Halide ile Adnan’ın İstanbul’daki evlerinde son geceleriydi. Odadaki gergin hava her hareketlerine yansıyordu. Çalan telefondan, dışarıdaki kıpırtıdan huzursuz oluyor, sık sık pencereleri kontrol ediyorlardı. Yemeğe davet ettikleri gazeteci dostları Ahmed Emin’e de halleri biraz tuhaf görünmüştü. Gece onlarda kalması için ısrar ediyorlardı. Osmanlı payitahtı işgal altındaydı ama hayat normal seyriyle akıp gidiyordu. Dr. Adnan, büyük bir baskın yapılacağını, İstanbul’daki milli hareket taraftarlarının topluca Malta’ya sürüleceğini öğrenmişti. Bu bilgiyi gizli tutacağına dair söz verdiği için, Ahmed Emin’e açık açık, “Evine gitme” diyemiyor, tehlikeyi anlatamadığı için de kıvranıyordu. Direniş örgütleri harıl harıl İstanbul’dan Anadolu’ya insan geçiriyordu.
Adnan’la Halide Anadolu’ya gidiş için gerekli hazırlıkları tamamlamışlardı. Ahmed Emin, bir hafta sonra İngilizler tarafından evinden derdest edilerek Malta’ya sürgün edilecek, orada tam iki yıl kalacaktı.
Çocuklar yatılı okula...
Halide, Burgazada’daki büyük bahçeli ve çok güzel manzaralı evini Beyoğlu’ndaki Lion Mağazası sahiplerine satarak toplu bir para almıştı. Çocuklar Robert Kolej’de okuyorlardı. Okul idaresi Zeki ile Ayet’i yatılı olarak kabul etmişti. 15 Mart günü evde heyecan fırtınası esiyordu. Çocukların ikisi de giyinmiş, hazırlanmış, eşyalarını topluyorlardı. Hasan Zeki’nin biraz canı sıkkındı. Terzi, ilk kez giyeceği uzun pantolonu yetiştirememiş, o da, “Bu bebek kıyafetiyle gidemem” diye tutturmuştu.
Kapıda çocukları okula götürecek araba bekliyordu. Halide itiraza kulak asmadan sessizce ikisini de öptü. Zeki’ye söz verdi, “Pantolonunu mutlaka arkadan göndereceğim” dedi. Çocuklar arabaya binerlerken Halide en zor anlarından birini yaşadı. Çocukları uğurladıktan sonra yazısıyla uğraşarak onları unutmaya çalıştı.
Akşam Adnan Meclis-i Mebusan’dan gelince, çocuklarla ilgili Halide’nin hoşuna gidecek hikâyeler anlattı. Neşesi, tamamen zorlamaydı.“Bu gece yemekten sonra Nigâr’a gideceğiz” dedi Halide.
“Söz verdim! Evde oturacağım” dedi
Adnan.
“Niye?” diye sordu Halide.
“Bu gece İngilizler darbe yapacaklarmış!”
İki gece önce Ahmed Emin’i Anadolu’ya geçmek için ikna etmeye çalışan Adnan, fikir değiştirmiş, evde kalmak istiyordu. Milletvekilleri direnme kararı almışlardı. “Evlerimizde oturacağız, gelirlerse bizi alsınlar diye, gelmezlerse, bir şey olmamış gibi Meclis’e gideceğiz ve kapatmalarını bekleyeceğiz.”
Adnan, direnişlerinin yankı yapacağına inanıyordu. Halide şiddetle itiraz etti. “Böyle bir şey yapmayacaksın!” deyince Adnan, “Milletler kardeşimiz, hükümetler düşmanımız diyen sen değil miydin?” diye sordu.
Halide değerli kâğıtlarını toplamaya başladı. Mustafa Kemal’den gelen mektuplarıyla özel evrakını ablası Mahmure’ye emanet etti. Mantosunu ve çarşafını giyip kocasının ellerini kavradı. “Haydi” dedi. Adnan ise inatla, “Söz verdim” diyordu. O anda Halide, Adnan’ı zor kullanarak götürecek kadar güçlü hissetmişti kendisini. Neyse ki sonunda Adnan’ı ikna etti. Mutfak kapısından süzülerek çıktılar. Takip edilip edilmediklerine dikkat ederek yürüdüler. Halide, Adnan’ı adeta çeke çeke karanlık caddelerden geçirip kız kardeşi Nigâr’ın kocaman kırmızı evine götürdü. Adnan, Meclis’teki arkadaşlarına verdiği sözü tutamadığı için çok üzgündü.
