– Almanya Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki rezidansına lahmacun getirmek istedim, Berlin’den reddedildi.
– Gözaltına alınmadan önce İstanbul Emniyet Müdürü ile makamında çay içtim.
– Türkiye Almanya’ya benim için iki kez takas önerdi.
Alman DieWelt gazetesi çalışanı ve eski Türkiye muhabiri Deniz Yücel’in “örgüt propagandası” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamalarıyla yargılandığı davada beklenen karar bu duruşmada da çıkmadı. Bir yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılan ve Türkiye ile Almanya arasında büyük bir krize neden olan Yücel’in tutuklanmasıyla ilgili Anayasa Mahkemesi geçen yıl hak ihlali kararı vermiş ve Yücel’in haber ve röportajlarının terör propagandası değil, gazetecilik olduğunu söylemişti.
Davada karar duruşması 16 Temmuz’da görülecek. Deniz Yücel, iki ülke arasında krize neden olan tutuklanma hikâyesini Medyascope’tan Şükran Çençekicer’e anlattı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ben görevde olduğum sürece asla iade edilmeyecek” demesine rağmen bir yıl tutuklu kaldıktan sonra çıkan tek sayfalık iddianamesinin ardından tahliye edilen ve Almanya’ya giden Yücel, hakkında çıkan haberlerden sonra Alman Konsolosluğu’nun Tarabya’daki rezidansında geçen günlerini, kendi isteğiyle gittiği Emniyet’te Emniyet Müdürü ile içtiği çayı, Türkiye ile Almanya arasında yaşanan takas pazarlığının ayrıntılarını ilk kez anlattı.
Deniz Yücel’e göre tutuklanmasının sebebi, iktidarın 2017’deki Cumhurbaşkanlığı referandumu sırasında Almanya ile kriz çıkarıp, bunu kampanyada kullanmak istemesiydi.
Deniz Yücel’in röportajda anlattıklarından bir bölüm şöyle:
“Güneş ve Akşam gibi, gazete de demek istemiyorum, yayın organlarında Alman Başkonsolosluğu, bir takım sırları ifşa ederim diye benim yok etmek istemiş gibi komik haberler çıkmıştı. Aslında ilk başta terör propagandası ve halkı kin ve nefrete tahrikten değil, bambaşka bir suçlamayla hakkımda yakalama kararı çıkarılmıştı. Redhack tarafından hack’lenen ve bazı gazetecilere lanse edilen Berat Albayrak’ın mail’leriyle ilgili hakkımda yakalama kararı çıkarılmıştı başka gazetecilerle birlikte Aralık 2016’da. Diğer gazeteciler gözaltına alınmıştı ama benim Beşiktaş’taki evime adresi bilindiği halde gelmemişlerdi. Tuhaf bir durumdu. Aynı gün Sabah’ta bir haber çıkmıştı. Benim yurtdışında olduğum ve arandığım haberi çıktı. Halbuki ben yurtdışında değildim.
Giriş çıkış bilgilerimden bunu rahatça tespit edebilirlerdi. Adresimi de biliyorlardı. Ama bana gelmediler. O kısım benim için muamma oldu. O haberi görünce DieWelt’ten bir mesai arkadaşımı aradım. Durumu anlattım, ortaklaşa Alman hükümetinden yardım istemeye karar verdik.
Tarabya’daki rezidansta bir süre kayboldum
Alman Büyükelçiliği’ni aradım, Almanya’daki arkadaşım da Alman Dışişleri Bakanlığı’nı aradı. Kısa bir süre sonra Alman Büyükelçiliği’nden arandım; “buyur gel ama Taksim’de Başkonsoloslukta değil de Tarabya’daki Alman elçiliğinin rezidansında konuk edelim seni” dediler. Ben birkaç haftalığına orda kayboldum. Bunun iki sebebi vardı. Avukat arıyordum. O şartlarda böyle bir davayı üstlenebilecek müsait olan bir avukat bulmak kolay değildi. İlk irtibata geçtiğimiz avukatlar bana şunu demişlerdi: “Sana yardımcı olamayız. Çünkü Türkiye’de hukuk sistemi askıya alınmış. Öğrendiğimiz hiçbir enstrüman burada geçerli değil artık. Sana ancak Alman hükümeti yardımcı olabilir.”
