İstanbul Başsavcılığı, uyuşturucu satın aldığı gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra çıplak aramaya maruz bırakılan, darp edilen, tokatlanan Onur Yaser Can’ın intiharı ile ilgili olarak, 12 yıl sonra dava açtı. Daha önce yargılanan iki polisi hapse mahkûm eden mahkemenin suç duyurusuna rağmen valiliğin izin vermemesi nedeniyle soruşturma başlatılamamıştı. İdare mahkemesinin bu kararı iptal etmesinin ardından yürütülen soruşturmada, Can’ın gözaltına alınması sırasında görev yapan, ölümünün ardından belgeleri değiştiren dört polis ve bu konudaki belgeleri yok etmekle suçlanan bilirkişi hakkında dava açıldı.
Polisler, savunmalarında, dosyanın zamanaşımına girdiğini iddia etti. Şüpheli bir polis ise Onur Yaser Can ve ardından annesi Hatice Can’ın intihar ederek yaşamlarını yitirmelerine, adalet mücadelesi veren baba Mevlüt Can’ın, yargılamaları göremeyerek, olaydan dokuz yıl sonra vefat etmesine karşılık, sınavlara giremediği için asıl kendisinin mağdur olduğunu savundu. Aileden geriye kalan tek isim olan ve adalet mücadelesini yürütmeye devam eden Ezgi Sevgi Can, “Açılan dava, eksik bir iddianameyle de olsa, abimin annemin ve babamın ruhlarına serpilen birkaç damla su, biraz güneş ışığıdır. Ailenin geriye kalan bireyi olarak ben annem, babam ve abimden bana miras kalan direniş ve sevginin gücüyle, onların güzel ruhu için, devlet ve polis şiddetinin aldığı bütün güzel canların ruhları için, bu mücadeleyi sürdürüyorum ve sonuna kadar sürdüreceğim” dedi.
Her şey, annesinin “mavişim” diye sevdiği oğlu Onur Yaser Can’ın yaşama veda etmesi ile başladı. Onur Yaser, anne ve babası aşkla evlendiklerinden olacak, bebekliğinden itibaren gülümseyen bir çocuktu.
1982’de doğdu, 4 yaşına kadar Ankara’daydı. Sonra kaderinin de benzediği Bağdat. Birleşmiş Milletler’in okulunda, onlarca farklı çocuğun arasında okudu. 1987’de kız kardeşi de geldi dünyaya. İki yıl sonra aile döndü Türkiye’ye. Anadolu Lisesi’ni kazandı. Bitirip girdiği ilk sınavda, dereceye de girdi. ODTÜ Mimarlık, ilk tercihiydi. Daha yeni kayıt yaptırmıştı ki, Belçika Güzel Sanatlar Fakültesi’nden burs geldi. Sonra yeniden Ankara. Fazla durmadı, aklı hep farklı dünyalardaydı. Değişim programı ile gittiği İtalya’da mimariyle büyülendi. ODTÜ’yü bitirdiğinde, 3 dil biliyordu, 3 kıtayı keşfetmişti.
Ailesinin ısrarına rağmen amcasının yaşadığı ABD’ye gitmedi, İstanbul’daydı mavi gözleri. Kolayca iş buldu. Her şey istediği ve planladığı gibi gidiyordu. Bir gençlik gecesinin nelere yol açabileceğini ise o tarihlerde bilmiyordu.
2 Haziran 2010’da, narkotik polisi, Onur Yaser Can’ı gözaltına aldı. Yasaya göre esrar kullanmak suç değildi ama ne yapsa, sadece kullanmak amaçlı aldığını anlatamadı.
“Kader kurbanı” ilan edilen torbacılar, onların ağababaları, onları himaye eden siyasiler, onların yatlarının bekletildiği limanların yöneticileri yaşamlarını ferahlık içinde sürdürüp giderken, nezarethanede Onur Yaser vardı.
İlk ifadesi alınırken sorguya avukat çağrılmadı, ailesi de aranmadı.
Çırılçıplak soyuldu, dövüldü. Polise yalvaran gençlerin sesleri dinletildi Onur Yaser’e. Muhbirlik yapması isteniyordu. Onur Yaser, anlamıyordu.
