Osman Kavala, savunmasında şunları söyledi:
Yaklaşık dört buçuk yıldır bana yöneltilmiş suçlamaların temelsiz olduğunu ortaya koymamıza, Gezi davasından beraat etmiş olmama, tutuklanmamın hak ihlali olduğuna dair AİHM kararına rağmen, Cumhurbaşkanı’nın ve bazı siyasetçilerin hakkımda suçlayıcı beyanlarına devam etmeleri ve sudan gerekçelerle tutukluluğumun sürdürülmesinden dolayı savunma yapmamın anlamsız hale geldiğine kanaat getirmiştim. Bu davanın bu celsede hükme bağlanmasına yönelik bir iradenin ortaya çıktığını gözlemlediğimden, alınacak kararı etkileyeceğini beklemesem de daha önce ifade etmiş olduğum bazı gerçekleri son bir kere daha vurgulamak ihtiyacı hissediyorum.
Bundan 28 ay önce AİHM, tutukluluğumda hukuki gerekçelerin değil siyasi faktörlerin rol oynadığı hükmüne varmıştı. Bu tarihten sonraki gelişmeler, tahliye, beraat, aynı gün daha önce tahliye edilmiş olduğum suçtan yeniden tutuklama ve sonra yeniden tahliye ve yeni bir suçtan tutuklama, dava dosyalarını ayırma, sonra birleştirip tekrar ayırma ve bunları gerçekleştirmek için yasaları keyfi biçimde kullanma, yargı sürecinde Cumhurbaşkanı ve diğer siyasilerin suçlayıcı demeçleri, bu davayı siyasi etki altında tamamen deformasyona uğramış bir yargı vakası, tutukluluğumun sürdürülmesini de kamu yetkisi kötüye kullanılarak gerçekleştirilen hürriyetten yoksun bırakma eylemi haline getirmiştir.
2017 Kasım ayında aynı anda iki suçtan, Gezi olaylarını yönetmek ve organize etmek ile 15 Temmuz darbe girişimine katılmaktan tutuklanmıştım. Anlaşılan, benim üzerimden bu iki olay ilişkilendirilmek isteniyordu. Tutuklanmamdan sonra, iddianamenin hazırlanmasını beklediğim iki yıllık süre içinde böyle bir ilişki kurmaya yarayacak hiçbir şey bulunamadığından suçlamalar ve dosyalar ayrıştırıldı ve daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanacak olan Emniyet mensuplarının, medyada çıkan bazı yazılara dayandırdıkları hayali kurgu temelinde, aynı ekibin yaptığı hukuksuz telefon dinlemeleri kullanılarak Gezi iddianamesi hazırlandı. Delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olmaları ve AİHM kararında da belirtildiği gibi, bu sözde delillerin herhangi bir yasadışı faaliyeti gösterir nitelikte olmamasından dolayı, Gezi davası beraatlerle sonuçlandı. Anlaşılan bu karar Cumhurbaşkanı’nın tepkisini çekince, tutukluluğumu devam ettirmek için, önce, re’sen tahliye edildiğim darbe girişimine katılma suçlamasıyla, sonra da aynı sözde deliller kullanılarak yasalara, yasalardaki tanımlara aykırı biçimde kurgulanan casusluk suçlamasıyla, tutuklandım. Her iki suçlamayı içeren komplo teorileriyle ve yanıltıcı beyanlarla doldurulmuş tuhaf bir iddianame hazırlandı.
Bu iddianameye göre ben uzun yıllar boyunca sanat kültür faaliyetleri kisvesi altında azınlıkları devlete karşı kışkırtmışım, bu faaliyetler aracılığıyla casusluk amacıyla toplumun sosyal, kültürel özellikleri ile ilgili önemli bilgiler temin etmişim. 15 Temmuz darbe girişimine de aktif olarak katılmışım, hukuka aykırı biçimde telefonlarımı dinleyip Gezi kalkışması kurgusunu hazırlayanlarla görüşmeler yapmışım. Darbeden sonra kurulacak hükümette yer alacak olanların koordinasyonu için de yurt dışı seyahatler gerçekleştirmişim. Bütün bu faaliyetlerde Henri Barkey ile sıkı bir işbirliği içinde çalışmışım, ancak çalışmalar çok profesyonelce yürütüldüğü için bu işbirliğini kanıtlayacak delil bulunamamış. Buna rağmen, Henri Barkey’in 10 Mart 2016 tarihinde Adana’ya gittiğinde benim aynı tarihte Fransa’da olmam gibi önemli bulgulara ulaşılmış.
