Özlem Gürses’in Gaziantep ve Hatay’daki mülteci izlenimleri:
Bu bir göz odanın duvarına takılıyor gözüm, duvarda asılı olanlar memleketin halinin bir özeti gibi: Birkaç yıl önce alkollüyken uçurumdan düşüp ölen ağabeyin fotoğrafı, kocaman bir Türk Bayrağı, yanında Mustafa Kemal, Arapça bir kaligrafi, bir yeraltı ülkesinde yıllarca yılanlarla beraber yaşayan Şahmeran, soba borusu, naylon poşette bir somun ekmek…
Yazıyı okumaya başlamadan önce, şu iki fotoğrafa uzun uzun bakmanızı rica ediyorum…
Burası Gaziantep’te Hacıbaba, Hasırcıoğlu ve Çağlayan olarak bilinen üç mahallenin tam ortasında, karanlık, dehliz gibi bir sokaktan girilen kırık dökük bir ev…
Ev dediysem, çevresi metruk, yıkılmış inşaatlarla dolu, küçük bir avludan geçilen camları kırık, buz gibi iki odadan söz ediyorum. Mobilya filan yok.
Bir odada yemek pişiyor, çamaşır yıkanıyor, diğerinde tüm hayat geçiyor.
4 çocuk, anne baba, 6 nüfus burada yaşıyor.
Ekranlarda bitmeyen siyasi polemikler, cep telefonunuzda izlediğiniz sanal videolar, sosyal medyada “başkalarının filtreli hayatlarını” gözetlerken geçen zamandan fırsat kalırsa, dönüp tekrar bakın bu iki kareye…
Çünkü bu iki kare, memleketin sayısız mahallesinde yaşanan gerçekleri anlatıyor.
* * *
Dün, CHP Gaziantep Üye Katılım Törenini izlerken, Oğuz Kaan Salıcı sahnedeki konuşmasında şöyle dedi:
“Bütçe görüşmelerinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yine hepimize hakaret etmiş, bağırmış çağırmış… Kendisini Gaziantep’te Farabi Sokak’a davet ediyorum… her gün her türlü uyuşturucu maddenin açıkça alınıp satıldığı, polisin bile giremediği bir sokak burası… TBMM’de bağıracağınıza, gelin burada işinizi yapın!”
Aynı anda navigasyona Farabi Sokak yazıyorum, 12 dakika sürüş mesafesi.
Tören biter bitmez, bir araca atlayıp, malum mahalleye gidiyorum.
Bazı dostlar “aman Özlem Hanım…” filan dese de, işte oradayım, Hacıbaba Sokak’la Çağlayan Sokak’ın kesiştiği o köşede.
* * *
Bulunduğum bu yere mahalle, bu binalara ev denebilir mi bilmiyorum.
“Güneydoğu’nun Paris’i” Gaziantep’e tepeden bakan, pislik içinde, karanlık sokaklarla, metruk inşaatlarla çevrelenmiş bir “distopya” burası.
Bir saat tüm sokaklarını yürüdüğüm bu “herkesin malumu mahalle”de küçücük çocuklar sokakta koşuyor, oynuyor, ama her köşe başında da “tuhaf bakışlı” ve beni gördüklerinde ciddi rahatsız olan birtakım genç adamlar, delikanlılar var.
Çok zayıf, simsiyah giyimli, kapüşonlu bir hırka ile yüzlerini gizlemeye çalışan, hafif kambur, başları öne eğik tiplerden söz ediyorum.
Kendi aralarında birbirlerinin yüzüne bakmadan konuşuyorlar, ben yanlarından geçerken sessizce yere, sonra da arkamdan bana bakıyorlar.
İkimiz de biliyoruz, aslında ne iş yaptıklarını.
Herkes her şeyi biliyor zaten, kimse konuşmuyor.
Bu yürüyüş sırasında ara sıra cep telefonumu çıkartıp kayıt düğmesine basıyorum, daha da rahatsız oluyorlar, bazıları “Abla, siz turist misiniz?” diye soruyorlar…
* * *
Birdenbire önüme pazardan az bir erzak almış iki çocuğuyla evine giren başörtülü bir anne çıkıyor, böyle bir ortamda nasıl çocuk yetiştirilir diye düşünüyorum…
Sanki bir dizi film içinde, gerçek olamayacak kadar ironik görüntülere bakarak, yürümeye devam ediyorum.
Dar bir sokak aniden geniş bir alana açılıyor, bir bina yıkıntılarının molozuyla dolu, pislik içinde bir alan burası… Önümde bir tarafında camii minareleri, diğer tarafında dev bir Türk Bayrağı ile “Gazi Şehir Gaziantep” duruyor…
Benim ayaklarımı bastığım yerin az ilerisinde ise 11-12 yaşında çocuklar “ateş buz” yani metamfetamin içiyor.
Sadece madde değil, zapzayıf bedenleri ile kız çocuklarının satıldığı yer de burası…
TV ekranları size minareleri ve bayrağı gösteriyor, küçücük çocukların nasıl kaybolup gittiğini kimse bilmiyor…
Daha önce Hatay Reyhanlı’daki ara sokaklarda gördüğüm bir kare, burada da var; bazı evlerin cephelerinde Türk bayrakları, 3 hilal…
Reyhanlı’daki çekimlerimden bunun ne demek olduğunu artık biliyorum: Bu evler, uyuşturucuya karşı, kendisi de satmayan, kullanmayan noktalar olduğunu belirtmek için bunu yapıyorlar…
Bir gence soruyorum “Kendi adaletini dağıtıyor burada yaşayanlar” diyor.
