görünür. Hatta burnumuzun dibindeki Yunan adalarında korunmuş kentsel dokuya da şaşırarak bakarız. “Kaş nasıl, Meis nasıl” deriz ya da Bozburun ile Simi’yi karşılaştırırız. Çok kere de doğrudur bu karşılaştırma. Ancak ben yine de bunun sadece bir Doğu-Batı meselesi olmadığını, bu çerçeveyi farklı kültürel meseleler üzerinden değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Savaş öncesi Antakya’dan Halep’e gitmiştim.
Ne kadar iyi korunmuş bir yer olduğunu görmüş, aynı coğrafyada yaşayan iki halktan birisinin yaşadığı kentin hiç değilse merkezini özenle korurken diğer tarafta bizlerin Antakya merkezini nasıl koruyamadığını biraz da dehşet duyarak gözlemlemiştim. Bunun sebeplerini çok düşündüm sonrasında. Halep’te savaş öncesi bazı uluslararası örgütlerin daha fazla devrede olduğu ve oradaki akademik dünyanın da bu örgütlerle çok daha yakın ilişkide olduğu bir gerçek. Öte yandan bizim coğrafyanın entelektüel etkinlik alanıyla karşılaştırdığımızda Suriye entelijansiyasının dünyadaki pek çok mecrada bizden çok daha etkin olduğunu, söz gelimi Aga Khan gibi mesleki oluşumlarda, Avrupa ya da Amerika’nın fiyakalı akademik dünyasında çok daha sıklıkla rol aldıklarını görürüz.
Zaten sicilimiz bu konuda çok bozuk biliyoruz. Maalesef şu anda her şey yıkıldı, yeniden ayağa kaldırmak zorundayız. Bu toprakların halkları için, oradaki tarihi miras için. Bunca acıdan sonra akıllanır mıyız?
Antakya zaten iyi korunmuş bir yer değildi. Evet, acı inanılmaz boyutta, hepimiz kahrolduk. Motosikletle ceset taşıyanları, eşinin çocuğunun cesedi başında bekleyenleri görünce gözyaşlarınızı tutmanız, o acıyı hissetmemeniz mümkün değil. Ve bu manzarayı görünce düşünüyorsunuz. O evleri kim yaptı? Bilmem ki akıllanır mıyız? Bunun için ciddi bir manivela lazım. Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama bir şeylerin birden bire değişeceğini düşünmek bana pek de inandırıcı gelmiyor maalesef.
Müteahhitler de tek suçlu değil diyorsunuz…Cinayet ortak işlendi hatta seri katil gibiyiz çünkü bu durum Türkiye’nin her yerinde! Böyle diyebilir miyiz?
Evet, toplumun her kesiminin az ya da çok bu manzarada payı var. Ben böyle düşünüyorum. “Benim hiç suçum yok” diyenler var. Böyle diyenlere “bunu bir kere daha düşün bakalım” demek istiyorum. Kuşkusuz birilerinin çok daha büyük sorumluluğu var. Bunu biliyoruz. Ama bu meseleyi çözmek için önce bazı konuları topyekûn üstlenmek gerekiyor.
Yepyeni evler yıkıldı. Güvenmiş olmalılar yeni konutlara geçenler…
Evet, doğru. Ancak bu konuya tek açıdan bakarsak yanılırız. “3 metrekare daha fazla isterim” diye evini yenilemeyen, parasını beğenmediği için kentsel dönüşüme olumsuz bakanlar yok mu?
Kentsel dönüşüm İstanbul’da başka bir hal aldı. Ranta odaklandı. 20 yıldır İstanbul’da en çok risk altında olan yerlere değil rant alanlarına odaklanılmasının suçu da ortak mı?
Kentsel dönüşümün olumlu yöne doğru evrilmemesinin birkaç ana sebebi var. Bir kere ev sahiplerinin bu işe bir iyileştirme ya da sıhhileştirmeden çok bir kar meselesi olarak baktığını kabul etmeliyiz. 1940-50’lerden sonra devrimin bazı prensipleri, arka planındaki stratejiler ve ritüeller değişti. O günlere kadar Atatürk devrimlerinin önemli bir hamlesi olarak Anadolu’da kentleşme ve sanayileşme hareketi sürdürülmüşken özellikle 50’lerden itibaren bu konuda yoğun bir değişim başladı. Gerek sanayi yatırımları gerekse istihdam kaynağı olan diğer kaynaklar Marmara ve İstanbul çevresinde yoğunlaştı. Dünyada neredeyse hiçbir yerde olmayan hızda bir nüfus artışı yaşandı ve bu bölge nüfusu dışında hiçbir açıdan gerçek bir kent olamadan azmanlaştı. Bu planlanamaz, planlansa da uygulanamaz bir büyümeydi.
Anadolu boş duruyor
Fay hatlarının da tehdidi altında olan ülkemizde nüfus yoğunluğu ve sanayinin en yoğun olduğu yer olan Marmara deprem bölgesi. Ne yapacağız? Nasıl bir planlamayla başka bir çıkış yolu yaratılabilinir?