Anlaşılan iddianameyi hazırlayan ne pahasına olursa olsun tutukluluğumu devam ettirmeyi amaçladığından, muhtemelen siyasi destek alacağını düşünerek, kendisini yasalarla kısıtlı hissetmemiş. Devlet kurumlarının işleyişi, nitelikleri, askeri ve siyasi bilgilerin temin edilmesi olarak bilinen casusluk suçunu toplumun sosyal ve kültürel özellikleri ile ilgili araştırma yapmayı kapsayacak şekilde genişletmiş, yani her türlü keyfi uygulama için kullanılabilecek bir suç türü icat etmiş. Önceki savunmalarımda, tutukluluğumu sürdürmek için yasalardaki tanımlara riayet edilmeden kurgulanan casusluk suçlamasının, Nazi Almanyası’nda ceza yasalarının içeriklerinden, varlık amaçlarından kopartılarak kullanılmasını akla getirdiğini ifade etmiştim.
Anladığımız kadarıyla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tutukluluğumun devam etmesine yönelik uygulamaları incelemesi için AİHM’e başvurma kararından sonra davanın hızla hükme bağlanmasına karar verildi. Kanıtsız ve mantıksız olarak birleştirilen davalar ayrıştırıldı. Mütalaada görüldüğü gibi, artık ihtiyaç kalmadığı için tutukluluğumu uzatmak için icat edilmiş suçların, ipe sapa gelmez iddiaların yer aldığı ikinci iddianamenin kullanım süresi sona ermiş oldu.
İkinci iddianame sadece benim tutukluluğumu sürdürmek için hazırlanmıştı. Gezi iddianamesi de beni hedef alıyor, ancak daha önemli bir işlevi de var: George Soros’un ve benim içine yerleştirildiğimiz kurgu kullanılarak Gezi protestoları kriminalize edilmeye, bunlara katılan yüzbinlerce yurttaşımızın iradeleri itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Gezi protestolarının Soros ve dış güçlerce hükümeti devirmek amaçlı bir kalkışma olarak planlandığı, iki yıl boyunca hazırlandıktan sonra sahneye konulduğu, benim bunun organizasyonunu gerçekleştirdiğim kurgusunun, daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanan KOM dairesi yöneticileri tarafından kaleme alınmış olduğunu iddianamenin ekindeki fezlekeden biliyoruz. İddianamedeki bir kalkışma olarak Gezi eylemlerini gerçekleştiren, yöneticisi olduğum gizli yapı kurgusu, Ergenekon iddianamesindeki birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların gizli bir örgüt olarak hükümeti devirmeye yönelik faaliyet gösterdiklerine dair kurguya oldukça benziyor. Ergenekon ve Balyoz davalarında yargı kullanılarak kişilerin tasfiye edilmesi amaçlanmıştı. Bunları düzenleyenler, hükümet üyelerini ve siyasetçileri, kurulan komplolara karşı kendileri tarafından korunduklarına ikna ettiler. Böylece sağladıkları siyasi destekle hukuk kurallarına aykırı faaliyetlerde bulunma ayrıcalığına sahip oldular. KOM dairesince kaleme alınmış Gezi protestoları ile ilgili kurgunun da aynı amaca hizmet etmek için hazırlanmış olduğu aşikardır. Ancak, Gezi protestoları öncesinde ve protestolar sırasında sosyal medya paylaşımları, toplantılar, gösteriler, basın açıklamaları herkesin gözü önünde gerçekleştiğinden, o dönemde bu komplo teorisi ikna edici bulunmamıştı, hükümet de bu kurguyu kullanma ihtiyacı duymadı.
