İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun LGBTİ’lere “sapkın” dediği paylaşımı Twitter tarafından “nefret içerikli paylaşım” olarak etiketlendi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, LGBTİ’lerin “var olmadığını” iddia etti. Son olarak Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun 6 Mart’ta, “Biz özgürlük ve hoşgörü gibi kavramların eşcinsellik propagandası için yozlaştırılmasına karşı çıkıyoruz. Biz eşcinsellik propagandasına karşı sessiz kalmayacağız” dedi.
Peki geçmişte Onur Yürüyüşü’ne izin vermekle övünen iktidar bugün neden böyle bir söyleme yöneldi? Bu söylemin seçmende bir karşılığı veya önceliği var mı? Bu soruları uzmanlara yönelttik.
Kamusal alan, LGBTİ+ ve iletişim etiği gibi konularda araştırmalar yürüten, Hrant Dink Vakfı’nın Medyada Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem raporlarının danışmanlığını yürüten Dr. İdil Engindeniz’e, Erdoğan ve Soylu’nun sözlerinin bir nefret söylemi olup olmadığını sorduk.
Engindeniz, bunların birer nefret söylemi olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Çeşitli grupların toplumsal hayatını tehlikeye sokacak söylemler nefret söylemi olarak adlandırılıyor.
“Burada da bir cinsel yönelimi ve kimliği normal dışı kabul etme, sapkın gibi hakaretamiz bir ifadeyle tanımlama söz konusu.”
Bir LGBTİ’nin çocukluğundan itibaren hayatını genellikle açık bir şekilde sürdüremediğini belirten Engindeniz, en tepeden gelen bu tür söylemlerin LGBTİ’leri saldırılara açık hale getirdiğini anlatıyor:
“Bunlar fiziksel saldırılara da dönüşebiliyor. Nitekim 2015-16’da yapılacak Onur Yürüyüşleri’ni çeşitli gençlik derneklerinin fiziksel şiddetle tehdit ettiğini gördük.”
Dr. Engindeniz yıllar içinde Türkiye’de pek çok LGBTİ+ etkinliğinin yasaklandığını, pandeminin başlangıcında Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşcinselliği hastalıklarla eşleştiren bir konuşma yaptığını ve bütün bunların fiziksel, psikolojik ve toplumsal şiddete zemin hazırladığını söylüyor.
Bunların toplum üzerindeki etkisini, Türkiye’de toplumsal cinsiyet algısını araştıran akademisyenlere sorduk.
Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi tarafından yürütülen araştırma toplumun son dönemde eşcinsel birlikteliklere bakışının değiştiğini gösteriyor.
2016’da eşcinsel birlikteliklerin topluma aykırı olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 53’ken 2020’de yüzde 77’ye yükseldi.
Öte yandan LGBT’lerin toplumda eşit haklara sahip olması gerektiğini düşünenlerin oranı da aynı süreçte yüzde 33’ten yüzde 45’e çıktı.
Birbiriyle tezat gibi gözüken bu iki veriyi nasıl yorumlamak lazım?
Araştırmayı yürüten ekipten Doç. Dr. Aslı Çarkoğlu, bunun Türkiye’de LGBTİ+’lere dair büyük bir bilgi ve bilinç olmadığını gösterdiğini söylüyor:
“Bence eşcinsel dediğimiz zaman neyi kastettiğimizi anlayan grup LGBT dediğimizde kimi kastettiğimizi anlamayacak kadar olaydan uzak.”
Ankette birlikteliklere dair soruda “eşcinseller”, eşit haklar sorusunda ise “Gey, lezbiyen ve trans bireyler” ifadesi kullanılıyordu.
Çarkoğlu, toplumun evliliği sahiplendiğini ve LGBTİ+’lerin birlikteliklerine karşı çıkarken haklarını destekleme eğiliminde olmasını “Evlenmek değerlere dokunmak demek, dahil olmak ve değiştirmek demek. ‘Değerlerimize dokunmasınlar, bizi değiştirebilecek noktalara gelmesinler ama var olsunlar tabii ki’ demek” görüşüyle açıklıyor.
Neden şimdi?
Araştırmayı yürüten merkezin müdürü Prof. Dr. Mary Lou O’Neil, iktidarın Türkiye gündeminde LGBTİ+ tartışması yokken böyle bir söyleme bürünmesinin bir yandan da gündemi değiştirme görevi işlevi söylüyor ve ekliyor:
“Ama bu sadece Türkiye’ye ait olan bir strateji değil. Macaristan, Polonya, arada sırada Fransa’da, Avrupa’da bu işin bir parçası olduğu ortaya çıkıyor.”
