Çeviren: Deniz Karakullukcu
Washington’daki strateji değişimini görmemek imkânsız: Ortadoğu, artık ABD’nin birincil önceliği değil. ABD’nin bölgeden çekilme hareketliliği, Amerikan birliklerinin Afganistan’dan ayrılmasında; ABD’nin Irak, Ürdün, Kuveyt ve Suudi Arabistan’a yönelik askeri taahhütlerinin sayısındaki azalmada ve hatta Çin ile Rusya’ya her geçen gün daha fazla odaklanmasında açıkça görülüyor. Özellikle ABD’nin bölgedeki varlığının yarattığı acılar göz önüne alındığında, bu strateji değişiminin sağlam nedenleri olduğu söylenebilir, ancak bu durum aynı zamanda çeşitli riskleri de beraberinde getiriyor. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nin 2011’de Irak’tan ani bir şekilde ayrılması, IŞİD olarak da bilinen İslâm Devleti’nin yükselmesinin ve İran’ın bölgedeki etki alanının genişlemesinin önünü açmıştı. Washington, benzer bir hasarın tekrar yaşanmasını önlemek adına, askeri taahhütlerindeki sayısal düşüşü bölgesel istikrardaki kazanımlarla desteklemenin bir yolunu bulmalıdır. Bu kazanımları elde etmek için önümüzdeki en iyi fırsatlardan biri, bölgenin en önemli iki hasım ülkesi olan İran ve Suudi Arabistan arasındaki görüşmelerde yatıyor.
ABD’nin askeri taahhütlerinin sayısı azalsa da, Orta Doğu’da yaşanan çatışmalarda yeni ve tehlikeli bir aşamaya giriliyor. İran ve İsrail, siber saldırılardan, hedefli suikastlardan ve sabotajlardan oluşan bir ”gölge savaşa” doğru adım atıyor. Rusya ve Türkiye, Libya’daki ve Suriye’deki (ve Kafkasya’daki) vekâlet savaşlarında birçok paramiliter gücü destekliyor. Hamas, Iraklı paramiliter gruplar ve Yemen’deki Husiler de dâhil olmak üzere çeşitli devlet dışı aktörler, yeni füze ve roket teknolojilerini ele geçiriyor. Türkiye ve İran, son yıllarda silahlı insansız hava aracı teknolojilerinde önemli atılımlar yaparak bölgedeki askeri güç dengesini büyük ölçüde değiştirdi. Suriye’nin İdlib bölgesini başarıyla savunan Türk İHA’ları, Halife Hafter’in Libya’daki Arap ve Rus destekli milislerini temizlerken; İran ise gelişmiş hava savunma sistemlerini atlatmak ve Suudi Arabistan’daki kritik hedefleri vurmak için gelişmiş İHA’lar kullandı. Bu tür teknolojilerin kullanımı bölgede yaygınlaştıkça, çatışmalar da daha öngörülemez ve tehlikeli bir hal alacak. Çatışmaların kontrolden çıkma ihtimali ne kadar yüksekse, ABD’nin bu çatışmaların yarattığı sonuçlarla başa çıkmak için bölgeye dönme ihtimali de o kadar yüksek.
Levant’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan alanda yaşanan ve bölgedeki en istikrarsızlaştırıcı, en tehlikeli rekabet olan İran-Suudi Arabistan rekabeti, bölgeyi Şii-Sünni ve Arap-Fars hatları arasında kutuplaştırdı. Uzun yıllardır süren bu rekabet, önce 2003’te Irak Savaşı’nın, ardından Suriye’de ve Yemen’de iç savaşların başlamasıyla ve en son 2015 yılında İran nükleer anlaşmasının imzalanmasıyla daha da tırmandı. İki ülke arasındaki gerilim, İran’ın Suudi petrol tesislerine ileri teknolojik silahlarla saldırıda bulunduğu 2019’da endişe verici bir hal aldı. Bugün, bu iki rakip ülke, Yemen’de çarpışmaya ve Irak ile Lübnan’daki güç mücadelesinde öne geçme çabalarını sürdürüyor. Hatta ABD’nin bölgeden çekilmesi ve Taliban’ın ülkedeki hâkimiyet alanını genişletmesiyle Afganistan sınırları içinde bile yeni bir İran-Suudi Arabistan mücadelesi görebiliriz.