Bu teorinin o dönemde revaçta olmadığının en bariz göstergesi Başbakan’ın 12 ve 14 Haziran 2013 tarihlerinde aktivistlerle, protestolara katılan grupların sözcüleri ile görüşme yapmış olmasıdır. İddia edildiği gibi, Gezi olayları iki yıl boyunca sosyal medya üzerinden paylaşılan mesajlar, kışkırtıcı tiyatro eserleri aracılığıyla yapılan bir hazırlık sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bundan istihbarat teşkilatının haberi olurdu; herhalde Başbakan da kendisini devirme planına hizmet edenlerle görüşme yapmazdı. Kalkışmayı planladığı ve finanse ettiği iddia edilen George Soros’la iktidar çevresinden siyasetçilerin görüşmeleri de Gezi olaylarından sonra kesilmedi; Soros’un Kasım 2015 tarihinde ülkemize geldiğinde yetkililerle görüşme yaptığını biliyoruz.
Gezi protestolarının dış güçlerce sahneye konulmuş bir kalkışma olduğuna dair anlatı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetin resmi görüşü haline geldi. Yeni deliller, bilgiler ortaya çıktığı için değil; bu kurgu yeni dönemin siyasi ortamına, dış güçlerin saldırıları ekseninde kurulan siyasi söyleme uygun olduğu ve Gezi protestolarını kriminalize etmeye hizmet ettiği için. Günümüzde de bazı protestolar, gösteriler Gezi örneği verilerek darbecilik ile ilişkilendiriliyor. Gezi iddianamesi bu kurguya uygun olarak hazırlandı. İddianame ve tutuklanmam, bu kurguya destek olmak için kullanıldı.
Manidar olan, Gülenci yapılaşmanın hazırladığı kurgunun ve aynı ekipten kişilerin hukuka aykırı olarak temin ettikleri telefon dinlemelerinin, FETÖ üyeliğinden suçlanan yargı mensuplarının tasfiyesinden sonra kullanılmış olmasıdır. Balyoz ve Ergenekon davalarında sahtecilik, yasaları siyasi amaçlar için kötüye kullanma yöntemleri ortaya çıkarıldıktan sonra, yargının bundan gerekli dersleri çıkarması ve hukuk normlarına riayet etmede eskisinden çok daha duyarlı hale gelmesi beklenirdi. Gelişme aksi yönde oldu, suimisal emsal haline geldi, siyasi amaçlar için yargıyı araç olarak kullanma anlayışı ve adaleti yanıltma yöntemleri tahkim edilerek sürdürüldü.
Önünüzdeki mütalaa Gezi iddianamesindeki kurguya sadık kalmış. Gezi protestolarının kolluk güçlerince bastırılan bir kalkışma olduğu anlatısına uygun düşmeyen olaylar hazırlanan mütalaaya dâhil edilmemiş. Bu nedenle, Başbakan ile yapılan toplantılara, 14 Haziran toplantısından sonra Taksim Dayanışma Platformu’nun yaptığı, eylemlerin artık sadece Taksim Dayanışma’nın çadırında sürdürüleceği, diğer çadırların, flamaların ve bayrakların indirileceğine dair duyurusuna yer verilmemiş. Bu duyurudan sonra flama ve bayrakların indirildiğinden, barikatların temizlendiğinden de söz edilmemiş. Bu bilgiler Hükümetin tutuklanmamla ilgili 7 Mart 2019 tarihinde AİHM’e yolladığı Mütalaası’nda kullanılan, bir devlet kuruluşu olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 30 Ekim 2014 tarihli “Gezi Parkı Olayları Raporu”nda mevcut. Bu raporda ölümlere ve yaralanmalara yol açan kolluk güçlerinin müdahaleleri, biber gazı kullanımında görülen aşırılıklar ve kuralsızlıklar ayrıntılı biçimde anlatılmış:
Raporda “Kamuoyuna yansıyan birçok görüntüde, polisin, kaçan, işyerlerine sığınan, atılan gazlar nedeniyle rahatsızlanan göstericilere müdahaleye devam ettiği, başta biber gazı olmak üzere zor kullanma aralarının usulsüz kullanılması nedeniyle gösterilere barışçıl bir şekilde katılanların ve hatta gösterilerle ilgisi olmayan birçok insanın da yaralandığı” ifade edilmiş ve,
“Bu çerçevede, toplumsal olaylara karşı güç kullanımının, gösterilen cebir, şiddet, karşı koyma veya saldırının derecesine göre kademeli şekilde artan nispette ve orantılı olması ilkelerine riayet edilmeksizin gerçekleştirilen müdahaleler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi ile koruma altına alınan ‘işkence ve kötü̈ muamele yasağının’ ihlali olarak değerlendirilebilir. Gezi Olaylarında kitlenin biber gazına ve diğer zor kullanma araçlarına yoğun olarak maruz kılınması kolluk güçlerine yönelik öfkeye yol açmış, bu da şiddet olaylarını tetiklediği gibi eylemlerin sürekliliğine neden olmuştur” değerlendirilmesi yapılmıştır.