Çarkoğlu ise bunun yanı sıra genel bir muhafazakarlaşma stratejisiyle de ilişkili olduğunu anlatıyor:
“‘Daha fazla çocuk sahibi olun, evlilik dışı birlikte yaşamayın, Türk ailesi dediğimiz şey kadın ve erkeğin evlilik ilişkisi içinde, üç çocuğuyla aynı evde yaşadıkları bir şeydir’ kalıbının daha fazla işlendiği bir yerde çok şaşırtıcı değil.”
Türkiye’de iktidarın boşanmaların arttığı, doğurganlık ve evliliklerin azaldığını vurguladığı bir “Aile yapımız tehdit altında” söylemi bulunduğunu vurgulayan Prof. O’Neil, LGBTİ+ karşıtı söylemin de bunun bir parçası olduğunu söylüyor.
İktidarın 2014’e kadar farklı bir politik çizgide olduğuna ve Onur Yürüyüşlerine de izin verdiğine dikkat çeken O’Neil, o tarihten sonra “Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu” iddiasıyla bazen ABD’nin, bazen feministlerin, bazen de kürtaj, LGBTİ+’lar veya toplumsal cinsiyet eşitliğinin bu söylemin bir parçası haline getirildiğini aktarıyor.
Dr. İdil Engindeniz de bugün LGBTİ+’larin hedef alındığını fakat geçmişte de “o gün için en işlevsel olan şekilde” Cumartesi Anneleri’nin veya diğer grupların hedef alındığını hatırlatıyor.
Tabandaki karşılığı ve önceliği
Öyleyse Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Soylu’nun LGBTİ’leri hedef alan söyleminin muhafazakar tabanda ne kadar karşılığı var? LGBTİ+ karşıtlığı onlar için ne kadar öncelikli bir konu?
Bu soruyu her yıl Türkiye Eğilimleri araştırması yapan ekibin başında bulunan, 2010-18 yılları arasında Kadir Has Üniversitesi Rektörlüğü görevini üstlenmiş olan Prof. Dr. Mustafa Aydın’a sorduk.
Türkiye Eğilimleri Araştırması’nda komşu olarak istenmeyen gruplarda eşcinseller ilk sırada yer alıyor. Üstelik eşcinsel komşu istemeyenlerin oranı 2017’deki yüzde 51,9’dan 2020’de yüzde 57,2’ye yükseldi. Fakat Aydın, son birkaç yılda anketlerdeki “İsterim, istemem, fark etmez” seçeneklerine “Kesinlikle istemem ve kesinlikle isterim” seçeneklerinin de eklendiğini, beşli skalanın insanları daha çok bir seçim yapmaya yönlendirdiğini aktarıyor.
Araştırmanın kamuoyuna açıklanan raporunda yer almayan bir kırılımı, eşcinsel komşu istemeyenlerin siyasi görüşlerine göre ayrımını BBC Türkçe için inceleyen Prof. Aydın şu anki iktidar blokunun bileşenleri olarak görülen siyasal İslamcı, muhafazakar ve milliyetçiler ile iktidar bloku dışındaki Kemalistler, sosyal demokratlar ve sosyalistler arasında bir fark olduğuna dikkat çekiyor.
Eşcinsel komşu istemeyenlerin oy verdiği siyasi partiye göre kırılımları da, HDP haricinde benzer bir sonuç veriyor.
Yani bu söylemin iktidar blokundaki seçmenlerde, diğerlerine kıyasla daha fazla karşılığı var.
Fakat Mustafa Aydın, LGBTİ+’ların anketlerde hiçbir zaman “öncelikli sorunlar” arasında çıkmadığını söylüyor:
“Biz Türkiye’nin önündeki en büyük sorunlar nelerdir diye soruyoruz, kapalı uçlu bir soru ama kendilerinin ekleyebileceği bir ‘diğer’ şıkkı da var. Biz şıklar arasına koymasak da ‘diğer’ kısmında kimsenin bunu ifade ettiğini görmedik.”
Türkiye’nin en büyük sorunları olarak ilk iki sırada yıllardır terörizm ve ekonominin yer aldığını aktaran Aydın, “İnsan hakları ve özgürlükler gibi konular bile listeye çok düşük puanlarla girebiliyor. Son 10 yılda ilk defa bu yıl bir değişiklik oldu ve kaçınılmaz olarak Covid-19 girdi listeye” diyor.
Öncelikli bir konu değilse iktidar LGBTİ+’lar hakkında neden böylesi keskin bir söylemi tercih etti?
