Renan Koen’in ‘Pozitif Direnç: Nefretin Tarihi, Theresienstadt, March of the Music’ başlıklı kitabı Türkçe ve İngilizce iki ayrı baskı olarak Gözlem Gazetecilik Yayınları’ndan çıktı. Piyanist, besteci ve soprano olan Renan Koen, aynı zamanda müzik terapisti ve yazar. Koen ile kitabından yola çıkarak, II. Dünya Savaşı’ndaki adıyla ‘Theresienstadt Gettosu ve Toplama Kampı’nda Holokost’a müzikle direnen sanatçıları ve ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ başlıklı eğitim programını konuştuk.
Öncelikle, ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ adlı eğitim programınızla başlayalım. Bu program çerçevesinde neler yapıyorsunuz?
‘Holokost Gerçekliği’ kısmından başlayayım bu soruya. Holokost tüm dünyada, hem halen farkındalığı çok düşük bir konu olmaya devam ediyor ve hem de çarpıtılarak anlatılıyor. Bu sebeple, 2015’ten beri Türkiye ve dünyada aktardığım bu eğitimin ilk bölümünde öğrencilerin mevcut bilgileri ışığında kısaca Holokost’a kadar olan dönemi anlattıktan sonra Holokost’u ayrıntılı olarak anlatıyorum. Daha sonra ‘Theresienstadt Getto ve Toplama Kampı’nı anlatarak orada bestelenmiş müzik eserlerini seslendiriyorum. Müzik eserlerini seslendirirken bunu bir konserden ziyade, öğrencilerin hislerini paylaşmasına müsaade ederek gerçekleştiriyorum. Eğitimin ‘Pozitif Direnç’ bölümünde ise, katılımcı öğrencilerin kendi yaşamlarındaki zorluklarla nasıl başa çıkacaklarına dair çalışmalarımız oluyor.
Bu programa katılan öğrencileri hangi kriterlere göre seçiyorsunuz? Programa katılmak isteyenler neler yapmalı?
Burada bir seçilmişlik, seçim veya eleme yok. 13-14 yaş üzeri kim isterse katılabilir. Zaten benim bakış açım ve yöntemim elemeden çok kapsayıcıdır. Bu eğitimi ben okullara gidip veriyorum ama önümüzdeki sezondan itibaren 500. Yıl Vakfı Müzemizde öğrencilerimizi çevrimiçi veya yüz yüze kabul etmeye başlayacağız. Pandemi süreci içerisinde de yurtiçi ve yurtdışı olmak üzere çevrimiçi eğitimlere devam ettim.
Eğitim programına katılanları ‘March of The Music’ projesi kapsamında Çek Cumhuriyeti’ndeki Terezin’e götürüyorsunuz. ‘March of The Music’ nedir? Ve neden Terezin? Kitabı henüz okumayanlar için Terezin’in öneminden söz eder misiniz?
Holokost müziği araştırmalarıma, Almanlaşmış adıyla Theresienstadt Getto ve Toplama Kampı ile başladım. Yapım itibariyle hangi konuda olursa olsun, bir şeyi araştırıp öğrenmek istiyorsam gerçekten dibine kadar, tüm detaylarıyla ve zamanın da bunu beslemesine izin vererek yaparım yolculuğumu. Hemen öğrenip tüketmektense, içimdeki bu tohumu defalarca beslemeyi tercih ederim. Bundan seneler önce, Theresienstadt’a hapsedilen sanatçıların yasak olsa da eserler vermeye devam ettiklerini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Bu engellenemez merak dolu etkilenme beni hemen orada yaşamış ve eserler vermiş bestecileri araştırmaya yöneltti. İlk başlarda Theresienstadt için hissettiğim şey, çok derin bir üzüntü duyduğum kapatılmışlık hissiydi. Fakat eserler elime geçtikten sonra, onları inceleme ve yorumlama aşamasında anladım ki, bu ‘kapatılmışlık gerçekliği’nin içerisinde bestecilerin hayata olan bağlılıkları, hayata bağlılıklarının da ötesinde, orada yaşadıklarını gelecek nesillere müzik yolu ile aktarmak, müzik yolu ile belgelemek arzusu ve başarısı, her türlü engelin önüne geçmişti. Müzik eğitimleri sırasında aldıkları yüksek disiplin içeren formasyonları, Terezin Konsantrasyon Kampı’nda yaşadıkları süre boyunca benim deyimimle yüksek bir ‘Pozitif Dirence’ dönüşmüştü. Hayranı olduğum Zikmund Schul, Pavel Haas, Gideon Klein ve Viktor Ullmann’ın eserlerini derinlemesine incelediğim zaman gördüm ki, bu dört bestecinin her biri, kendilerini böylesine vahşet ve zorluklarla dolu bir ortamda tekrar tekrar her gün ve her dakika müzik yolu ile dönüştürebilmişlerdi. Hem yaşadıkları coğrafya itibariyle ailelerinden aldıkları disiplin, hem de her birinin ayrı ayrı aldığı; kendi dilini yaratmaya yönelik, aynı zamanda son derece katı ekollerin öğretilerini içeren eğitim ve bu eğitimin gerektirdiği disiplin, benim ‘pozitif direnç’ olarak tanımladığım şeyi daha güçlü bir şekilde ortaya çıkartmış, savaşın ve Nazi Almanyası’nın yok etme gücüne karşın, kendilerine, müziğe ve yaşadıkları Theresienstadt’a sahip çıkarak, aralarındaki işbirliği ve dayanışmayı da sürekli güçlendirmişler.