Mütalaada Gezi protestoları sırasındaki ölümlere, “birçok vatandaşımız yaşamını yitirdi” şeklinde tek bir cümleyle yer verilmiş. Protestolarda birçok vatandaşımız yaralandı ancak birçok değil birkaç yurttaşımız hayatını kaybetti. Bu birkaç yurttaşımızın kim olduklarını belirtmeye ve hayatlarını nasıl kaybettiklerini anlatmaya gerek duyulmaması ölümleri sıradanlaştırıyor, adeta mala verilen zararın uzantısı haline getiriyor.
Mütalaada anlatılmayan acı gerçek; Ethem Sarısülük’ün gösteri sırasında polis kurşunuyla, Abdullah Cömert ve Berkin Elvan’nın başlarına isabet eden gaz fişekleriyle, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Serdar Kalakal ve İrfan Tuna’nın yoğun biber gazına maruz kalmalarının etkisiyle ve Ali İsmail Korkmaz’ın polis memurlarının da karıştığı fiziki saldırı sonucu hayatlarını kaybettikleridir.
Kalkışma teorisine halel gelmesin diye güvenlik güçlerinin orantısız ve kural dışı gaz kullanımını, bunların yol açtığı ölümleri ve ağır yaralanmaları görmezlikten gelen bir Gezi olayları anlatısı, insan haklarına ve sakıncalı görülen insanların hayatlarına değer vermeyen bir anlayışı yansıtmaktadır. 4,5 yıldır benim özgür yaşama hakkımın gasp edilmesine yol açan yargısal eylemlerin yansıttığı gibi.
Gezi Olayları, pek çok ulusal ve uluslararası akademik çalışmaya da konu olmuştu. Önemli dergiler ve saygın yayınevleri tarafından yayınlanmış derlemelerde yer alan 35 kadar makaleyi inceleyip Mahkeme’ye sunmuştuk.
Makalelerin paylaştığı temel gözlem, Gezi Olayları’nın plansız ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktığıdır.
Organizasyon biçimi açısından da bütün çalışmalarda vurgulanan nokta, eylemlerin, “yatay”, “bir merkeze bağlı olmayan”, “lidersiz” özellikte olmalarıdır.
Sonuç olarak, bugüne kadar yapılmış bilimsel nitelikli araştırma ve değerlendirmelerin hiçbirinde Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik önceden planlanmış ve yabancı güçlerin desteğiyle yürütülmüş olduklarına dair bir tez öne sürülmemiştir.
