Merdivenlerden koşarak inerdi sahnesine, orkestrası sahnenin solunda, karşısında sarı fiyonklarla süslenmiş sandalyeli gazino masaları, misafirler Maksim’e veya Akasyalar Gazinosu’na gider gibi giyinmiş gelmiş, önlerinde şarap bardakları, meyve tabakları.
Deniz kenarlarında kurulan meyhane masalarında henüz rakı bardakları, masaların altından geçen uyuşuk kedilerin yanına koyulmazken, Huysuz Virjin’in programının sponsoru bir şarap markasıydı.
Kolalanmış beyaz bir gömleğin üzerine kırmızı hırka giymiş beyefendiler, minik yırtmaçlı etekleri ve aynı desenden ceketleriyle oturan, dik yakalı kazaklarının üzerinden incili kolyelerini çıkarmış, bileziklerinin hepsini takıp takıştırmış hanımefendilerle dolu bir stüdyo dolusu insanın karşısına hep aynı enerjiyle çıkıyordu.
Güleryüzüyle seyircisini önce selamlayıp, haşlayacağı ana kadar herkesi bir merak, bir telaş alıyordu.
Karşılarında korsesi, makyajı, kostümleri ve topuklu ayakkabılarıyla huysuz, lafını sakınmayan, müthiş zeki ve hazırcevap bir kantocu vardı.
‘Kimse darılmayacak, kalbi kırılmayacaktı’
Öyle bir yetenekti ki diline geleni söylediği halde kimse ona darılmayacak, seyirciler dizlerine vurarak gülecek, ahlaki açıdan dozunu kendilerinin ayarladığı namus, iffet kavramlarına birer şaplak inecek ve hikayenin sonunda kimsenin kalbi kırılmayacaktı.
Türkiye’nin nispeten daha mahcup, daha nezaketli, henüz bu kadar sahtekarlığın, adamın dibi olmanın, kadını yerin dibine batırmanın marifet sayılmadığı, memleketin büyük bir tiyatro sahnesi olmadığı günlerdi ve zaten Huysuz Virjin de rol yapmıyordu. Hakikatleri, sivriliğinden bir şey eksiltmeden dile getiriyordu.
Kaldı ki Huysuz’unu ve Seyfi’sini öyle bir hünerle hayatlarımızın bambaşka yerlerine koymuştu ki kimse Seyfi Bey’e Huysuz Virjin’le vurma cesaretini de bulamıyordu.
Huysuz Virjin, hâlâ kendini çok güzel gören, herkesin onunla yatmak istediğini düşünen 70 yaşlarında bir kadındı.
Dürüstlüğü, beklenmedik seks istekleri, isterikliği, kendini beğenmişliği, hazır cevaplığı hepsi Seyfi Dursunoğlu’nun eseriydi.
Lakin sahne dışındaki hayatında Huysuz tarzı şakalar ve takılmalar yapmaktan keyif almadığını söylüyordu.
Dünyanın ve insanların ikiyüzlülüğünü, vefasızlığını, riyakarlığını erkekleri de kadınları da itip kakarak ama kimsenin canını yakmadan öğretmeye, cesaret vermeye gelmişti.
‘Sonsuz dokunulmazlık hakkı alanlardandı’
Huysuz Virjin, seyircisinin aklını önemsiyordu, yoksa o esprileri yapmaz, o lafları kimsenin yüzüne yüzüne söylemezdi. En iyi o biliyordu, o ne derse desin, seyircisi ona alınmaz, gücenmezdi.
Türkiye’de sonsuz dokunulmazlık hakkını alanlardandı.
Elinden alacaklarını anladığı zaman da sahneyi ve ekranları bıraktı.
Kendisini ve Huysuz’unu muzır poşetine sokmalarına izin vermedi. Her şeye verilecek bir cevabı olduğu halde sahneyi Huysuz Virjin gibi değil Seyfi Dursunoğlu olarak terk etti, nezaketini bozmadı.
Geçen sene bugünlerde verdiği bir mülakatta, ‘Çok yoruldum. Yaşım da ilerledi. Artık gitme hazırlığı yapıyorum’ demişti muhabire. Bir seneyi devirmeden dediğini yaptı ve gitti. Arkasından binlerce insan, binlerce şey yazdı. Kimisi rengimiz gitti dedi, kimisi ‘Bize layık değildi’ dedi.
Keşke şu denilenleri duysaydı da herkesin ağzının payını verseydi. Seyfi Dursunoğlu tam da Türkiye’ye layıktı.
O bizim hakkımızdı, bizim ilacımızdı, bizim iyileştiricimizdi. Birisinin bu ikiyüzlülüğün içinde çıkıp konuşması gerekiyordu. O yüzden bizimleydi.
Bir de son yılların modası her gidenin ardından ‘O, eski Türkiye’ydi’ diyenler çıktı. Hayır, o hep yanımızdaydı. O geçmişte kaldı da biz ilerlemedik ki, hep beraber yerimizde saymadık mı?
Mutlaka o da bizimle aynı şeylerin özlemini çekiyordu. Özlediğimiz Türkiye, biraz daha frapan, bir yerlerinden tüyler, otrişler fırlayan, daha özgür, daha neşeli, daha dürüst bir yerdi.
‘Tahammülsüz bir Türkiye’
Bize kalan Türkiye, frapanlıktan çok uzak, sünepe, beceriksiz bir terzinin elinden çıkmış bir ceketin içinde, Huysuz Virjin’in o nehirler gibi akan Türkçesini konuşamayan, dobra olduğunu sanan ama densiz, herkesi aptal bir kendisini akıllı sanan, memleketine, etrafına dair herhangi bir nezaketi kalmamış, sokaklarından tüyler, otrişler çıkınca onları yolan, koparan, tahammülsüz bir Türkiye.
‘Yeri dolmaz’ yazmışlar Seyfi Bey’in arkasından. Keşke bunu da yazmasak artık böyle.
Keşke hayatlarımızı, sözcüklerimizi, hafifliğimizi, hep beraber gülebildiğimizi, en kompleksli, en cesaretsiz yerlerimizden iyileşebileceğimizi bize yeniden hatırlatan biri daha gelse.
‘İki kişilik üzülüyoruz’
Çünkü asıl yenilgi unutmak değil mi? Asıl yenilgi korkularımızla, yeni normal gibi pazarlanan anormal bir hayatı yaşamak değil mi?
Umarım yeri bir değil, yüzlerce cesur insanla dolar. Çünkü Seyfi Bey o hayattayken Huysuz Virjin’i öldürdükleri için, birbirini çok seven insanlar gibi onun arkasından gitti.
O yüzden şimdi iki kişilik üzülüyoruz, sanki iki cenazemiz var ve bir merhum bir de merhume için rahmet diliyoruz.
Ruhu şad olsun, nurlar içinde uyusun.