Ne demek olduğunu siz düşünün artık…
Benim de altında fotoğraf çektirdiğim pankartta “Reis Şevket Çakır” yazıyor, belli ki bu mahallenin reisi de o.
Daha önce hapse girip çıkmış, TikTok’ta tahmin edebileceğiniz türden videoları gezen bir isim…
* * *
Sokakların duvarlarında bir çok yerde “hurdacı” yazıyor, bu dikkatimi çekiyor.
Bir sokaktan geçerken “o hurdacı”lardan birinin açık kapısını fark ediyorum, içerde kimse yok, giriyorum, işte oradayım…
Bu tür “mahallelerde” uyuşturucunun en çok satıldığı yerlerden birindeyim, bağımlı gençler ve çocukların madde alabilmek için “atık ve hurda” toplayıp bu depolarda takas ettiğini daha önce de dinlemiştim.
Ben mahalleden çıktıktan sonra konuştuğum Gaziantepliler de aynını anlattı, üstelik benim tesadüfen girdiğim yer tam da merkeziymiş “bu işin”.
* * *
İş derken, iş yani…
Mahalle gerçek bir “pazar yeri” gibi… konuştuğum uzmanlar bu işi ailecek yapanlar olduğunu anlatıyor, adam hapse girerse, kadın devam ediyormuş satışa…
Müşteriler ise en çok çocuklar ve gençler.
Maddeyi alıp, Soylu’nun da anlattığı gibi metruk binalarda ateş yakıp, birlikte kullanıyormuş çocuklar…. Çocuklar evet, 10, 11, 12 yaşında küçücük bedenlerden söz ediyorum.
Önceki gece 13 yaşında bir erkek çocuğun cesedini çıkartmışlar bir metruk yapıdan, madde kullandıktan sonra uyuyakalmış, donarak ölmüş çocuk…
* * *
Bütün bunları yazının başında baktığınız fotoğraftaki adam anlatıyor.
O adam, engelli bir ayakkabı boyacısı.
(Sezgin Baran Korkmaz gibi, bir ayakkabı sandığından milyar dolarlık servet yapamamış… )
İki kere evlenmiş, fotoğrafta gördüğünüz ikinci eşi.
İlk eşinden de iki oğlu var, 11 ve 12 yaşlarında, ikisi de met bağımlısı.
Baba, bağımlı iki oğlunun madde içerken videolarını gösteriyor, minnacık iki beden, bir inşaat molozunda ateş yakmışlar, ben zor bakıyorum…
Baba ve ikinci eş anlatmaya devam ediyor; “Elimizden bir şey gelmiyor” diyorlar.
Evde bu yeni eşten iki çocuk daha var, anneye soruyorum “Aman kardeşim, dikkat ediyorsunuz değil mi?” “Yanı başımdan ayırmıyorum” diyor kadın, hem o iki çocuğa bakıyor, hem de bu camları bile olmayan yerde bir yaşam sürdürmeye çalışıyor.
Defalarca şikayette bulunmuşlar, değişen bir şey olmamış.
Baba bazen ayakkabı boyuyor, bazen de kuşçuluk yapıyor.
12 yaşındaki oğlu madde alabilmek için evdeki 20 kuşu kaçırıp torbacılara vermiş.
Esrar, ama en çok da bu kimyasal uyuşturucular satılıyormuş, 3 paraya 5 paraya.
Eroin gibi daha ağır maddeleri de bulmak mümkün.
* * *
Baba anlatıyor, benim yüreğim git gide sıkışıyor.
Satışı yapanlar hem sığınmacılar (en çok da Suriyeliler) hem de Türklermiş… “Suriyeli ailelerin çocukları akıllı, onlar kullanmıyor, bizim çocuklar cahil, en çok Türk çocuklar bağımlı oluyor” diyor…
Biz de anne babayız, biz de çocuk büyütüyoruz… Nasıl kapanacak bu fay hatları bu çocuklar arasında, bu olmaz, olamaz…
Kutsal aile diye anlattıkları masal, yoksullukla, bilgisizlikle, eğitimsizlikle zaten çökmüş…
Bu bir göz odanın duvarına takılıyor gözüm, duvarda asılı olanlar memleketin halinin bir özeti gibi:
Birkaç yıl önce alkollüyken uçurumdan düşüp ölen ağabeyin fotoğrafı, kocaman bir Türk Bayrağı, yanında Mustafa Kemal, Arapça bir kaligrafi, bir yeraltı ülkesinde yıllarca yılanlarla beraber yaşayan Şahmeran, soba borusu, naylon poşette bir somun ekmek…
* * *
Büyük bir çaresizlik duygusuyla evden çıkıp, beni uçağa götürecek araçla buluşmak için mahallenin girişine yürümeye başlıyorum.
Kadınlarını eve kapatan, vatandaşını eğitmeyen, meslek sahibi yapmayan, aileyi kutsayacağız diye yapayalnız çocuklar doğuran bir ülkede…
Ortak adayların, reislerin havada uçuştuğu bir gündemde, sıra bu çocuklara ne zaman gelir?