İçişleri Bakanlığı bilgilerine göre 80 ilde 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı, 164’üne kanunsuz hale dönüştüğü gerekçesiyle müdahale edildiği, 5500 eylem/etkinliğin bir merkezden organize edilen bir kalkışma olduğu teorisi, siyasi amaçlara hizmet eden, hukuki ve mantıki temelden yoksun bir iddiadır. Benim bu eylemleri planladığım, organize ettiğim, yönettiğim; Gezi Parkı’na bir masa, bir hoparlör, poğaça ve eczaneden alınan ağız maskeleri götürerek kalkışmanın maddi ihtiyaçlarını karşılamış olduğum; iki kişiyle birkaç telefon görüşmesi yaparak aralarında siyasi partilerin de bulunduğu 70’e yakın kuruluşun oluşturduğu Taksim Dayanışması Platformu’nu yönlendirmiş olduğum da saçmalık düzeyinde bir iddiadır.
İddianamede ne örgüt yöneticisi olduğumla ilgili ne de planlanmış bir kalkışmadan haberim olduğuna dair hiçbir bulgu ortaya konmadığından, bu iddialar aşırı derecede gerçeklikten kopuk ve mantığa aykırı olduklarından, mütalaada, üzerime suç yamayabilme amacıyla yeni tanımlara yer verilmiş.
Benim protestoculara akıl hocalığı yaptığım iddia ediliyor. 30 yıldır sivil toplum kuruluşlarında çalışmış, barışı, insan haklarını, demokrasiyi savunan girişimlerde yer almış birisi olarak görüşlerimi kamuoyu ile de, tanıdığım sivil toplum aktivistleri ve siyasetçilerle de paylaşırım. Bu kapsamda, iddianamede de belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri ile de bir toplantıya katıldım. Benim şiddet içeren, suç sayılan bir eylem biçimini önermem, insanları, kuruluşları buna teşvik etmem söz konusu olamaz. Zaten iddianamede de böyle bir bulgu mevcut değildir. Hukuksuz dinlemeler sonucu bana ait oldukları iddiasıyla iddianameye yerleştirilen sözlerden hiçbiri bu yönde bir niyeti yansıtmamaktadır.
İddianamede beni suçla ilişkilendiren, bu amaçla faaliyet gösteren bir örgüte destek verdiğimi gösteren herhangi bir bulgu ortaya konamadığından, başvurulan bir başka tanım da benim kalkışmanın “perde arkası organizatörü” olduğum. Ben Gezi Parkı’ndaki yapılaşma projesine açıkça karşı çıktım, bu projenin durdurulması için çaba gösterdim, kamuoyuna yönelik açıklamalara ve bu amaçla yapılan toplantılara katıldım. Çalışma ofisim Gezi Parkı’na bitişik konumda olduğu için çeşitli defalar orada bulunma ve birçoğu hiçbir örgütle ilişkisi olmayan gençleri gözlemleme fırsatı buldum. Barışçıl biçimde ve etik değerlere bağlı kalarak sürdürdükleri nöbeti, Gezi Parkı’na sahip çıkma duyarlılıklarını takdir ettim; kullanmaları için parka bir masa ve hoparlör götürdüm. Gezi Parkı’nda fidan ekme etkinliklerine de bizzat katıldım. Hiçbir faaliyetimi perde arkasına gizlemeye gerek duymadım. Hiçbir davranışım ve konuşmamda da gizli bir planı yürütmekte olduğuma dair bir işaret, bir ifade mevcut değildir.
Savunmamda da söylediğim gibi, hükümetlerin kamu yararına olmayan girişimlerinin engellenmesi için düzenlenen barışçıl protestoları, demokrasinin gereği, meşru sivil toplum faaliyetleri olarak görüyorum. Gezi Parkı, üzerinde taşınabilecek birkaç ağacın bulunduğu boş bir arsa değildir. Benim gibi bölgede yaşayan ya da çalışan binlerce İstanbullunun yararlandığı, önemli bir kamusal işlev gören, şehrimizin sosyal altyapısına katkı sağlayan çok değerli bir mekandır. Gezi Parkı’nın yok olmasına yol açacak olan yapılaşma projesi anti-demokratik biçimde dayatılan, kamu çıkarlarına aykırı bir girişimdi. Oldubittiye getirilerek parkın tahrip edilmesinin engellenmesi, İdari Mahkeme’nin bu projeyi iptal etmesi ve yapılaşmanın durdurulması kamu yararına olmuştur. Hükümetin Irak işgalini kolaylaştırmak için topraklarımızı ve limanlarımızı işgal güçlerinin kullanımına açma yönünde yasal düzenlemelerine karşı protestoların yapılması ve bu girişimin engellenmesi örneğinde olduğu gibi.