Bizim düşüncemiz de bu yöndeydi. Sabah’taki ilk haberden sonra devamında birşey gelmedi. Alman hükümeti, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık bazında Türkiye ile temasa geçti. En son Merkel Şubat 2017’de Ankara’ya geldiğinde Erdoğan’la ikili görüşmede konuyu gündeme getirdi. Son umudum da buydu. Ama sonuç alamadı. Diğer taraftan biz de AKP ve iktidar içindeki kimi ilişkilerimizi zorlamıştık, o ilişkilerle sessiz çözüm denedik, o da olmadı.
Merkel’in görüşmesinin sonuçsuz kalmasından sonra ben şuna karar verdim. Denedik, olmadı. Benim basın özgürlüğünün poster boyu olmaya, basın özgürlüğü kahramanı olmaya niyetim yoktu. Ama işler sessizce çözülmüyorsa inisiyatif kullanacağım, polise gideceğim, bakalım ne olacak kararı aldım.
Lahmacun sipariş isteğim Berlin’den döndü
Polise gitmek bir taraftan özgürlüklerimi kaybetmeyi göze almaktı. Rezidansta Netflix vardı, büyük bahçesinde yürüyüş yapabiliyordum ama özgürlüklerim sınırlıydı. Ama bir yanda da polise gidip, tutuklanmak özgürlüklerimi geri almak da demekti. Çünkü orada Alman hükümetinin konuğuydum. Mesela ben avukat tutmak istedim, çünkü mahkemeye çıkmadan bu iş çözülmeyecekti, onlar duyulmasın dediler ve reddettiler. Mesela Yemek Sepeti’nden lahmacun söylemek istedim, başka bir isimle sipariş veririm, nakit öderim dedim. Ama bu konu Berlin’e gitti. Dışişleri Bakanlığı’nda üç ayrı masa, Büyükelçilik, Başkonsolosluk lahmacun konusunu tartıştı, tartıştı, en sonunda karar çıktı: Yemek sepetinden sipariş yok. Konuk olarak da buna uymak zorundaydım.
Assange olmak istemedim
Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğimde biliyordum, tutuklansam bile bir daha kimseden yaptığım bir şey için izin almam gerekmeyecek. Özgürlüğümü kaybederken, aynı zamanda özgürlüğümü kazanmak için de bir adım atmış olacaktım. Alman hükümetine karşı bir kin ve öfkeyle yapmadım bunu. Eyvallah elinizden geleni yaptınız, olmadı. Beni zorlamadılar. Tayyip Erdoğan için de herhalde bir muammaydı. ‘Rezidansta saklandıktan sonra ne oldu da Almanlar verdiler bunu’ diye. İşte ne olduğunu ben anlatıyorum. Benim kararımdı. O zaman Julian Assange örneği vardı. Yıllarca Ekvator elçiliğinde saklanan. Bence korkutucu bir örnekti. O duruma düşmek istemiyordum. O yüzden madem böyle mümkün değil deyip polise gittim.
Tutuklanmadan önce İstanbul Emniyet Müdürü ile çay içtim
Polise giderken Alman Başkonsolosu’na rica ettim beni makam aracıyla götürmesini. Çünkü tesadüf sonucu bir kimlik kontrolüne denk gelseydim, kaçarken yakalanmış konumuna düşecektim. Başkonsolos ve avukatım birlikte gittik. Tabii gitmeden önce polise de bildirildi. O zamanki İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan, “tabii ağırlayalım sizi bir çay içelim” dedi. Gerçekten de Vatan Caddesi’nde İstanbul Emniyeti’ne gittiğimde ifadeden önce Mustafa Çalışkan’la bir çay içtim. Orada “Sayın Merkel’in Sayın Yücel’e ne kadar önem verdiğini biliyoruz” gibi imalı imalı konuşmuştu. Ama henüz daha alenen söylenen birşey yoktu. Ondan sonra gözaltına alındım. 13 gün Vatan Caddesi’nde geçirdim. Ondan sonra savcılığa çıkarıldığımda Berat Albayrak mail’lerini ele geçirmekten, Redhack’ten tek kelimeyle bahsedilmedi. DieWelt’in Türkiye temsilcisi olarak yazdığım haberler, yorumlar, röportajlar suç unsuru olarak karşıma çıkarıldı ve halkı kin nefrete tahrik ve terör propagandası suçlamalarıyla tutuklandım.