Anlamadıkça, ailesinin dokunmaya kıyamadığı yüzü tokatlandı. Kurtulduğunu sandığı anda, “yeniden görüşeceğiz” denildi, korku kalbini kapladı.
Doktor muayenesinden önce ifade tutanakları imzalatılmadı, muayene sırasında polis de girdi odaya. Muayene bitince okumasına izin verilmeden tutanaklar imzalatıldı.
Serbest bırakıldıktan sadece bir gün sonra yeniden emniyete çağrıldı. Korkuyla gittiği emniyetten çıktıktan sonra da takip altındaydı.
İfadeleri alabilmek için bir avukata başvurdu. Ancak ifadeleri avukatı da alamadı. Emniyetten, imzası eksik olduğu gerekçesiyle yeniden çağrıldı.
Yeniden ifadeye gitmesi gereken günün akşamında, 23 Haziran 2010’da, oturduğu apartmanın 3. katından kendini boşluğa bıraktı.
Daha birkaç saat önce, hiçbir zaman sıkıntılı olmayan o sesiyle, büyük sıkıntıların içinde Ankara’yı aramıştı. İstanbul’a çağırmıştı annesi ile babasını. Anne ve babası, oğullarının cenazesini almak için gece 03.00’te İstanbul’daydı.
Yemiyordu, içmiyordu günlerdir, tedirgindi, yarım kalmış son notunda da “Yakalandıktan sonra çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi” diyerek, o korkusunu anlatmıştı.
İntiharın ardından geçen 11 ayda, dosyayı 3 ayrı savcı aldı. İşkence iddiaları araştırılırken, sadece emniyetin giriş-çıkış kayıtlarına bakıldı. İşkence iddiası “takipsizlik” kararıyla kapatıldı.
Onur Yaser Can’ın ifadelerinin emniyette değiştirildiği ise netti, buna rağmen tutanağı neden imzaladığı da araştırılmadı, işkence ihtimali akla bile getirilmedi.
İki polise sanki değiştirdikleri önemsiz bir belgeymiş gibi, “evrakta sahtecilik”ten dava açıldı. Polis ifadelerine göre ise “Yaser çırılçıplak soyulmuş ama nazik davranılmıştı.”
İki polis, indirimli cezalar ve 1 gün aylıktan kesinti kararıyla kurtardı. Yargıtay kararı bozdu, 8 yıldır sürüyor davaları.
Onur Can’ın annesi Hatice Can da yapılanlara dayanamadı.
2 Mart 2014’te kahvaltıyı hazırladı. Gazeteleri inceledi, isteksiz. Birkaç dakika sonra eşi banyoya girmiş, kızı içerideki odadayken o da kendini boşluğa bıraktı ve hayatını kaybetti.
Geriye gazetelerde yayımlanmış o notu kaldı:
“Ey oğul, maviş oğul… İnanıyoruz ki insanlığın ‘onur’u kazanacak.“
Baba Mevlüt Can ve kızı, artık iki “cinayet”in hesabını sormak zorundalardı. Bütün mahkeme kapılarında beklediler, bütün savcı odalarının önünde, bütün kurumlara yazılar gönderdiler, bütün insanlara anlattılar olanı biteni. Mevlüt Can, bu acılara 9 yıl dayanabildi. 9 yıl boyunca, yargının yapması gerekenleri yapmış, oğlunun nasıl ölüme sürüklendiğini, işkence gördüğünü, evrakın nasıl değiştirildiğini tek tek açığa çıkartmıştı.
İki polis, bir aile yok olduktan ve 9 yıl süren yargılamadan sonra indirimli biçimde ceza almış, 6 yıl 5 ay hapse mahkûm edilmişti. Mahkeme, bu kararla birlikte, işkence evrakını değiştiren 5 kişi ile ilgili suç duyurusunda da bulunmuştu.
Ancak valilik, mahkemenin suç duyurusuna rağmen iki kez soruşturma izni talebini geri çevirdi. Sonunda, Avukat Mehmet Ümit Erdem’in kararlara yönelik itirazı üzerine İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi tarafından 11 yıl sonra soruşturmaya izin verildi.