Gezi protestolarının George Soros tarafından finanse edilmiş olduğu iddiası, protestolara katılanların eylemlerini itibarsızlaştırmayı amaçlayan, kötü niyetle hazırlanmış bir kurgudur. Bunun gerçek olmadığını sadece protestolara katılan yurttaşlarımız değil, MASAK sorumluları, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür’ün hesap hareketlerini incelemiş olan denetimciler de gayet iyi bilmektedirler. Bu iddianın, araştırma sonucu ulaşılmış herhangi bir bulguya, delile değil, Soros’un Arap Baharı’nın arkasındaki yabancı odak olduğu algısına dayandırıldığı Gezi iddianamesinde açıkça belirtilmiştir.
İddianamenin başlangıcında, “Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkelerde görülen, Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerde”; “bu ülkelerde yaşanan halk ayaklanmalarında George Soros’un önemli bir aktör olduğu, bu devrim süreçlerine çok büyük finansal destek sağladığı”nın basına yansıdığı belirtilmiş. İddianamede; “bu süreçlerle Gezi kalkışması sürecinin birebir örtüşmesi” ve “sosyal medyada aynı slogan ve imgelerin kullanılmış olması”ndan dolayı, “George Soros’un, ayaklanmaların yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Gezi kalkışması sürecinde de etkin olduğunun anlaşıldığı” ifade edilmiş.
Ben savunmamda Soros’un Gezi protestolarına kaynak aktarmış olduğuna dayanak olarak kullanılan bu iddiaların da gerçeğe de mantığa da ters düştüğünü, Mısır’da ve Tunus’ta sosyal hareketlerin Müslüman Kardeşler örgütü ve paralel çizgide örgütlerin liderliğinde gerçekleştirilmiş olduğunu belirtmiştim.
İddianamede anlatılanlar da bu kurguyla bağdaşmıyor. Benim Gezi protestolarını organize etmiş olduğuma deli olarak bir televizyon / internet yayını kurmak için çalışmalarda bulunduğum anlatılmış. İddianameye göre bu yayının işlevi Gezi kalkışmasını gündemde tutmak ve yeni kalkışmaların gündem olmasını sağlamak olacak. Bu girişime kaynak sağlamak için çeşitli kişi ve kuruluşlarla temasa geçtiğim, Soros ile de irtibat kurmayı planladığım iddia ediliyor. Kalkışma için bu kadar önemli bir işlevi olan yayın projesi, iki yıldır kalkışmayı planlamış ve finanse etmiş olduğu iddia edilen Soros tarafından acaba neden daha önce desteklenmemiş? Aynı soruyu gene benim aleyhime delil olarak kullanılan, gerçekleştirilmemiş Gezi ile ilgili film projesi için de, protestoculara maske ve malzeme temini için kaynak arayışında bulunduğum iddiası için de yöneltebiliriz.
Daha önceki beyanlarımda da ifade ettiğim gibi, benim, kurulduğundan beri yasalara uygun biçimde faaliyet göstermiş olan Açık Toplum Vakfı’nda, diğer yönetim kurulu üyelerinden farklı bir konumum, yetkim olmadı. George Soros’un Türkiye ziyaretlerinde bütün yönetim kurulu üyeleriyle yaptığı Vakfın çalışmalarının değerlendirildiği toplantılar dışında Soros’la özel bir irtibatım da olmadı.
Benim dışımda Açık Toplum Vakfı’nın hiçbir Yönetim Kurulu üyesinin ifadesine başvurulmamış olması, George Soros’un da suçlananlar arasında olmaması, Soros’un benim üzerimden Gezi protestolarını organize ettiği, kaynak aktardığı kurgusuna, bunu yazanların da inanmadığını göstermektedir.
