Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. Ali Köse’nin “Bir Fetö gider; bin fetö gelir” açıklaması, Tarikat ve Cemaatlarda tepki çekti. Sosyal medyada hocaya demediklerini bırakmadılar. Daha önce de 2018’de İstanbul’da yapılan “Hayatın Anlamı İman” sempozyumuna bendeniz ve Prof. Dr. Ömer Özsoy’un katılımının Cemaat ve Tarikat yapıları tarafından engellenmesi ve “Kur’an Araştırmaları Merkezinde (KURAMER)” çalışan Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün görüşlerinden dolayı kovdurulması ve daha birçok örnek olayda görüleceği gibi, İlahiyat Fakülteleri ve buralarda çalışan akademisyenler üzerinde Tarikat ve Cemaat yapıları baskı ve terör yaratmaktadırlar. 15 Temmuz darbesinden önce de ‘The Cemaat’ tarafından İlahiyat Fakülteleri üzerinde bir baskı oluşturulmuştu. Hocaların bir kısmı korkusundan susup kenara çekilmişti; bir kısmı da, onlara -ikramları ve iltifatları ile- dışardan eklemlenmişlerdi.
Ben de, ta başından beri aynı şeyi söylüyorum. Şimdiye kadar yazmış olduğum ondan fazla yazıda aynı şeye dikkat çekmeye çalıştım. Bu “Cemaat”ın, şimdilerde “Örgüt”ün bütün teolojik-dinsel kavram dağarcığı ve imanî motivasyon kaynağı Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Nasıl ki IŞİD’in kaynağı Suud Selefiliği; Hizbullah’ın kaynağı Şiilik ise; Fetö’nün kaynağı da, Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kırk yıllık bu “Cemaat”in ve beş yıllık bu “Örgüt (Fetö)”ün kökü yani tohumu, toprağı, gübresi, havası, suyu, iklimi tamamen yerlidir/millidir. Sadece Sulayıcısı (ABD) dışardandır. Baltanın demiri bizden; sapı dışardandır. Cemaatın-Örgütün kökü içerde, dallarının bir kısmı (okullar) dışardadır. Örgütün başı ve gövdesi, yapıp ettiklerinde sonuna kadar kendilerince “samimi”dirler. Örgütün içinde örgütün dini gayesine/davasına münafıklık/hainlik denebilecek insan sayısı son derece azdır. Benim ta baştan beri dikkat çektiğim bir husus, Sünniliğin niyetin halisliğini vurgulamasına rağmen (İnnemel amalu binniyet=Ameller niyetlere göredir); sonuçları ıskalaması-görmezden gelmesidir. Oysa, -aynı meşhurlukta olmasa da-, aynı sahihlikteki (Buhari) başka bir hadis: “İnnemel umuru bilhavatım= işler, sonuçlarına göredir) der. Bilinci, bilgiyi, sonucu önemsemeden; salt taklidi, dogmayı, samimiyeti vurgulamanın sonucu, bu tip skandallardır.
Örgütlenme yapısı, yani karizmatik bir dini lidere (mehdi-şeyh, gavs-kutup, imam, halife…) sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat etmek yerli, milli ve dini değil midir? Bütün bir tarikat yapıları aynı değil midir? Bu tarikatın üyelerinin kendilerini seçilmiş, kurtulmuş, ayrıcalıklı, övülmüş, güzideler olarak görmeleri, “72-Fırka” Hadisi gereği sonuna kadar “Sünni” değil midir? “Harp Hiledir” hadisi (?) gereği “Takiyye” yapmak, “paralel yapı” kurmak -hâşâ- “sünnet” değil midir? “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına Uydurma” Sünniliğin orta(o)praksisi değil midir? Bu gerçekleri bile bile cemaatın soru çalmasını, kumpas kurmasını… -bilmezden gelerek- yadırgamak, ayıp değil mi?
Hindu ve Hristiyan mistisizminden (Ruhbanlık-Manastır) farklı olarak, İslam-Türk Tasavvufu, siyasetle daima içli-dışlı olmuştur. Özellikle Nakşilik ve Halidiyye kolu, siyaseti kendine baş uğraş alanı görmüştür. Tarihçi Z. Işık’ın “Devlet ve Tarikat”, “Şeyhler ve Şahlar”, “Tekkedeki
İktidar” adlı kitapları, Osmanlıdaki Tasavvuf-Tarikat ve Saray-Siyaset ilişkisini/çatışmasını açıkça ortaya koymaktadır. Şu anda Türkiye’de bulunan cemaat ve tarikat yapılarının da baş uğraş-ilgi alanı devlet, siyaset ve ticarettir. Devlete, bürokrasiye sızmaları, siyasete sulanmaları, bunu açıkça ortaya koymuyor mu?