Bütün bunlara rağmen, Yemen’den ve Irak’tan gelen İHA ve roket saldırılarının ardından Nisan ayında Suudi Arabistan’ın ve İran’ın üst düzey askeri ve istihbarat yetkilileri Bağdat’ta bir araya geldi. Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi, iki tarafı bir araya getirmek için Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la ve Tahran’la olan güçlü ilişkilerini sonuna kadar kullandı. Çok geçmeden, bin Selman, İran’la aralarında “iyi ilişkiler” olmasını dilediğini ve Yemen’de İran’ın desteklediği Husilerle diyaloğa açık olduğunu ifade ederek nadir görülen uzlaşmacı bir tavır sergiledi. İran hükümet sözcüsü de bu önemli gelişme konusunda benzer bir iyimserlik gösterdi. İran basınına bakıldığında da iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin yakında yeniden başlayacağı bekleniyor. Nisan ayından bu yana, İran’ın Kudüs Gücü komutanı da dâhil olmak üzere her iki taraftan üst düzey güvenlik yetkililerinin gözetiminde ek toplantılar yapıldı. İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle görüşmelere verilen aranın ardından, bu ay İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasıyla görüşmelerin yeniden başlaması bekleniyor.
Kuşkusuz, Basra Körfezi’ndeki iki rakip ülkenin aralarını düzeltmeleri için biraz zamana ihtiyaç var, ancak yeni başlayan uzlaşma süreçleri, Orta Doğu’da bölgesel istikrara dönüş için uzun yıllardır karşımıza çıkan en önemli fırsatı bizlere sunuyor. Bu arada, Amerika Birleşik Devletleri, her iki tarafı da doğru istikamete sokan diplomatik süreçten büyük ölçüde yarar sağlayacak. Washington bizzat masada olmasa da, Suudi Arabistan’a doğru teşvik ve güvenceler vererek sürece belirleyici bir destek sunabilir ve bu sayede nihai amacı olan Orta Doğu’daki varlığını azaltmanın doğuracağı felaketi önleyebilir.
Taahhüt meseleleri
Suudi Arabistan’ın İran’la görüşmeye gerçekten niyetli olup olmadığını sorgulamak için elimizde yeterli sayıda sebep var. Riyad, bu diyaloğu, kendisini yapıcı bir bölgesel aktör olarak sunup Washington’ı yatıştırmak veya bölgedeki konumunu güçlendirecek şekilde İran’ın insansız hava araçlarını önlemenin yollarını bulma amacıyla zaman kazanmak için kullanıyor olabilir. Yine de, Riyad’ın Tahran karşısında kılıcını kınına koymak için makul bir sebebi var. Suudi liderler Yemen’de onlara pahalıya patlayan savaşa olabilecek en hızlı şekilde son vermek istiyor. Bu durum, Tahran’ın, Husilere, saldırıları durdurmaları ve temkinli bir biçimde müzakereler başlatmaları için baskı yapmasını gerektiriyor. Petrol üretimi hususundaki anlaşmazlıkları nedeniyle Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri de yıpranan Suudi Arabistan, uzun vadede ABD’nin kendisine koşulsuz destek vereceğine artık bel bağlayamaz. Ayrıca; İran, İsrail ve Türkiye arasındaki rekabet kızıştıkça, Suudi Arabistan’ın İran ile aralarındaki gerilimi düşürmesi, Irak, Lübnan ve Suriye’deki tartışmalı bölgelerde dengeleyici bir rol oynayarak etki alanını genişletmesini sağlayabilir.