Ancak suç duyurusu da eksikti. Zira mahkeme, işkence yapıldığını gizlemek için evrakın değiştirildiğini kabul ediyordu, ancak işkenceden suç duyurusunda bulunmuyordu. Suç duyurusunda şöyle deniliyordu:
“Resmi Belgeyi Bozma, Yok Etme veya Gizleme, Kamu Görevlisinin Resmi Belgede Sahteciliği suçundan sanıklar Salih BAHAR, Soner GÜNDOĞDU hakkında yapılan duruşma sonucu karar gereğince; olay tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünde görev yapan ve sahte resmi belge düzenlemek ile resmi belgelerin yok edilmesinde kusur ve kasıtları bulunan kamu görevlilerinin tespiti ile haklarında yasal gereğinin yapılması için İstanbul C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına, bilirkişi olarak görev yapan Zafer Kökdemir hakkında sahte resmi belge düzenlemek ve resmi belgeyi yok etmek suçundan dolayı İstanbul C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verildiği…“
İşkence kısmı eksikti ancak idare mahkemesinin kararı sonucunda, İstanbul Başsavcılığı, Onur Yaser Can’ın gözaltına alınışından 12 yıl sonra dava açtı.
İddianamede, şüphelilerin ifadelerine yer verildi. İfadeler de durumun vehametini ortaya koyuyor.
Şüphelilerden Hakan Aydın, 2010’da Narkotik Şube’de komiser olarak görev yapıyordu. Yaşananlardan sonra verdiği ilk ifadede, Onur Yaser Can’ın, yönlendirdiği ekip tarafından yakalandığını, kendisiyle hiç karşılaşmadığını söylüyordu. 12 yıl sonra aniden ifade değiştirerek, şunları söyledi:
“Onur Yaser Can, uyuşturucu satıcılarından uyuşturucu alırken yakalanan kişilerden biriydi. Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne getirilmiştir. Şahsın yakalanması esnasında ve şubeye getirilmesinde görev aldım. Daha sonra yürütülen tahkikatı personelim yürüttü. Şahısın işlemleri sırasında ben bir üst katta teknik takip ve dinleme odasında asli görevim olan dinleme işini takip ediyordum… Sonradan, soruşturmanın devam ettiği sırada Onur Yaser Can’ın intihar ettiğini öğrendik. Tekrar ifade imzalatılmasından bilgim yoktur. Şube Müdürlüğümüze bilgisayarların imajı alınmaya gelindiğinde bu durumu öğrendim. Dolayısıyla şahısın iddia ettiği hiçbir olayla ilgim yoktur.”
Meslekten ihraç edilen ve FETÖ suçlamalarından yargılanan Aydın, ifadesinde, daha önce Can’ın ölümüyle ilgili soruşturma geçirdiğini ve aklandığını söyledi. 12 yıl önceki ifadesini ise Can’ın ailesinin ortaya koyduğu kanıtlar nedeniyle değiştirmek zorunda kalarak, “Şahsın ilk aşamada yakalanması ve şube müdürlüğüne getirilmesi dışında şahısla herhangi bir ilişkim olmamıştır” dedi.
2010’da Narkotik Şube’de görevli polis memuru Onur Ülker ise ifadesinde yok olan Can ailesinin değil kendisinin mağdur olduğunu iddia etti. Ülker, şunları söyledi:
“Bahse konu olaydaki fiziki takip tutanağı ve üst araması tutanağındaki imzalar bana aittir. Ben üst aramasından ele geçirilen malzemeleri tutanağa yazmıştım. Bazı evrakların daha sonradan tekrardan imzalatılması ile alakalı bir bilgim ve alakam yoktur. Bu hususu daha sonradan olay nedeniyle öğrenmiştim. Yaklaşık 12 yıldır bu olayla alakalı hakkımda açılan adli ve idari soruşturmalar sonucunda her defasında suçsuzluğum verilen kararlar ile ispatlanmıştır. Bahse konu olayın üzerinden yaklaşık 12 yıl geçtiği için zamanaşımı süresinin göz önünde bulundurularak, haksız ve hukuksuz yere hakkımda açılan soruşturmaların artık son bulmasını talep ediyorum. Çünkü hakkımda açılan soruşturmalar mesleki olarak yükselmem için açılan sınavlara girememe, bu sebeple hak kaybına uğramama sebep olmaktadır.”