‘March of the Music’ öğrenci hareketini ise 2016 yılında oluşturdum. ‘March of the Music’ yurtiçi ve yurtdışında ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ eğitimimi alan öğrencilerin katılmaya hak kazandıkları bir gezidir. Bu gezide, savaştaki ismi ile Theresienstadt, şimdiki ismi ile Terezin kentine gidiyoruz. Bu gezinin, öğrencilere koyduğum tek bir şartı var: Geziden sonra hissettikleri ve deneyimleri ile ilgili bir ürün vermeleri. Yetenekleri, aldıkları eğitim veya istekleri her ne yöndeyse bu ürünleri yaratıyorlar. Ortaya çıkardıkları bu ürünlerini tamamlamalarını takiben dünyada seslendirilmesini, yayınlanmasını, basılmasını sağlıyorum. Çünkü benim için, içimizdeki üretken ve yaratıcı ruh ile tanışmak ve onu canlı tutmak, kendi özgün tınımızı bulmak, barışın başlıca şartı. Gezi, aynı zamanda ortağı olduğum ‘Gustav Mahler: Everlasting Hope / Terezin Composers’ Vakfı’nın düzenlediği müzik festivalinin bünyesinde gerçekleşiyor. Aynı zamanda benim de konser verdiğim bu festival, birçok müzisyen ve müzikolog ağırlıyor. Festival içinde hem konserlere hem de derslere katılıyoruz. Festival programının dışında, gençleri Terezin’de; bu şiddet dolu tarihin geçtiği yerlerde dolaştırıyorum. Gettoda kalan tutsakların tutuldukları ‘barak’larda kalıyoruz. Orada kalmak bile başlı başına bir deneyim. Ben şahsen orada kaldığım gecelerde hiçbir zaman uyuyamıyorum. Festival komitesi ve benim tarafımdan, sadece bu geziye katılan gençler için düzenlenen bölümü ise, Theresienstadt’tan savaş bittiği için kurtulabilen bir ‘survivor’ ile tanışma toplantısıdır. Gençlerle uzun uzun aramızda tartışıp sorular hazırlıyoruz ve bu soruları, ‘survivor’a sorma imkânı buluyorlar.
Fiziksel ve duygusal olarak yoğun bu program içerisinde, ürün yaratma sürecine de hep birlikte, Terezin’de başlıyoruz. Bir kişinin yaratacağı ürünün tartışılmasına, birlikte katıldığımız ‘Yaratım Süreci Paylaşımı’ toplantılarımız ile başlıyoruz. Tabii bu tartışmaların bazı kuralları var. Ancak şimdiye kadar öğrencilerle yaşadığım tecrübelerin hiçbirinde bu kuralları hatırlatma ihtiyacında olmadım. Şimdiki gençler bir harika. Onların sayesinde geleceğe, bir gün bırakacağım dünyaya çok daha umut dolu bakabiliyorum.
Nefret söylemi temelli ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir sorun olmayı sürdürüyor. Türkiye’de nefret söylemine karşı mücadele etmeyi amaçlayanlara dünyadaki örnekleri de yakından tanıyan birisi olarak neler önerirsiniz?
Nefretin temelinde haksızlığa uğramışlık, görülmemişlik, duyulmamışlık, özdeğer sorgulamaları, sorunları yatar. Nefret ile mücadele etmenin tek çaresini, bireyin kendini özdeğerinde hissetmesi olarak görüyorum. Ama kurtarılmış hissetmek ya da koşullara bağlı olarak değerli hissetmek değil kastettiğim. Çevresinde kimse olmasa da kendisini iç dünya olarak zengin hisseden insan, şartlara bağlı olmaksızın kendisiyle barışık olan insandır ve bu insan ister istemez zaten bu ışığını yaymak ister, kendiliğinden toplumsal görev bilincinde olur. Toplumsal görev bilinci içerisinde verirken, ne alacağını hesaplamaz.
Son olarak, kitabınızda Holokost kurbanı olan Türk Yahudilerinden ve hatta kimliğinde Müslüman yazmasına rağmen Holokost kurbanı olmaktan kurtulamayanlardan söz ediyorsunuz. Kitabınızı henüz okumamış olanlar için bu insanların yaşadıklarından söz eder misiniz?
Bahsi geçen Yahudi vatandaşları, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan evvel Avrupa’ya yerleşmiş ve Avrupa vatandaşı olan kimselerdir. Yoksa, II. Dünya Savaşı sırasında hiçbir Türk Yahudi vatandaşı Türkiye’den sınır dışı edilmedi ve kamplara gönderilmedi.