Referandum kampanyasında gerilim için tutuklandım
Ben gözaltına alındıktan sonra benim kararımla Almanya’da gazetem gözaltında olduğumu açıkladı. Hemen arkasından Almanya’da büyük bir konu olmaya başladı. O zaman Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel benim serbest bırakılmamı talep etti. Türkiye’de muhalif medyada konu edildi, Kemal Kılıçdaroğlu bile hakkımda konuştu ama iktidar çevresinden ses çıkmadı. Yıllarca terör, dış mihraklarla ilgili söylenenler için ellerine bir kanıt geçmişken hiçbir şey söylemediler. Sonra tutuklandım. Angela Merkel akşamında benim hakkımda konuştu. Hala Türkiye’de iktidar tarafından bir ses çıkmadı. Çok ilginç değil mi. Tam referandum öncesiydi. O kampanya kapsamında kimi AKP’li bakanlar Almanya’da konuşmak istiyorlardı. Önceden ayarlanmıştı kapalı salonlar da. Ben tutuklandıktan sonra sadece benden dolayı değil ama şu talep ortaya çıktı, “Orda Alman gazeteciler tutuklanırken, AKP’li siyasetçilerin gelip Almanya’da özgürce konuşması yanlış” dendi. Bunun üzerine referandumda Almanya’daki toplantılar yasaklandı. Hemen ertesi gün önce Star gazetesi, ardından Tayyip Erdoğan hakkımda terörist suçlamalarına başladı. Bence bu niye tutuklandım sorusuna cevap olarak çok önemli bir ipucu. O referandum kampanyası için tutuklandım. Çünkü Türkiye iktidarı Almanya’nın Başbakanının, Dışişleri Bakanının benim hakkımda konuştuğunu önceden görmüşlerdi, Almanya hükümetinin bunu ne kadar önemsediğini fark etmişlerdi. Şunu düşünmüş olmalılar; buradan bize ekmek çıkar.
Beni tutukladılar. Almanya’nın tepkisini beklediler. Bu seçim kampanyasında toplantı yasaklarıyla, ki sadece benim tutuklanmamla ilgili değildi ama Türkiye’de öyle görüldü, kampanya yürüttüler. Önce Almanya ile çatışma başladı, sonra yine Hollanda’yla suni bir kriz yaratılarak çatışma sürdü, bütün referandum kampanyasını bunun üzerine kurdular. Tutuklanmamın en önemli sebebi buydu.
Bedavaya vermeyelim, karşılığında bir şey alalım dediler
İkinci bir sebep de Türkiye’deki yabancı basını sindirmekti. Tesadüfen Redhack soruşturmasına girdim. Bu hem yabancı basını sindirmek hem de referandum kampanyası için fırsat olarak görüldü. Erdoğan, referanduma üç gün kala Huber Köşkü’nde verdiği bir röportajda benim Almanya’ya iademle ilgili bir soruya “Ben bu makamda olduğum sürece asla” diye cevap vermişti. Ayrıca o röportajda “Meğer burada kalmış, Alman rezidansında denize nazır” diyor, bir süre onunla komşu kalmamıza ekstradan kızdığı anlaşılıyor. O röportajda ajan, terörist gibi iddiaları da söylemişti ama bence o cümle pazarlığın başlangıcıydı. Türkiye iktidarı Almanya’dan tepkinin beklediklerinden fazla olduğunu gördü. Tam bir halı tüccarı mantalitesiyle “Bu adam madem Almanlar için o kadar önemli, bunu bedavaya vermeyelim, bir karşılık alalım” diye düşündüler. Ondan sonra bir daha Erdoğan, benim hakkımda ajan, terörist demedi. Almanya’da çok Deniz var dedi. Al papazı, ver papazı pazarlığına geçti, bunu denedi.