İddianamede, Onur Yaser Can için “maktul” ifadesinin kullanılması da dikkati çekti. Can, intihar etmiş olmasına rağmen, intiharın yanı sıra “öldürüldüğü” anlamına gelen bu ifadeye de yer verildi.
Şüpheli polislerden Yunus Başay da “maktul” ifadesini kullanarak, “Bahse konu olayın yaşandığı yıl İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şube Müdürlüğünde görevliydim, Maktule ait ifade tutanağının tarih ve saatlerinin yanlış yazıldığını Ekip şefimiz Soner Gündoğdu fark ederek, polis memuru Salih Bahar’dan düzeltilmesini istedi. İkinci kez geldiğinde ben şubede değildim ancak tarih ve saati düzeltilen tutanağı Salih Bahar’ın maktule imzalattığını öğrenmiştim” dedi.
Muhammed Ongun da ifadesinde, “Ben ilgili birim amirinin talimatı ile adı geçen şahsın sadece üst aramasını yaptım. Yakalama sırasında, diğer işlemlerinde bulunmadım. Tarafıma isnat edilen görevi kötüye kullanma suçunun Türk Ceza Kanunundaki ceza alt üst sınırı dikkate alındığında 12 yıllık uzatılmış dava zamanaşımı süresi de dolmuştur” dedi.
Şüphelilerden bilirkişi Zafer Kökdemir de ifadesinde, soruşturmadaki en önemli delil olan CD’yi imha ettiğini, bir örneğini ise bizzat şüpheli polislere verdiğini itiraf etti ancak bunları suçsuzluğunun kanıtı olarak anlattı. Kökdemir, şunları söyledi:
“2007-2012 yılları arasında bilirkişilik yaptım, aynı zamanda da İstanbul Adliyesi’nde zabıt katipliği yapıyordum. 2010 yılında Fatih Adliyesi Memur Suçları Bürosu’ndan Cumhuriyet Savcısı Halil ÇALIK ve Gönül TEL ile birlikte İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Şube Müdürlüğü’ne gittik. Bilgisayarlarda soruşturmaya konu olan Onur Yaser CAN ile ilgili bilgilerin araştırılması talimatını verdi. Tarafımca yapılan teknik incelemede ilgili belgeler bulundu, dosyalar çıktı alınmak üzere CD’ye kopyalanarak adliyeye götürüldü, CD’nin bir kopyası tutanak karşılığı Yurt İçi Uyuşturucu Şebekeleri İle Mücadele Büro Amirliği’ne bırakıldı…. CD’nin içeriği ile ilgili gerekli raporumu tanzim ederek ilgili savcılığa sundum.
Cumhuriyet Savcısı Halil ÇALIK raporumu inceledi, yeterli olduğunu söyledi. CD’nin kendisine gerekli olmadığını, raporun yeterli olduğunu, CD’yi imha edebileceğimi söyledi. Benden yaklaşık 7 yıl sonra kaybolan rapor ekini istediler. Ben de raporun bende olmadığını ilgili savcılığa sunduğumu söyledim. Bu sefer CD’yi istediler. Ancak CD hiçbir zaman raporun bir eki olmamıştır. Bilirkişi olarak beni görevlendiren Cumhuriyet Savcısı Halil ÇALIK tarafından da CD istenmemiştir. Yıllar sonra mahkemenin benden CD istemesi hayatın doğal akışına aykırıdır.”
Savcılık, iddianamede, şüpheli polislerin Onur Yaser Can’ın gözaltına alınması ve salıverilmesi ile ilgili tarih ve saatleri değiştirdiğinin saptandığını şu cümlelerle anlattı:
“Dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 15.07 sularında değişiklik yapıldığı, hastaneye giriş adlı dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 14.15 sularında değişiklik yapıldığı, olay yakalama adlı dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 14.15 sularında değişiklik yapıldığı, salıverme adlı dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 14.23 sularında değişiklik yapıldığı, şüpheli ifade verme adlı tutanağın 03/06/2010 tarihinde saat 15.13 sularında değiştirildiği, Savcı görüşme adlı dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 14.18 sularında değişiklik yapıldığı, Onur Yaser Can ifade adlı dosyada 03/06/2010 tarihinde saat 15.48 sularında değişiklik yapıldığının tespit edildiği, polis memurları tarafından 03/06/2010 tarihinde saat 01.00 sularında salıverildiğine dair tutanak tutulduğu halde imaj dökümünde farklı tarihlerin bulunduğu, Onur Yaser Can ifade tutanağının aynı gün fakat salıverildikten sonra 15.48 saatinde oluşturulduğu, salıverme tutanağının ise aynı tarih 14.23 sularında oluşturulduğunun tespit edildiği…”
Tarih ve saatler dışında, evrakların içeriğinde de oynamalar yapıldığı iddia edildi. Ancak CD imha edildiği için bu konudaki kesin kanıtlar da kaybedilmiş oldu. Buna rağmen tanık ifadeleri ve Onur Yaser Can’ın notu bu durumu da ortaya koyuyor.
