Namık Tan’ın bugünkü (30 Haziran) Yetkinreport’ta kaleme aldığı “NATO Zirvesinde bir Üçlü Muhtıra öyküsü” başlıklı yazısı:
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Madrid’de düzenlenen NATO’nun tarihi zirvesinin kahramanı oldu. İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurularının karara bağlanacağı ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına karşı oluşturulan dayanışmanın teyit edilmesinin hayati önem taşıdığı; ayrıca NATO’nun yeni stratejik vizyon belgesinin kabul edileceği tarihi toplantının fiyaskoyla sonuçlanması Stoltenberg’in düzenlediği üçlü toplantıyla önlendi.
Zirve toplantısından birkaç hafta önce Türkiye’nin, terör örgütlerini destekledikleri ve silah/askeri malzeme ambargosu uyguladıkları gerekçesiyle, İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurularını onaylamayacağını açıklaması İttifak içinde kaygı yaratmıştı. Zira, Türkiye’nin son dönemeçteki beklenmeyen hamlesi, Rusya’nın uluslararası hukuku hiçe sayarak ve Avrupa güvenlik mimarisini tehdit ederek Ukrayna’yı işgale girişmesi karşısında Batı blokunun oluşturduğu uzun yıllardır görülmeyen kenetlenmeye zarar verecek boyuta ulaşabilirdi. Dolayısıyla, bu meselenin NATO zirvesi başlamadan mutlaka çözülmesi gerekiyordu.
ABD, ön plâna çıkmaksızın, sessiz diplomasiyle derhal devreye girdi. Süreci yönetmesi için Stoltenberg’in önünü açtı. Genel Sekreter, Madrid Zirvesine kadar geçen sürede, Türkiye’nin, İsveç ve Finlandiya’dan beklentilerinin meşru ve anlaşılır olduğunu her vesileyle, defalarca dile getirdi. Böylece, Stoltenberg, Türkiye nezdinde hem yatıştırıcı hem güvenilir ve saygın bir kolaylaştırıcı konumu kazandı.
İsveç ve Finlandiya’nın perde gerisindeki muhatabı, bu ülkelerin liderlerini kısa süre önce Vaşington’da ağırlayarak görüşen Başkan Joe Biden oldu. Biden, Atlantik ötesindeki yakın müttefiki Birleşik Krallık’ı da yanına alarak, İsveç ve Finlandiya’yı, olası Rusya saldırısına karşı ikili düzeyde savunma güvenceleriyle rahatlattı. Bu suretle, iki aday ülkenin temel beklentileri daha NATO üyesi olmadan karşılandı.
Bu sırada, ABD başta olmak üzere önde gelen NATO müttefiklerinin açıklamalarındaki gayet ölçülü, sakin, dengeli ve özgüvenli üslup dikkat çekiyordu. Bu açıklamalar da bir taraftan meselenin köpürtülmesini önlerken, diğer yandan Stoltenberg’in Türkiye ile İsveç ve Finlandiya arasında zirve öncesinde toplantı düzenlenmesi çabalarını destekledi.
NATO kanadından gelen son hamle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisiyle yüz yüze görüşme isteğini bilen Başkan Biden’ın Zirve toplantısının hemen öncesinde Erdoğan’ı telefonla araması oldu. Buna dair Beyaz Saray açıklamasında, Biden’ın, “Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin transatlantik güvenliği üzerinde yarattığı sonuçları ve terörizm gibi diğer tehditleri” ele almak üzere Erdoğan’la Madrid’de görüşebileceğini söylediği kaydedildi. Öte yandan, The New York Times’da, Amerikan heyetinde yer alan ve ismini açıklamak istemeyen bir yetkiliye atfen bildirildiğine göre, Başkan Biden, bahse konu telefon görüşmesinde Erdoğan’dan ‘ânı yakalamasını’ da istedi. Görünen o ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Biden’ın ‘ânı yakala’ telkinine bigâne kalmamayı tercih etti.
Türk heyeti Madrid’e varır varmaz, Stoltenberg’in zeminini hazırladığı, Türkiye-İsveç-Finlandiya üçlü görüşmesi başladı. İki saatten fazla sürdüğü belirtilen müzakereler “Üçlü Muhtıra” olarak adlandırılan mutabakat belgesinin imzalanmasıyla sonuçlandı.
Müzakereler henüz başlamışken, ABD çevrelerinden basına bir haber sızdırıldı. Birçok kişinin gözden kaçırdığı bu haberde, üçlü zirveden sonuç çıkmadığı takdirde Biden’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmeyebileceğine işaret ediliyordu. Başka deyişle, görüşme koşullu hale getirilirken, içeriği Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zemininde transatlantik-Avrupa güvenliğiyle sınırlanıyordu. ABD bu taktik hamlesiyle, üçlü görüşmeden behemehal sonuç çıkmasını sağlamanın yanı sıra Erdoğan’ın Biden’la yüz yüze görüşmesinde İsveç ve Finlandiya konusunda ilave pazarlıklara girmesinin önünü kesmiş oldu.