Türk Tasavvuf Sünniliği, koynunda 50 yıldır beslediği bu “yılan”ı son ana kadar fark etmediyse; bunun bir sebebi olmalıdır. Bu da aynı genetiği paylaşıyor olmalarıdır. Kendi bünyesinin “kanser” gibi böyle bir genetik bozukluk taşıyor olmasını insanın kabullenmesinin zor olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sağlıklı benlik bilinci, bu gerçeği kısa sürede görüp gerekli sağlık tedbirlerini almak zorundadır. Bu cemaatin kırk yıl boyunca ABDCIA’nın kucağında beslenmesi ve Türk siyasi aklının buna göz göre göre müdahale etmemesinin altında Türk Tasavvuf Sünniliğinin ünlü “Veli”leri olan Mevlana’nın “Gel, gel, her ne olursan ol, gel…” ve “Biz aşkın aşıklarıyız, Müslümanlar, başkadır”; İbn Arabi’nin “Aşıkların Dini Yoktur” ve Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, adam değildir” sözlerinin bir etkisi ve izi yok mudur acaba? Bu sözleri, “Anadolu Hümanizmi” olarak yorumlamak mümkün. Ulus Devlet ve Milliyetçilik çağında, bu imparatorluktan kalma fikirler, Vatan-Millet-Bayrak tanımadan melekle olduğu gibi, kolayca şeytanla da kol kola girebilir. Nitekim öyle de olmuştur.
Bu cemaat, toplam 19 milyon ailenin 14.5 milyonu ile ilişkiye girebilmiş ise; bu durumu, genetik aynılık dışında başka bir şeyle izah etmek, ikiyüzlülük değil midir? Osmanlı’nın “Derviş Devlet” olması ile iki binlerden itibaren ‘tarikat, cemaat ve siyaset’in kendini “devlet”le özdeşleşmesi arasında ne fark vardır? Osmanlıyı din-teoloji üzerinden çökerten “Şeyh-Şah Kavgası” tekrar geri gelmiştir. 28 Şubat, sekülerler ile muhafazakârlar arasında bir politik kavga ise; 15 Temmuz, İslamcılığın Cemaat-Tarikat kanadı ile Siyaset-Hilafet kanadı arasındaki bir iç çatışma/savaş ve kavgadır.
15 Temmuz darbesinden beri dört yıl geçmiş olmasına rağmen örgütün çözülmemesi, devlete-bürokrasiye ve diğer tarikatlara sızmaya devam etmesi, bu örgütün salt kriminal bir suç örgütü olmanın ötesinde; onun ne kadar bizden, içimizden, teolojimizden, ontolojimizden… olduğunu göstermiyor mu? Benim önerim, ta başından beri kendimizi-sünniliğimizi, dindarlığımızı, teolojimizi gözden geçirmemiz gerektiğidir. Ancak, ne ilahiyatlar ne siyaset mercii bunu dikkate almamaktadır. FETÖ’yü bir “günah keçisi”ne dönüştürerek, kendimizdeki günahları, hataları ona yükleyerek kendimzi temize çıkarmak, günahsız saymak işimize geliyor.
15 Temmuz, Batıda-Hrıstıyanlıkta “Kilise” gibi “örgütlü dindarlığın” toplumların başına nasıl belalar açabileceğinin İslami bir versiyonu. İslam toplumlarında da din Tarikat, Cemaat ve Hilafet/Saltanat şeklinde örgütlenmiştir. Hilafet örgütlenmesi, İslamın erken dönemindeki iç savaşı (Cemel-Sıffın-Kerbela…) yaratmıştır. Saltanat örgütlenmesi Emevi-Abbasi iç savaşını körüklemiştir. İmamet teolojisi Şiilikte Teokratik bir yapı doğurmuştur. Tarikat örgütlenmesi, Osmanlıdaki birçok iç ayaklanmayı doğurmuştur. Cemaat örgütlenmesi ise, Türkiye’de 15 Temmuz Darbesini doğurdu. Özetle Hristıyanlıktaki “Kilise”nin muadili İslam toplumlarında Hilafet, İmamet, Tarikat ve Cemaattır. Yani onlarda tek, bizde dörtlü.
Örgütlü (Tarikat-Cemaat-Hilafet-İmamet) din, doğası gereği: 1- Totalitarizm, 2- Dogmatizm, 3- Şiddet-iç savaştan kaçamaz. Tarihte olduğu gibi; günümüzde de Türkiye’de yaşanan budur. Benim “Rahmani siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilk” kavramlarım, siyaseti -motivasyon olarak- sonuna kadar dinsel-ahlaki bir alan olarak görmesine rağmen; örgütlenme tarzını kurumsal-çoğul/ortak (Şura) ve dilini de muhasibi (eleştirel), makul-maslahat ve ahlaki olarak kurmayı önerir. Din sömürüsünden, iç savaş ve zorbalıktan (totalitarizm) kaçmanın ve kurtulmanın başka yolu yoktur.