Nigâr ile kocası Saib, verilen bilginin yanlış olduğunu düşünüyorlardı. Her şey normal görünüyordu. İngilizlerin beklenen operasyonu gece yarısı saat ikiden sonra başladı. Halide uyandığında Mahmure’yi başında buldu. Yüzü allak bullaktı. İngilizler o gece şehrin altını üstüne getirmişlerdi. Hilal-i Ahmer otuz İngiliz askeri tarafından basılmış, gelenler büroda uyuyan dört kişinin kafasına tabanca dayayıp, “Adnan mısın?” diye sormuşlar, evin adresini öğrenmek istemişlerdi. Hilal-i Ahmer binasındaki bütün dolapları, kâğıt kutularını hatta çatı arasındaki eşyayı bile talan etmişlerdi. İngilizler operasyonu Türk ya da Ermeni tercüman kullanmadan yürütmüşlerdi. Kendilerinden başka kimseye güvenmiyorlardı. Adnan’ın himaye ettiği öksüz bir çocuk, yüzü gözü kan içinde evlerine gelip durumu Mahmure’ye anlatmıştı. Adnan, dipçiklenen çocuğun kendilerini ele vermediğini öğrenince ağlamaya başladı. Halide ise tek damla gözyaşı dökmemeye kararlıydı.
Gazeteci Süleyman Nazif, Hilal-i Ahmer’in Halide Edib’in peşine düşenler tarafından basıldığını, onunsa, yurtdışına kaçmak yerine Anadolu’ya gittiğini yazar. Gedikpaşa’daki bütün evler aranıyor, baskında yedi askerin öldürüldüğü söyleniyordu. Mahmure, Beyazıt’tan geçerken kanlar içindeki yaralıların sedyelerle taşındığını görmüştü. Nigâr’ın kocası Saib, Hilal-i Ahmer’de kâtipti. Havadisleri toplayıp geldi. Esad Paşa ile Cevad Paşa üzerlerinde gecelikleriyle Selimiye Kışlası önündeki İngiliz gemisine götürülmüşlerdi.
Meclis basılıyor
Sivas Mebusu, eski Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf [Orbay] Bey tehlikeli İstanbul gecelerini dostlarının evlerinde geçiriyor, Anadolu’ya geçeceklerin gidişlerini örgütlüyordu. Mustafa Kemal Paşa onu Ankara’ya beklerken, Rauf Bey, eğer tevkif edilecekse, kendisinin Meclis’ten alınıp götürülmesi gerektiğine inanıyordu. Meclis basılana kadar da İstanbul’da kalmaya kararlıydı.
Rauf Bey, 16 Mart sabahı İngilizlerin pek çok yere baskın düzenlediğini öğrenince, önce Meclis’e, oradan da küçük bir heyetle Yıldız’a Vahideddin’le görüşmeye gitmişti. Ne var ki, padişahın tavrından hoşlanmayıp Meclis’e geri dönecekti. Matem yerine dönen Meclis’te tartışmalar sürerken Muhafız Kıtası komutanı, bir İngiliz müfrezesinin Rauf Bey ile Kara Vasıf Bey’i götürmeye geldiğini haber verdi. Rauf Bey, zorla teslim alındığına dair bir evrak getirmeleri kaydıyla teslim olacağını söyledi. İngilizler bu şartı kabul ettiler. Birkaç saat sonra Rauf Bey ile Kara Vasıf Bey Tophane Rıhtımı’nda bekleyen Benbow dretnotunun havasız bir kamarasına kapatılmışlardı.
Malta’ya sürgüne götürüleceklerdi. İşgali ve baskıları protesto eden Meclis-i Mebusan kendi kendini feshetti. Bir grup mebus Ankara’ya gitmek üzere hazırlığa başladı. Adnan ile Halide’nin evi daha basılmamıştı. Halide iki gün daha İstanbul’da kalıp Anadolu’ya gelmek isteyecek kişilerle ulaşmaya çalışacaktı.