Fay hattındaki tüm şehirlerde nüfus hareketlerinin çok daha iyi dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında Anadolu’nun önemli bir bölümü boş duruyor. Tarıma elverişsiz bölgelerimiz var ve bunlar sanayinin gelişmesi için hayli elverişliler. Nüfusun kontrollü ve planlı bir şekilde kaydırılması, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerin rahatlatılması ve ülke çapında çok daha dengeli bir dağılım olacak şekilde manipüle edilmesi çok önemli.
Dünyada güzel örnekler var. Sanayi kenti Düsseldorf gibi. Baştan itibaren bir stratejiyle kurulmuş. Anadolu’da böyle kentler oluşturmak hayal mi?
Sanayi yatırımlarını yapmak bir kenti yalnız başına sanayi kenti yapmaz. Sanayi kenti beraberinde incelmiş bir kültürel birikim de getirir. Bir tür “kent soylulaşma” evresi başlatır. Bu 3-4 kuşak gerektirse de ısrar edildiğinde başarılı olunur. Sanayi kenti Düsseldorf aynı zamanda Almanya’nın sanat ve teknoloji kenti oldu. Sağlam bir kent ve kentlilik bilinci geliştirdi.
Türkiye’de de Maraş, Antep sanayileşmede öne çıkmıştı.
1980 sonrası göç dalgası Antep, Antakya gibi kentleri de farklı bir göç merkezi yaptı. İskenderun, Maraş, Antep sanayileşme konusunda iyi örnekler idi. Ancak söz ettiğim gibi bir genel stratejik planlama yazık ki yapılamadı.
Bunların devlet tarafından planlanması gerekmiyor mu?
Merkezi yönetimler bu sorunu görmeli, politika üretmeli, strateji geliştirmeli. Bizde merkezi yapı önce sorunu yaratıp sonra da yerelden çözüm beklemek gibi saçma sapan bir durum oluşturdu ve üstelik yerelin tüm kaynaklarının önünü kesip yetkilerini de büyük ölçüde alarak iflas edecek noktaya getirdi. Yerel yönetimler pek çok önemli şehirde çaresiz kaldı. Bir kısmının buna rağmen ortaya koydukları performans ilgi çekici.
20 yılda dünyada büyük değişim oldu. Türkiye bu değişime neden bu kadar uzak kaldı?
Demokrasi, özgürlük, insan hakları, Türkiye’nin Batı’ya doğru yönelimi gibi vaatlerle iktidara gelen bu yönetim ilk aşamada hatırı sayılır açılımlar da yaptı. Kürt konusu, Ermeni konusu gibi. Ama sonra ne olduysa oldu geminin burnu yön değiştirdi. Benim gördüğüm bu deprem -çok insan kızacak belki ama- çok kullanmak istemesem de fırsat kelimesini kullanacağım, bir şeyleri bir kez daha düşünmek için bir fırsat, bir ortam yarattı. Sanki horul horul uyurken büyük bir sarsıntıyla uyandırıldık hepimiz. Şimdi önümüzde iki seçenek var. İlki kafayı yastığa geri koyup uyumaya devam etmek, ikincisi ise kalkıp en iyi bildiğimiz işleri dünya standardında yapmak için canımızı dişimize takmak. Umarım bu sefer biraz silkinir ve kalkarız.
İstanbul’un yara alması demek Türkiye’nin çökmesi demektir
İstanbul bugünden başlayarak nasıl bir yol izlemeli? Maddi kaynak nasıl bulunur?
Devletin bu çerçevede topladığı vergiler şaşkınlık verecek kadar büyük. Bu vergiler başka alanlarda kullanılmış. Deprem 10-20 yıl sonra mı yarın mı olacak bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var. Geçen 20 yılda bu çerçevede ve en azından bugün yerle bir olan şehirlerde hiçbir şey yapılmamış. Şimdi yapabileceğimiz en doğru şey, en azından bundan sonraki dönemde farklı ara kademeler koyarak ve bilimsel gerçekliklerden kopmadan hazırlık yapmak. İlk yıl şunlar, ikinci yıl bunlar, on yıl içinde şu işler yapılacak gibi. İstanbul’un yapılarının depremsellik konusundaki niteliğinin yarından tezi yok, hızla ve çok gerçekçi bir biçimde tespit edilmesi, sonra da bir seferberlik halinde, gerekirse dış dünyadan yardım ve fon alınarak nitelikli bir yenilemenin koordine edilmesi lazım.
Şu anda bunu konuşmak, bunca insan enkaz altında kalmış ve canını kaybetmişken bencillik gibi gelebilir ama İstanbul’un depremde büyük bir yara alması demek Türkiye’nin çökmesi demektir. İstanbul’u Türkiye meselesi olarak görmeliyiz. 20 küsur yıldır yapılamayanları tersine çevirmeliyiz. İstanbul depremi 20 yıl sonra gerçekleşirse, “hadi ilk 20 yıldan hiç ders çıkarmadık, ikinci 20 yıldan bile ders almadık” dememeliyiz. Akılcı önlemler alarak İstanbul’u depreme bugünkünden yüzde 80 daha dayanıklı hale getirebiliriz. İşgücümüz ve teknik bilgimiz var. Yeni, iyileştirilmiş ve yerel şartlara uygun biçimde çeşitlendirilmiş yönetmeliklerin ve bunların uygulanmasını sağlayacak kanunların devreye girmesi şart.