Savcılık, bilirkişi Kökdemir’in de imaj kayıtlarını yok ederek aynı suçu işlediğinin tespit edildiğini belirtti.
Şüpheli polislerin tamamının ortak biçimde, “12 yıllık zamanaşımı doldu, biz zaten aklandık” savunmasını yapmalarına rağmen, savcılık, beş sanığın, “Kamu Görevlisinin Resmi Belgede Sahteciliği, Resmi Belgeyi Bozma, Yok Etme veya Gizleme” suçlarından yargılanmalarına karar verdi.
12 yıl sonra, daha önce haklarında dava açılan ve ceza alan iki polisin yanı sıra söz konusu beş isim de yargı önüne çıkacak.
Buna karşılık Can’ın yaşamına son vermesinin asıl nedeni olan çıplak arama, darp, dayak iddiaları konusunda halen soruşturma yürütülmedi. Can ailesinin geriye kalan tek ferdi olan Ezgi Sevgi Can, suç duyurularında bu iddianın soruşturulması taleplerini yineledi.
Davada gelinen aşamada, abim Onur Yaser’i ölüme sürükleyen işkenceci polisler ve amirleri aslında ilk defa yargı önüne çıkacaklar. Bu anlamda, hazırlanan savcılık iddianamesi doğrultusunda açılacak yeni dava süreci, yine sadece evrakta sahtecilik suçunu içerse ve eksik olsa dahi, ailemin adalet mücadelesinde çok önemli bir gelişme. Ağabeyim 28 yaşında başarılı genç bir mimar olarak hayatına devam ederken; başta amirleri eski komiser Hakan Aydın olmak üzere bir avuç işkenceci narkotik polisinin cinsel saldırı niteliği taşıyan ve son derece onur kırıcı keyfi çıplak arama işkencesi ve ardından evraklarında yapılan sahtecilik sonucu intihara sürüklenmiş, ardından evladını bu şekilde yitirmeye dayanamayan annem kendi canına kıymış, onun ardından da babam sağlığının bozulması sonucu erken yaşta aramızdan ayrılmıştır. Ailenin geriye kalan bireyi olarak ben annem, babam ve abimden bana miras kalan direniş ve sevginin gücüyle, onların güzel ruhu için, devlet ve polis şiddetinin aldığı bütün güzel canların ruhları için, bu mücadeleyi sürdürüyorum ve sonuna kadar sürdüreceğim. Devlet ve polis şiddetinin bu kadar pervasızlaştığı ve üstüne cezasızlıkla ödüllendirildiği, adaletin kırıntısına bile muhtaç bırakıldığımız 2022 Türkiye’sinde, Onur Yaser Can davasının geldiği bu aşama, cezasızlığa ve işkenceye karşı verilen mücadelede ufacık da olsa bir kazanımdır. Açılan dava, eksik bir iddianameyle de olsa, abimin annemin ve babamın ruhlarına serpilen birkaç damla su, biraz güneş ışığıdır. Umarım, 24. Ağır Ceza Mahkemesi, bu davanın basit bir evrakta sahtecilik davası olmadığını ve bir ailenin yok olmasına sebep olan bir işkence davası olduğunu idrak eder, davayı genişletir ve adalet için emsal bir karar alır. 30 Eylül’de, Can ailesinin mücadelesi için, işkenceye ve cezasızlığa karşı mücadeleye destek için Çağlayan Adliyesine, davayı takibe çağırıyorum. |