Yahya Kemal ve Ahmed Haşim…
16 Mart gecesi, yazar Süleyman Nazif’in Nişantaşı Meşrutiyet Mahallesi’ndeki evinde bir rakı meclisi kurulmuştu. Yahya Kemal, Falih Rıfkı, Ahmet Haşim, Çallı İbrahim, Ruşen Eşref ve birkaç dost daha içmişler, konuşmuşlar, şarkı söylemişlerdi. Sabaha doğru Yahya Kemal ile Falih Rıfkı, birlikte evden çıkıp Unkapanı’na doğru yürüdüler. “Doğrudan doğruya köprüden gitseymişiz köprüyü, Divanyolu’nu ve sair noktaları hemen o saatte işgal eden, önüne geleni yakalayan, döven öldüren ilk müfrezelere isabet edecekmişiz. Bu köprüden geçiş farkı ikimizin hayatında bambaşka istikametler yarattı” diyor Yahya Kemal. İkisi de Milli Cephe’de yer alan isimler olarak tanındıkları için, başlarına gelecekleri tahmin etmeleri zor değildi. Yahya Kemal o gece Falih Rıfkı’nın Saraçhane’deki evinde kaldı. Ertesi sabah sokağa çıktığında önce bir fevkaladelik sezmedi. Karşılaştığı bir öğretmen tanıdığı, ona yaşanan faciayı anlattı. Harbiye Nezareti işgal edilmiş, çok sayıda ev basılmış, Letafet Apartmanı’nın altındaki karakolda kalan bir grup asker yataklarında öldürülmüştü. Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Âyan kordon altında tutuluyordu.
İstanbul Darülfünunu’nda ders veren şair Yahya Kemal, Letafet Apartmanı’nın önünden geçip üniversiteye gitti. Askerlerin cenazesini kaldırmak için toplanan öğrencileri Rıza Tevfik durdurmuştu. Üniversite binasından Beyazıt Meydanı’na çıkan Yahya Kemal, köprüden Kandilli vapuruna binecekti. Vapur iskelesi çok kalabalıktı. Seferler sınırlandırılmıştı, köprü memurlarının öldürüldüğü söyleniyordu. Köprüdeki Fransız askerlerini gördü bir süre bekledi ve sonunda vapura binemeyeceğini anladı.
Dış basında işgalin geçici olacağına ilişkin haberler yer alırken, İstanbul’un işgaline yönelik sert yazı ve konuşmaları nedeniyle mimlenmiş olan Süleyman Nazif de Malta yolcuları arasına katılmıştı. İstanbul’un üzerine bir kâbus gibi çöken işgal günlerini anlatırken Cevat Şakir, “Kasvetli bir günün şafağında, yabancı kuvvetler … silahsız günahsız askerleri uykularında süngüleyerek öldürdü. Böylelikle şehirdeki işgal kuvvetlerinin ne kadar kuvvetli olduğu gösterildi ve İstanbul işgal edildi” diyor ve şöyle sürdürüyor sözlerini, “Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi. Gazhane yokuşundan Taksim’e çıkanlar ölümü göze almalıydı. Çünkü Taşkışla’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yokuştan çıkanları vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı. Gün geçmiyordu ki yabancı kıtalar şehirde geçit töreni yapmasınlar. O cakalı kabına sığmaz kabarıklıklarıyla sokak sokak çalım satarlardı. Akıllarınca halkı sindiriyorlardı.
Oysa … sabırlı insanların ağır ağır kabaran öfkeleri korkunç olurdu.”
Halide Hanım ve eşi sürgün listesinde
Kaçış için plan yapılmıştı. Akşam karanlığında Belkıs, Halide ile Adnan’ı kapalı bir arabayla Üsküdar’a giden vapur iskelesinin önüne bırakacak, Nigâr’ın kocası Saib ile güvendikleri dostları Abdülmuttalip Üsküdar iskelesinden alacaktı. Kıyafet meselesini uzun uzun düşünmüşlerdi. Adnan tıraş olup kadın kılığına girmek istemiyordu. Hem boyu çok uzundu hem de kadın kıyafetiyle yakalanıp gülünç olmaktan korkuyordu. Sonunda onu hoca kıyafetine sokmaya karar verdiler. Bitişik evde oturan bir akraba hocadan gerekli kıyafet temin edildi. Halide de Mahmure’nin eski moda çarşafını giydi. Başını da gözlerine kadar siyah bir pelerinle örttü. Hoca karıları gözlerini örtmezlerdi tanınıp bilinsinler diye. Kardeşleri, onu gözlerinden tanıyan birileri çıkarsa diye endişe ediyorlardı.
Halide denilen mahlûk, artık vücudu ile münasebetini kesmişti” diye yazan Halide kendine güveniyordu. Siyah cübbesi ile beyaz sarığı Adnan’a aristokrat bir ifade vermişti.