Neticede, gelişmeler ABD’nin çizdiği senaryoya uygun cereyan etti. Stoltenberg üçlü görüşme sürecini başarıyla yönetti. ABD, İngiltere ve muhtemelen Almanya’nın dahliyle, İsveç ve Finlandiya’yı tatmin edecek güvenceler verilmesini sağladı. Türkiye, iç kamuoyu nezdinde vetosunu çekmesinin gerekçelerini izahta kullanabileceği ‘güvenceler’ elde etti.
Tarafların kendileri bakımından ‘ben kazandım’ diyebileceği unsurlar içeren ve bilinçli şekilde yapıcı muğlaklıkla kaleme alınan; örneğin yüzeysel yaklaşımla eşanlamlı sayılabilen, ancak birbirlerinin ikamesi olmayan ‘shall’ (bağlayıcı) ve ‘will’ (ihtiyari) gibi fiillerden ikincisinin seçilmesi gibi İngilizce yazım inceliklerine dikkatlice bakıldığında çok önemli nüanslı yorumlara yer veren Üçlü Muhtıra, Madrid’deki tarihi zirvenin başarısızlıkla sonuçlanmasının engellenmesini sağladı.
Bu itibarla, Üçlü Muhtıra, hukuki ve teknik bakımdan imzacı taraflar açısından dahi mutlak bağlayıcılığı olduğu ileri sürülebilecek bir belge değildir. Dolayısıyla, İttifakın diğer tüm üyelerini de bağlamaz. Metinde yer verilen yazım inceliklerinin icbar edici bağlayıcılığı yetkin hukukçuların yorumlarına açıktır. Ancak, bizatihi bir metnin mevcudiyeti NATO müttefiki ülkeleri politikalarını belirlerken özenli ve dikkatli olmaya teşvik eder. Bu yönüyle, ahlaki ve ilkesel bakımlardan ağırlığa sahiptir.
Ezcümle, tarihi zirveyi başarısızlıktan kurtaran böyle bir belgenin ortaya çıkması önemlidir. Üç tarafın muhtıra hükümlerini uygulama konusunda etkin iş birliği yapılmasına dair taahhütlerine ne ölçüde sadık kalabileceklerini şimdiden kestirmek hayli güç görünüyor. Ancak, belgenin NATO dayanışmasının ve Türkiye’nin Batı aidiyetinin teyidine ve korunmasına olanak veren tarihi niteliğini vurgulamakta yarar görüyorum.
Kısa vadede mevcut koşullardan beslenen ilişkilerde köklü değişikliğe yol açmasa da, muhtıra, Biden görüşmesinde verilecek fotoğrafla birlikte, hükümetin iç politikada kullanımına elverişli malzeme oluşturacaktır. Hatta, bu malzeme o denli önem taşıyabilir ki, örneğin Madrid Zirvesi’nin kapanışında İspanya’nın ev sahipliğinde verilecek ‘gayrı resmi’ akşam yemeğine -Türkiye’nin itirazını geri çekmesiyle- Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin “NATO üyesi olmayan AB ülkesi” sıfatıyla davetinin olanaklı hale gelmesini bile göz ardı etmemize yardımcı olabilir.
Tercüme dahil bir saati aşkın süren Erdoğan-Biden görüşmesi üzerinde de durmak gerekir. Bu görüşme, beklendiği üzere, iki lider arasında sıcak mesajların değişimine vesile oluşturdu. Heyetler arası görüşmede Erdoğan, “ülkemize elimiz dolu ve tam anlamıyla tatmin olmuş şekilde dönüyoruz” diyerek memnuniyetini dünya kamuoyuna açıkladı. Görüşmenin öncesinde, Türkiye’nin F-16 modernizasyon talebinin en önemli gündem maddesi olacağı Türk kaynaklara atfen yabancı basın tarafından duyurulmuştu. ABD’nin cevabı da aynı yolla görüşme öncesinde geldi. Pentagon’un mukabil açıklaması Türkiye’nin beklentilerini karşılamaya dönük olumlu işaretler içeriyordu. F-16 meselesinin modernizasyon ve/veya satın alma yoluyla halli, görüşmenin ölçülebilir somut bir neticesi olabilir.
Bu durumda, Rusya-Ukrayna savaşının ön plana çıkmasının yarattığı koşullarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan iç kamuoyunda özellikle kararsız seçmeni cezbetmek için kullanabileceği malzemeye kısıtlı da olsa kavuşmuş görünüyor. Erdoğan, bu malzemeden sonuna kadar yararlanmak isteyecektir.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla küresel çapta ortaya çıkan olağanüstü şartlar, Avrupa ve ABD’yle hızla bozulan ilişkileri ve ekonomik bakımdan içinde bulunduğu sıkıntılar göz önüne alındığında, Türkiye’nin, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini uzun süre engelleyebilecek bir etkisi olabileceğini varsaymak yanlış olurdu. Durum böyle olmakla birlikte, Madrid Zirvesi’nin, Türkiye’nin emsalsiz jeostratejik konumunun ülkemize verdiği imkanların bir çırpıda gözden çıkarılamayacağını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Fakat, sanılanın ya da savunulanın aksine, her “zafer”in muhakkak ve kaçınılmaz bir bedel üretebileceğini not etmemizde sanırım büyük yarar olacaktır.
https://yetkinreport.com/2022/06/30/nato-zirvesinde-bir-uclu-muhtira-oykusu/