Yapı denetimi ve yaptırımlar nasıl olmalı?
Bu oyunun tüm önemli aktörleri için Mesleki Sorumluluk Sigortası bir sistem olarak devreye sokulmalı. Herkes müteahhitlerin ahlaksızlığından söz ediyor. Müteahhitlerin tutuklanmasıyla sorun çözülmüyor. Sadece onlar mı suçlu? Öte yandan bu iş milletin ahlakına kalmamalı. Bu düzeni değiştireceksek, acımasız neoliberal sistemi ortadan kaldıracaksak hep beraber uğraşalım, olabildiğince eşitlikçi, çoğulcu, adil bir demokrasi oluşturmaya bakalım. Ancak maalesef bugünkü gibi bir ortamda bu sektördeki iyileştirmeyi yine ancak paranın caydırıcılığıyla yapabilirsiniz. Bu da sigorta sistemi ile mümkündür. Yapı denetim şirketleri güya inşaatları denetliyor. Yapı denetim kanunu çıktığında bu şirketlerin mesleki sorumluluk sigortalarının olması söz konusuydu. Siz eğer yapı denetim firması olarak ehil, teknik kapasitesi yeterli olan gerçekten işini iyi yapan bir firma değilseniz ödeyeceğiniz sigorta primi yükselir.
Sağlık sigortası gibi hastalandıkça sigortanız yükseliyor.
Evet, yapı üretim sektörünü gelişkin dünyada regüle eden “mesleki sorumluluk sigortası” sistemidir. Hatırladığım kadarıyla hazırlanan ilk kanun hükmünde kararnamede bu konu ele alınmıştı. Ancak bazı sivil ve resmî kurumlar buna itiraz etti. “Fırsat eşitliğini azaltır, rekabeti olumsuz etkiler” dendi. Şimdi o kuruluşlar sanki bu meselede hiç etkileri yokmuş gibi davranıyor bir de üstelik önüne geleni suçluyorlar. Bugünkü sistemi başka sistemin kodlarıyla yazamazsınız. Nitelikli olacaksın. Bunu yapamayacaksan gidip başka iş yapacaksın. Bu kadar basit.
Hastaneler, bankalar yapı denetiminden geçmedi mi?
Mutlaka geçmişlerdir ama yapı denetim işinin nasıl olduğunu anlattım. Yapı denetim şirketinin parasını da müteahhit ödüyordu bir dönem. Bu olabilir mi? Ayrıca imar mevzuatı işinde de gri alanlar var, belirsizlik çok ve bu da birilerinin işine geliyor. Nitelikli iş yapmak yerine gri alandan istifade ediliyor. Bundan sonra ders alınmalı. Her şeyin çaresi var.
Sürdürülebilir yaşam alanı…
Elazığ depremi sonrası Umut Elazığ projesini hazırladınız. Kentin çeperlerine uygun zeminlere akıllı, sürdürülebilir şehirler kurulamaz mı?
Elazığ’a deprem sonrası gittik. Belediye ile görüştük. Malatya karayolunda bir alan gösterdiler bize. Orada bir tür alt kent, kendi kendine yeten sürdürülebilir bir kent parçası oluşturduk. Çok da uyumlu bir çalışmaydı. Projede sürdürülebilirlik esasları öne çıktı. Nitelikli bir kentsel planlama yanında yapı ölçeğinde de titiz bir çalışma yürüttük. Açık alanların tasarımı da projenin önemli bir ölçütü olarak değerlendirildi. Arazideki sulak alan düzenlenerek parka dönüştürüldü. Diğer bir ayrıştırıcı özellik olarak da yapıların çeperlerine kolektif üretim saiklerini tetikleyecek düşey tarım üniteleri entegre ettik.
Deprem sonrası için örnek proje: Umut-Elazığ
2020 Elâzığ depremi sonrası Emre Arolat, bölge ekonomisine katkı ve sosyal hayatı canlandırmak amacıyla Doç. Dr. Ece Ceylan Baba, Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğrencileri ve mezunlarından oluşan bir stüdyo ile gönüllü sosyal sorumluluk projesi olarak ele alınan “Umut-Elazığ” projesini hazırladı. 500 yaşam ünitesiyle birlikte, 2.5 kilometrelik ticaret ve rekreasyon aksı üzerinde, sağlık merkezi, eğitim ve kültür alanları, ekolojik su parkı, kent arşivi ve kısa dönem konaklama üniteleri gibi birimler yer alacak. Bu aks üzerindeki ünitelerin bir bölümünün afetlerde dönüştürülerek acil kullanıma uygun hale getirilmesi tasarımın diğer bir hedefi olarak görülüyor.