“Adeta en eski Müslümanlardan biri yeryüzüne vaaz etmek için gelmiş gibiydi.” Adnan giyindikten sonra biraz kül istedi. Her zaman tertemiz olan ayakkabılarına sürecekti.
Onları bu sonu belirsiz yolculuğa hazırlayanlardan biri olan dostları Nakiye Hanım, “Ellerinden tanırlar” deyince, Halide yeni manikür yaptırdığı ellerine baktı, sonra bir makas aldı ve tırnaklarını kesti. Koltuğunun altına da bir bohça sıkıştırdı. Belkıs arabayı getirince yola çıktılar. Galata’da indiler, biletlerini alıp vapura bindiler.
Savaş gemilerinin ışıklarıyla deniz ışıl ışıldı. Halide güverteye oturdu. Adnan’ı merak ediyordu. Bir lambanın altında ayakta durmuş akşam gazetesini okuyordu. Yanında siyah kalpaklı iki Türkle –ajan oldukları açıktı– üç İngiliz polis duruyordu. Öksürecek diye ödü koptu Halide’nin.
Herkes Adnan’ı öksürmesinden tanırdı. Vapurda Ermeni matbaacı Efkâr vardı. Adnan’ı tanımış olabilirdi. Üsküdar’da onları bir araba karşıladı, Sultantepe’ye giden yokuşun başında inip yürüyerek devam ettiler. Yanındaki kadına bohça taşıtması o sırada Adnan’ın canını sıkan tek şeydi. Ortalık tenhalaşınca, kimsenin görmediğine emin olduğu an bohçayı karısının elinden almıştı. Halide’nin kalbi sıkışıyor, Adnan elinden çekiyordu.
Özbekler Tekkesi’ne gelince kapının çıngırağını çaldılar. “Kim o” sorusuna verecekleri cevabı biliyorlardı: “Bizi İsa yolladı!” Kapıyı açan derviş, çocukların adını koyan şeyhin damadıydı. Hiçbir fevkaladelik yokmuş gibi davranıyordu. “Ah Doktor Adnan şükür geldin.
O kadar fena bir hazımsızlık çekiyorum ki!” Adnan da onun omzunu okşayıp “Bakalım” dedi. Tekkede Anadolu’ya gitmek isteyen dört mebus daha vardı. Miralay İsmet iki gün önce birkaç zabitle hareket etmişti. İsmet’in adı geçince ümitleri çoğaldı. Bir süre sonra da Edhem’in (Çerkes) kardeşi Binbaşı Reşid ile Keskin Mebusu Rıza Bey geldiler. Şeyhin odasına Adnan’la Halide için bir yatak sermişlerdi. Halide, gecenin karanlığında pencereden dışarı bakıyordu. Elinde feneriyle bir adamın geldiğini gördü. Neredeyse herkesi ayağa kaldıracaktı ki adam tekkenin yanındaki büyük evin bahçesinden içeri girdi. Çok sonra bu evin, Salih Zeki’nin yaşadığı ev olduğunu öğrenecekti. Gördüğü bir hayal miydi, yoksa Salih Zeki miydi? Torunu Ömer Sayar, bunun bir hayal olduğunu düşünüyor. 1919 yılının ilk aylarında Salih Zeki hastalanmış, tıp fakültesinin asabiye bölümünde tedavi görüyordu.
İstanbul’daki Amerikalı diplomatlar Halide’nin tutuklandığını zannetmişler, 18 Mart tarihli raporlarına “Yazar ve feminist Halide Hanım ile eşi”nin tutuklandığını yazmışlardı. Halide İstanbul’da bir gece daha kalıp çocuklarına veda etmek istiyordu. Sabah sokağa çıktığında direnişçileri ölümle tehdit eden afişlerin arasından yürümek zorunda kaldı. Arananları ihbar edenler 500 bin İngiliz lirasıyla ödüllendirilecekti. Aydın Mebusu Cami [Baykurt] Bey’le buluştu. Birlikte, onun tekkeye gidişini planladılar. Cami Bey tekkeye giderken Halide İstanbul’daki son gecesini oğlu Ayet ile geçirmek üzere ablası Mahmure’nin evinin yolunu tutmuştu.
Halide Edib Biyografisine Sığmayan Kadın Yapı Kredi Yayınları Gözden Geçirilmiş yeni baskı