Türkiye Almanya’ya iki kez takas önerdi
Alman hükümetinden teyit ettiğim bir bilgi; Türkiye iki kez takas önerdi. 15 Temmuz soruşturmasında Almanya’ya sığınan kimi subaylar, aranan Almanya’daki kimi isimler için siz onları bize iade edin, biz de size Deniz’i gönderelim teklifinde bulundu. Tüccar kafasıyla hareket etti. Daha sonra Büyükada soruşturmasında tutuklanan Alman Peter ve Alman vatandaşı Meşale Tolu’nun da tutuklanmasıyla 2017 yılında Türkiye Almanya ilişkileri tarihteki en gerilimli günlerini yaşadı. Bu sırada Alman hükümeti Erdoğan’la iyi şahsi ilişkileri olan eski Başbakan Schröder’den bir misyon rica etti. O, Merkel’in yetkilendirmesiyle Erdoğan’la görüştü. Ben ve diğer arkadaşlarla ilgili. O konuşmada Schröder böyle bir takasın mümkün olmadığı konusunda Erdoğan’ı ikna etti. Schröder “Ben bile başbakan olsam böyle bir takas yapamazdım” deyince, Erdoğan ikna oluyor. Sonra “madem takas olmuyor, boşuna bırakmayalım, başka bir şey alalım” şeklinde devam etti süreç.
Türkiye, “Bu adam başımıza bela oldu” diye düşündü
Ama hatırlarsınız 2017’de ABD ile ilişkiler dibe vurmuş, ekonomik kriz ortaya çıkmış. Hem ABD ile hem Avrupa ile kavga yararlı değildi. Avrupa’da en önemli ortak Almanya ile ilişkileri düzeltmek için benim meselem ortadan kaldırılmalıydı. Çünkü kimle görüşülse, mesele Mehmet Şimşek, Alman Maliye Bakanı’ndan kredi istiyor, bakan “Olabilirdi ama Deniz içerideyken olmaz” diyor. Ya da Tarım Bakanı mevkidaşına işbirliği teklif ediyor, o “Deniz çıkmadan olmaz” diyor. Türkiye’de ne kadar anlaşıldı emin değilim ama Alman hükümetinin bu tutumu, Almanya’da oluşan geniş bir kamuoyu baskısının sonucuydu. Hiçbir Alman hükümeti böyle bir kamuoyu baskısını karşısına alamaz. Böylece Türkiye hükümetinin başına bela olmuştum. Zaten bunu da demişler, Alman tarafından duydum, Türkiye’den bir hükümet yetkilisi, “Bu adamın böyle bir bela olduğunu bilseydik, hiç bulaşmazdık” demiş. Bunu duyduğumda çok sevinmiştim.
Türkiye beni bırakmanın karşılığında ekonomik ilişki aldı
Türkiye yine de bir pazarlık istedi. En son bir tank pazarlığı meselesi oldu. Türkiye’de kurulmak istenen bir tank fabrikası meselesi vardı. Daha acili Leopar-2 panzerlerinin modernizasyonuydu. O günlerde Dışişleri Bakanı Gabriel bir açıklama yapmıştı. Deniz Yücel içerideyken, bu asla mümkün olamaz diye. O zaman ilk defa Alman hükümetini eleştirdim. Benim ismimin panzerlerle, silah ticaretiyle birlikte zikredilmesi kabul edebileceğim bir şey değildi. O zaman bir açıklama yaptım, böyle pazarlıkların parçası olmayacağım diye, hemen o gün Alman Dışişleri Bakanı da böyle bir pazarlık yok diye bir açıklama yaptı. Bu pazarlığın olmadığını Alman hükümeti bana söyledi daha sonra. Ama Türkiye bunu düşünmüştü. Hatta ben bırakıldıktan sonra Binali Yıldırım, “Deniz çıktı, artık panzer konusunu konuşabiliriz” demişti. Bu şekilde bir pazarlık olmadı ama Türkiye beni boşuna da bırakmadı. Bir pazarlık oldu. Ben çıktıktan altı ay sonra Alman ticaret bakanı büyük bir işadamı heyetiyle Türkiye’ye gitti. Ben içerdeyken bu mümkün olmazdı. Kendisinden de duydum bunu. Türkiye, o sırada ekonomide bir normalleşme aldı benim bırakılmamın karşılığı olarak.