Riyad, bu süreçte dezavantajlı olduğunun farkında. Suudiler, Yemen’de bir bataklığa saplanmış durumda ve İran’ın insansız hava araçları karşısında savunmasızlar. Suudilerin hem Lübnan’dan çekildiği hem Suriye iç savaşından mağlup ayrıldığı, hem de 2003’te Irak’tan arkasına bile bakmadan kaçtığı bir gerçek. Buna karşılık, İran, Levant’taki etkisini daha da sağlamlaştırmış durumda. Ayrıca, Tahran, Riyad’ın 2017’de Katar’ı yalnızlaştırmaya yönelik başarısız denemesi sayesinde, etki alanını Basra Körfezi’nin güney kıyılarına kadar genişletti. Suudi yetkililer, ABD ile İran arasında imzalanacak bir nükleer anlaşmanın, Tahran’ın uluslararası alandaki yalnızlaşmasını sona erdirip İran ekonomisinin ve bölgedeki ticari faaliyet alanının genişlemesine kapı aralayarak, İran’ın kendine olan güveninin artmasıyla sonuçlanacağından endişe duyuyor.
Görüşmelerin başarılı geçmesinden İran da çıkar sağlayacak. Tahran’ın savurduğu boş tehditler, Riyad ile aralarındaki kontrolsüz bölgesel rekabetin maliyeti konusundaki endişeleri gölgelese de bölgede süregelen gerilimler İran hükümetinin ABD’nin bölgedeki varlığını azaltmaya yönelik beklentilerini köstekleyebilir. Tahran, ayrıca, Suudi Arabistan’ın İran’daki etnik ayrılıkçı güçlere ve sürgünde olup rejim değişikliğini teşvik eden medya kuruluşlarına verdiği desteği kesmesini de talep ediyor. İran, 2015 nükleer anlaşmasının ilanının ardından, rakiplerinin anlaşmayı bozabilme ihtimalini hafife almıştı. Bu sefer ise, bölgesel bir angajmanı Washington ile anlaşma yapmak ve bu anlaşmayı sürdürülebilir kılmak için zaruri görüyor.
İran; İsrail ve Türkiye ile aralarındaki rekabeti ele alırken, Suudi Arabistan’ın bu ülkelere tam destek vermesini engellemeyi amaçlıyor. En ivedi ve tartışmalı meselenin Yemen’in zengin petrol yataklarına sahip Ma’rib eyaletine ilişkin olduğu görüşmelerde, şu ana kadar dar çerçevedeki güvenlik sorunlarına odaklanıldı. (Bir Suudi yetkilinin bize söylediği gibi, “olay Ma’rib’de bitiyor.”) İran, Riyad’ın Husilerin kontrolündeki bölgelere yönelik ekonomik ablukasını sona erdirmesini ve Ma’rib ve çevresi de dâhil olmak üzere Husi mevzilerine yönelik hava saldırılarını durdurmasını talep ediyor. Bu tür bir anlaşma, Husilerin, Ma’rib’de, Tahran’ı Yemen’deki nihai çözümün ne olacağıyla ilgili belirleyici taraf yaparak İran’ın Suudi Arabistan’ı insansız hava araçları ve füze saldırılarıyla tehdit etmeyi sürdürmesine yol açacak bir zafer kazanmasını güvence altına alacaktır. Suudi Arabistan ise hava savunma sistemlerini güçlendirip İran destekli milislerin (üç tanesi yakın zamanda Riyad’da bir kraliyet sarayını vurmayı başaran) Irak’tan başlattığı insansız hava aracı saldırılarını sona erdirmek için zaman kazanmaya çalışıyor.
