Anayasa hukukçusu Ergun Özbudun’un Perspektif’te yayımlanan “Sansür Yasası Tartışmaları” başlıklı yazısı:
Muhalefet sözcülerinin “Sansür Yasası”, iktidar sözcülerinin “Dezenformasyon Yasası” olarak adlandırdıkları, resmî adı “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” olan kanun teklifi, TBMM’ye sunulduğu andan itibaren yoğun tartışmalara yol açtı. Mûtad üzere torba kanun niteliği taşıyan bu metin, 24 kanun üzerinde 52 değişiklik yapılmasını önermektedir. Bu teklifin çeşitli maddelerinin Anayasaya aykırılığı, seçkin hukukçularımızca dile getirilmiştir. Bkz. Serap Yazıcı “Dezenformasyon Yasası Hukuk Devletine Aykırıdır”; Rıza Türmen “Demokrasi Barometresi: Sansür Yasası”. Ben bu yazımda teklifin tek bir maddesinin hukuk devleti ilkesine aykırılığı üzerinde duracağım.
Bu hüküm, teklifin 29’uncu maddesiyle Türk Ceza Kanunu’na eklenen yeni 217/A maddesi. Buna göre, “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
Venedik Komisyonu’nun “Hukuk Devleti” başlıklı raporunda da belirtildiği gibi, hukuk kurallarının kesinliği, belirliliği ve öngörülebilirliği, hukuk devletinin temel unsurlarından biridir [Venice Commission, “Report on the Rule of Law”, Strasbourg, 4 April 2011, CDL-AD (2011) 003 rev.]. Benzer şekilde T.C. Anayasa Mahkemesi de çeşitli kararlarında kanunî düzenlemelerin açık, net, anlaşılabilir olması gereğine ve bunun bireyin hukuk güvenliği ile bağlantılı olduğuna işaret etmiştir (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara, 2021, s. 124-125). Gerçekten, bireyin hukuk güvenliği, hukuk devletinin olmazsa olmaz şartıdır. Birey bir eyleme girişirken onun ne gibi hukukî sonuçları olacağını önceden açık şekilde bilemiyor ve davranışlarını ona göre ayarlayamıyorsa, huzurlu bir hayat sürmesi asla mümkün değildir.
Teklifin yukarıda alıntıladığımız hükmünün hiçbir unsuru, bu kriterlere uymamaktadır. Bunların başında, “sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle” ibaresi gelmektedir. Bilindiği gibi saik, bireyi belli bir eyleme sevk eden ruhsal ya da psikolojik durumdur. Acaba kanunun uygulayıcıları, bireyin saikini onun beyninin içine girmek suretiyle mi keşfedeceklerdir?
Benzer şekilde madde metninde yer alan “ülkenin iç ve dış güvenliği”, “kamu düzeni”, “genel sağlık”, “kamu barışı”, “örgüt” deyimleri, açıklıktan çok uzak, çok değişik şekillerde yorumlanmaya müsait, muğlak deyimlerdir. Bu kavramların muğlaklığı ve belirsizliği, kanunun uygulayıcılarına muazzam bir takdir yetkisi tanıyacaktır. Gerçi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade hürriyetine ilişkin 10’uncu maddesinde de, bu hürriyetin sınırlandırılma sebepleri arasında milli güvenlik, kamu güvenliği, kamu düzeni, sağlık gibi bazı kavramlar zikredilmektedir. Fakat bu maddede ifade hürriyetinin, bu nedenlerle de olsa ancak “demokratik toplum düzeninde gerekli” olduğu ölçüde sınırlandırılabileceği de ifade edilmiştir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) çeşitli kararlarında, ifade hürriyetinin demokratik bir toplum için ne kadar hayatî önemde oluğunu kuvvetle vurgulamıştır.
“Gerçeğe Aykırı Bilgiler”
Teklifin 29’uncu maddesi bakımından uygulamada büyük sakıncalara yol açacak bir husus da maddedeki “gerçeğe aykırı bilgiler” ibaresidir. Açıktır ki, gerçeğin ne olduğu konusunda farklı toplum kesimlerinin ve farklı bireylerin çok değişik kanıları olabilir. Çoğu zaman da gerçeğin ne olduğuna ancak uzun bir zaman sonunda ulaşılabilir. Türkiye’nin bugünkü siyasal realitesi içinde uygulayıcıların, iktidarın her iddiasını gerçek, muhalefetin her söylemini ise gerçek dışı bulmaları çok muhtemeldir. Buna sayısız örnek verilebilir. Mesela enflasyon rakamları konusunda TÜİK verileri tek gerçek, ENAG verileri ile bağımsız ekonomistlerin iddiaları ise külliyen gerçek dışı telâkki edilebilecek, buna halk arasında korku, endişe, panik yaratma saiki de eklenebilecektir.
Son olarak, maddenin ikinci fıkrasında geçen “örgüt” deyimi, bu örgütün niteliği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamış olduğundan, bütün meşru sivil toplum örgütlerini, siyasal partileri, dernekleri, meslek kuruluşlarını da içine alacak şekilde yorumlanabilir.
Bütün bu açıklamalar ışığında, teklifin hukuk devleti ilkesini çok ağır şekilde ihlâl ettiğinden kuşku duyulamaz. Ancak teklifin Anayasaya aykırılığı bundan ibaret de değildir. Teklif, gene Anayasamızın değiştirilemez hükümlerinden olan “demokratik devlet” ilkesine de aynı derecede aykırıdır. Demokratik devletin çeşitli tanımları ve unsurları olmakla birlikte, bunlar arasında bireylerin ifade hürriyetinin ve değişik bilgi kaynaklarına ulaşabilme hakkının de yer aldığına kuşku yoktur. Mesela ünlü demokrasi teorisyeni Robert Dahl, demokrasi (kendi tercih ettiği deyimle poliarşi) tanımında bu unsurları açıkça zikretmektedir. Oysa, teklifin görünür amacı, halkın alternatif bilgi kaynaklarına ulaşmasını engellemek ve onu iktidarın açıklamaları ile yetinmeye zorlamaktır. Böyle bir rejim, elbette hiçbir ciddi tanıma göre demokratik bir devlet sayılamaz. Bütün bu nedenlerle teklifin, Anayasamızın gene değiştirilemez hükümleri arasında yer alan “insan haklarına saygılı devlet” ilkesine de aykırı düştüğü şüphesizdir. Böyle bir değişiklik, Türkiye’yi halen içinde bulunduğu “yarışmacı otoriter rejimler” kategorisinden de çıkararak “tam otoriter rejimler” kategorisine sokacaktır.