‘Küçük bir grup için çok önemli olabilir’
Prof. Aydın, “Bir toplumsal talepten ziyade bir konunun odağını dağıtma fırsatı olarak kullanıldığını düşünüyorum” diyor ve ekliyor:
“İkincisi de belli bir grup için önemli bir konu olabilir, muhtemelen öyle. Örneğin toplumsal tartışmalarda çok duyduğumuz bir şey vardı, özellikle muhafazakar ve İslamcı kanattan: Türkiye’de deizm artıyor. Biz bunu çok duyduk ve anketlere de eklemeye başladık.
“Anketlerde millet doğru söylemiyor olabilir ama biz doğru düzgün bir deist bulamıyoruz Türkiye’de. Sıfır nokta bir şeyin üzerine çıkamıyor.
“Dolayısıyla belli küçük grupların seslerini çok yükselterek duyurdukları problemler ülkenin geneli için çok büyük bir problem olmayabilir. Bu konu özelinde öyle midir bilmiyorum ama bir grup çok dile getiriliyorsa, parti o grubu canlı tutmak ve konsolide etmek için bunu kullanmış olabilir.
“Ama esasen bu bir fırsat olarak ortaya çıktı. Bir süreç işliyordu, o süreci dağıtacak farklı mecralara çekecek bir imkan oldu ve oradan ilerlendi. Dolayısıyla tartışmanın boyutu da sapmış oldu ve amaç da hasıl oldu diye düşünüyorum.”
Dr. İdil Engindeniz de iktidarın bu söyleminin muhafazakar tabanda düşünüldüğü kadar karşılık bulmadığı görüşünde.
Muhafazakar tabanın yekpare bir yapı olmadığını bir örnekle anlatıyor:
“Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) muhafazakar insanların hayatında önemli bir söz sahibi ama öbür taraftan da DİB’in karşı çıktığı bazı şeyler artık o insanlar tarafından yaşanıyor. Tırnak içinde en hafif örneklerinden biri evlilik öncesi flört mesela.”
Peki bu söylemin, hedef alınan LGBTİ’ler üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
‘Sinsi travma’
Aynı zamanda Kadir Has Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı olan Doç. Dr. Çarkoğlu, “Ben burada kendi alanımın şapkasını giyip bu söylemin bireyler üstüne ne yaptığı hakkında bir iki şey söylemek isterim” diyor ve ekliyor:
“Psikoloji alanın yıllardır, bu tür söylemlerin ötekileştirilen taraf üzerinde ciddi travmatik etkiler yarattığını gösteren çalışmalar yapılıyor.
“Travma aniden olan bir olay olarak düşünülür ama bu tip söylemler sinsi travma denen, sinsice biriken ve artan bir travma hissine yol açıyor.
“O yüzden bunun bir etkisini ben kesin olarak biliyorum: LGBTİ+ bireylerde ciddi bir ruh sağlığı problemine yol açacak. Depresyon, endişe bozuklukları, kaygı sorunları, strese bağlı bir sürü fiziksel hastalık…
“Çünkü bu çok ciddi bir şey. Kendi ülkende, kendi yerinde değilmişsin hissi yaratıyor ve bunun getirdiği çok ciddi yükler var.”
Çarkoğlu, bütün bunların güç dengesindeki değişimden kaynaklanma ihtimali bulunduğunu söylüyor.
Toplumsal cinsiyet alanında çalışan Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu’ndan (SOAS) Emeritus Prof. Deniz Kandiyoti’nin, bir güç dengesizliğinde güçsüz tarafın güç kazanmasıyla birlikte denge noktasına yaklaşıldıkça güçlü taraftan daha fazla tepki geldiğine dair görüşünden bahseden Çarkoğlu, “Kadınlar için de, feminist harekete karşı en büyük saldırılardan birinin yaşandığı günlerden geçiyoruz. Bunun sebebine baktığımızda da tam kadın erkek eşitliği konusunda bir dönüm noktasına gelmeye başlamamızı görebiliriz” ifadelerini kullanıyor.
Feminist harekete gösterilen tepkinin LGBTİ+ hareketine gösterilen tepkilerle genellikle paralel gittiğini söyleyen Çarkoğlu, “Belirli bir güç dengesinin oluşmaya başladığı noktalarda güç odağı tekrar gücü ele almak için tekrar bir reaksiyon veriyor diye Deniz hoca gibi biraz Polyannacı bir şey söylemek istiyorum” diyor ve ekliyor:
“Çünkü bu bir şeyleri eşitlemeye başladık demek. Belki hayaldir, onu da tarih gösterecek sonuçta.”