Nihayetinde, İran ve Suudi Arabistan görüşmelerden farklı sonuçlar çıkmasını umuyor. Tahran, görüşmelerin İran-Suudi Arabistan ilişkilerinin normalleşmesine yol açacağını umarken Riyad, başta Yemen’de bir çözüme ulaşmak ve sınır ötesi saldırıların sona ermesi olmak üzere ülkedeki güvenlik endişelerinin giderilmesini istiyor. Bu doğrultuda, Suudi müzakereciler karşı taraf gerçek anlamda taviz verene kadar normalleşme hususunda kendi koşullarını diretirken, İranlı müzakereciler, Irak ve Yemen konusunda sınırlı nitelik taşıyan anlaşmalara yanaşmıyor, çünkü bu tür bir anlaşma, iki ülke arasındaki ilişkilerin dinamiklerini değiştirmeden Suudilerin bölgesel kaygılarının giderilmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacak. İran’ın kendinden emin hareket etmesine rağmen Suudi yetkililerin Amerikan hükümetinin İran nükleer anlaşması ile ABD’nin Irak’taki askeri varlığı konusundaki tavrını ve genel anlamıyla ABD’nin Ortadoğu politikasının istikametini kestirememesi, iki ülke arasındaki dinamikleri daha da karmaşıklaştırıyor. Böylesi bir belirsizlik, Suudi yetkililerin ciddi bir anlaşma sürecine girmeleri gerektiği konusundaki güvenlerinin zedelenmesine yol açıyor.
Doğru güvenceler
Washington, Riyad’a, onları doğrudan bir İran saldırısına karşı savunacağına dair kesin bir güvence vererek Suudilerin güvenini tekrardan kazanabilir ve böylece görüşmelerde gerçek anlamda bir ilerleme sağlanmasına yardımcı olabilir. ABD, ayrıca, bölgedeki asker sayısını azaltmasının, Afganistan’dan koşulsuz olarak çekilmesinin aksine, İran ile komşusu olan Arap ülkeleri arasında sürdürülebilir bir güvenlik anlaşmasına ve ayrıca Suudi mülklerine ve topraklarına yönelik saldırıların sona ermesine bağlı olacağını Tahran’a vurgulayarak da Suudilere yardımcı olabilir. ABD’nin, Ma’rib eyaletinin Husilerin hâkimiyetine geçmesi (ki bu, Yemen’deki savaşın uzamasından ve tarafların saldırganlaşmasından başka hiçbir sonuç vermeyecektir) ve Husilerin Ma’rib’e doğru harekete devam etmesi halinde İran’a uluslararası baskı uygulamaya yönelik açık bir taahhütte bulunması da Suudilerin yararına olacaktır.
Her şeyden evvel, ABD, hem İran’ı hem de Suudi Arabistan’ı, her iki ülkenin de güvenlik çıkarlarına en iyi şekilde hizmet eden şeyin başarılı görüşmeler olduğuna ikna ederek sürece katkıda bulunabilir. Her iki taraf da, bu ilerlemeyi liderlerinin istekleri için kritik bir konu olarak ele almalı. Riyad’ın isteği, ABD’nin Suudi topraklarının güvenliğini güvence altına almasıyken Tahran’ın isteği ABD’nin bölgedeki askeri etkisinin azalmasıdır. Bu iki hedef birbiriyle çelişmiyor: Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan’a sunduğu özel güvenlik taahhütleri haricinde de bölgede ciddi bir askeri varlığa sahip. Fakat bu düzenlemenin noksanları, İran’ın Suudi Arabistan’daki petrol tesislerine saldırmasının ardından ABD’nin hiçbir tepki vermemesinden açıkça görülüyor. Bunun yerine Washington, bölgede daha küçük çaplı bir askeri varlığa sahip olmayı hedeflemeli, ancak aynı zamanda Suudi Arabistan’ın güvenliğine dair özel taahhütlerde bulunmalı. İşte bu tür çabalar, zaman içinde bir ivme yaratacak, güven inşa edecek ve sahada yeni olguları, yani ABD’nin Orta Doğu’dan çekilmesinin ardından ayakta kalabilecek bölgesel bir güvenlik mimarlığının yapı taşlarını oluşturacak türden adımları teşvik edebilir.