Yargı sürecinin hiçbir aşamasında benim de savcılık tarafından sorgulanmamış olduğumu hatırlatmak isterim. Hükümeti devirmek için planlanıp sahneye konduğu iddia edilen Gezi olaylarında, 15 Temmuz darbe girişiminde, bu kadar önemli roller oynadığına inanılan birisinin sorgulanmaması, faaliyetleri, işbirliği yaptığı kişiler hakkında bilgi temin etmek için bir çabaya girilmemiş olması savcılık mesleğinin doğasına aykırıdır, ciddi bir görev ihmalidir. Ancak, iddianamede kullanılacak kurgu zaten önceden hazırlanmışsa, sorgulama yapılmamasının tercih edilmesi anlaşılır. Zira sorgulamada ortaya çıkacak bilgiler bu kurgu için komplikasyonlara neden olabilir.
Mütalaada Açık Toplum Enstitüsü ve bileşenlerinin amacının dünya üzerindeki farklı kültürleri yozlaştırarak kendilerinin kontrol altında tutabildikleri evrensel kültüre sahip topluluklar yetiştirmek olduğu, bu sayede avuçlarının içinde tuttukları kapital sistemi kendi çıkarları doğrultusunda devam ettirecek evrensel bir tüketim topluluğu oluşturabilecekleri ve bu amaçla fonladıkları sivil toplum örgütlerini kullandıkları yazılmış.
Bu değerlendirme bir araştırmayla desteklenmemiş, bilimselliği kabul edilen akademik bir çalışma da kaynak gösterilmemiş. Bu nedenle hukuki metinlerde kullanılabilecek bir açıklama niteliğine sahip değil, doğrudan yazanın inançlarını yansıtıyor. Oldukça küçük bir topluluğun dünya kapitalist sistemini kontrol ettiği, evrensel kültürü yayarak farklı kültürleri yozlaştırdığı, bu sayede dünya üzerinde bir hakimiyet sağladığı görüşü, bazı çevrelerde kullanılan, kozmopolit kültüre sahip olan Yahudilerin dünya üzerinde hakimiyet kurmak için gizli bir plan yürüttüklerine dair tezleri akla getiriyor. Bu ideolojik yargının Gezi protestolarıyla ilgili kullanılması, gerçekleri tahrif etmeye ve yaşanan olayların nesnel biçimde değerlendirilmesini engellemeye hizmet ediyor. Yediden yetmişe her sınıftan insanın; gençlerin, öğrencilerin yanı sıra sokakta çalışanların, ayakkabı boyayan çocukların, apartman görevlisi yoksul insanların ve ailelerinin, Suriyeli göçmenlerin, aşağılanmadan, rahatsız edilmeden ziyaret edecekleri, dinlenecekleri, sohbet edecekleri bir park mı, yoksa parası olmayanların giremeyeceği, yerli ve yabancı markaların pazarlandığı bir alışveriş merkezi mi insanları tüketim dürtüsünün kıskacına sokar?
Halka ait bir parkı korumak için mücadele etmek mi, yoksa burasını ortadan kaldırarak ticari projeler dayatmak mı, tüketim toplumu yaratmaya, sermayenin insan hayatı üzerinde egemenlik kurmasına hizmet eder?
Mütalaada, hukuk normlarına göre hazırlanmış, somut olayların dürüstçe yapılmış nesnel değerlendirilmesini değil, siyasi aktörlerin söylemlerini yansıtan Gezi olayları kurgusunun tekrarlandığını ve ilavi ideolojik saptamalarla tahkim edilmiş olduğunu görüyoruz.
Bu kurgu bir süreliğine adaleti yanıltmak için kullanışlı olabilir. Ancak bu durumun uzun sürmeyeceğine, kamuoyunun da bu kurguya ve burada bulunanların suçlu olduklarına ikna edilmesinin mümkün olmayacağına inanıyorum.
Hayatımın dört buçuk yılını kaybettikten sonra teselli bulabileceğim şey, yaşadıklarımın yargıdaki sorunlarla yüzleşilmesine katkıda bulunması ve benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimalidir.