“İkinci Dünya Savaşı sırasında, İngilizler Almanlarla savaşırken, BBC ‘Askerlerimiz Almanları böyle bozguna uğrattı’ haberi yaptığı için tepki görmüş, ‘Ne demek bu, siz haber kanalısınız, böyle haber yapamazsınız’ diye. Bunu İngiliz vatandaşı söylüyor. İngiltere’nin bugün Anayasası yok ama biz hâlâ kanun kavgası yapıyoruz. 13. yüzyılda Magna Carta’yı yazıyorlar ama…”
Enis Aydın: Sözünüzü kesiyorum ama başlamamız lazım… Biraz tanıyabilir miyiz sizi?
Gürol Ayan: 1970’te Sakarya Hendek’te doğdum. Babam Kırşehirli, annem Sakaryalı. Babam devlet memuru, haliyle ülke içinde çok yer gördüm, çok şehir gezdim. Çok iyi hatırlıyorum, iki buçuk üç yaşlarında Oltu’da deprem geçirdik biz. Evdeydik. Bebektim daha. Memur çocuğu olunca şehir şehir gezip, şehir şehir insanları tanıyorsun. Oradan başka bir yere tayin olduk, Samsun’a. Orada da Karadeniz’i anlamaya başlıyorsun.
İlkokuldan sonra her yaz bir işte çalıştım. Gençliğim Karamürsel’de geçti, Donanma Komutanlığı içinde bir okul vardı, liseyi orada bitirdim. Bütün yaz televizyon tamir edip çanak anten sistemi kuruyordum. 80’lerin sonlarını çatılarda geçirdim diyebilirim. O zaman öyle bir furya vardı, yeni televizyonlar çıkmıştı, önemli bir geçiş evresiydi Türkiye için.
Deniz Harp Okulu’nu kazandım ama resmi kıyafetli bir iş olduğu için annem müsaade etmedi. Babamın telkinleriyle, evden uzak olmasın, ekonomik olarak zorlanmayalım diye Bursa’da Uludağ Üniversitesi’ni yazdım. Ama ben Rumeli Hisarüstü’nde ev tuttum ve çalışmaya başladım. Okulda devam mecburiyeti yoktu, ben de sınavlara gidiyordum sadece.
Sonrasında kesintisiz bir iş hayatınız var…
Evet. Elektronikle ilgilendiğim için burada aydınlatma işi yapan bir firmaya başvurmuştum. Üç tane İtalyan markası verip marka müdürlüğünü yaptırdılar. İtalya’da 6 ay kadar kaldım. Sonra burada devam ettim. 1999’da ayrılıp kendi aydınlatma işimi kurdum. Sonraki süreçte Amerikalı tasarımcılarla tanıştık, benim de kuvvetli bir ekibim vardı. “Beraber çalışabilir miyiz” dendi ve Amerika’ya gidip göreyim” dedim.
ABD’de çalışmaya başladık. Manhattan’da New York Design Center içerisinde 400 m2 bir alanda proje ve mimarlık ofisi ayarladık. Bu şirket halen aktif.
New York’ta yaşıyordum ve “design” ismi taşıyan bir ofisim vardı. Orada da bir şey yapayım deyip NYU’nun iki yıllık lisans programı var aydınlatma tasarımı üzerine, orada okudum. Lehmann Brothers’ın çöktüğü bir sene vardır, 2008, o zaman da ben oradaydım. 96 Dolardan 96 Cente düşünce hisseler, herkes bir rahatsızlandı beyin olarak. Ama o sırada da tüm dünyaya iş yaptık, komik gelecek ama…
Kaç yaşındaydınız o zaman?
38 yaşındaydım
Kimlerle iş yaptınız?
Çok enteresan gruplarla iş yaptım ama söylersem başları belaya girer! Onu söylemiyorum, hâlâ da yapıyorum çünkü. Hem Türkiye içinde hem de dışında.
Yurtdışındakilerin de mi belaya girer?
Onlar girmez, onları söyleyeyim. Onlara kimse pek bir şey yapamaz gibi geliyor. Örneğin Monaco’da Prens Albert’in evini yaptım.
II. Albert?
Mevcut prens evet.
Aranız nasıl?
Müşterimdir yani.
Yani müşteri gizliliği diyorsunuz, peki. Ne zamandır birlikte çalışıyorsunuz?
Tek bir projesi var zaten, onun danışmanlığını yapıyorum. Milano’da Dante Benini diye bir mimarlık ofisi var, onların aydınlatma danışmanlığını yapıyordum. New York’ta çok iş yaptım. Belediyelerle çalıştım. Ama uzmanlık alanım müze. The David Collection var Danimarka’da, Kunsthistorisches Museum, Sanat Tarihi Müzesi var Viyana’da, buralardaki belirli bölümler için çalıştım.
İlgi alanım aslında sanat. Sanatçıların çoğunu da tanırım. Türkiye’de koleksiyonerlerle çalıştım ağırlıklı.
Türkiye’de neler yapıyorsunuz peki?
Son 13 yıldır İstanbul Üniversitesi’nde landscape ve peyzaj aydınlatmasıyla ilgili konferans veriyorum. Büyük ve sağlam projelerimiz var fakat onları söylememem gerekir.
Ne güzel mutlu huzurlu yaşıyormuşsunuz. Siyasete girme fikri nereden çıktı?
Kendi kendime televizyonlara konuşmaya başlayınca… Bir süre insan eleştiriyor. Hiçbir şeyin değişmediğini, siyasette de birilerinin onları duyup yine de bir şey değiştirmediklerinin farkına varınca, artık bir bıkkınlık oluşuyor. Ben de tam o evredeydim. Artık televizyonla konuşmaya başladım. Çünkü aynı adam çıkıp durmadan bir şey anlatıyordu bana, her kanaldan o adam çıkıyordu. Sonra TV seyretmeyi bıraktım. Baktım ki ülkemden fikren uzaklaşıyorum.
“İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinin iptal edilip tekrarlanması… Orada kafamın tası attı”
Manen ya da maddeten, siz bu ülkeyi terk ederseniz, ailenizin mezarları burada, anılarınız burada. Bence insanın başına gelebilecek en kötü şey Alzheimerdır. Her şeyinizi kaybedebilirsiniz ama anılarınızı kaybettiğinizde hiçbir şey yerini alamaz. Ronald Reagan öldüğünde ABD başkanı olduğunu bilmiyordu. Bir zamanlar bir film yıldızı olduğunu da bilmiyordu. Kaybın en büyüğü bu. Ben de diyorum ki bu terk eden insanlar anılarını kaybedecek. Hatırlayacak ama bir daha gidip orada göremeyecek.
20 milyon İstanbul’da yaşıyoruz, üç günlük bayram tatili geldiğinde köyüne memleketine gitmeye çalışıyor, büyük bir göç başlıyor. Niye? Çünkü onu özlüyor insan. Ne yaparsa yapsın onun peşinde geziyor. Bırakmak istemiyor köyünü. Oraya gidemese de orada olduğunu bilmesi gerekiyor.
Ama ülkeden gençler gitmeye başladığı zaman umudu da beraberinde götürecekler. Kimse annesinin, babasının, dedesinin mezarının olduğu bir yerden gitmemeli, buna mecbur hissetmemeli kendini.
Ama anlayamadığım şu: Sizin profilinizde bir insanı siyasete iten ne oldu?
Burada kalma isteği. Ya televizyonla konuşmaya devam edecektim, ya da bu işin içine girecektim. Babanıza veya dedenize ait bir şirketin kötü yönetildiğini bilseniz, hiç müdahale etmez misiniz? Bu bir müdahil olma çabası.
Arkadaşlarım da soruyor “neden böyle bir işe giriştin” diye. “Sen bir şey yapmadığın için ben yaptım. Çocuklarınızı yurtdışında okuttunuz, hepsi vizyoner, en az üç dil bilen insanlar. E niye siyasete girmiyorsun?” diyorum onlara. “Bizim o adamlarla ne işimiz var…” Ee sen siyasete girmezsen beğenmediklerin seni yönetecek.
O zaman “Tamam artık ben bu işe el atmalıyım” dediğiniz bir an da olmalı?
İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinin iptal edilip tekrarlanması. Orada kafamın tası attı işte. Artık yeter diyorsun, bu kadar da değil. Nasreddin Hocanın “bana damdan düşeni getirin” dediği fıkra vardır ya. Damdan düşmüş AK Parti, herkesi damdan itmeye çalışıyor.
Sizin gibi insanlar genelde siyaset yerine bir spor kulübünde yöneticilik yapmaya yöneliyor.
Ben de yaptım, Galatasaray’da. Uzun seneler Galatasaray’ın tüm derneklerinde görev yaptım. Ama herkesin baktığı gibi bakmıyorum spor kulübü yöneticiliğine. Bir sivil toplum örgütü olarak görüyorum.
Şu anki ilişkiniz nedir Galatasaray’la?
Çok iyi bir taraftarım.
Yönetimde olduğunuzu söylemiştiniz?
İstifa ettim.
Ne zaman?
14 Ağustos’ta partideki görevim açıklandı, 5 gün sonra, 19 Ağustos Çarşamba günü istifa ettim. Galatasaray’da şöyle bir şey var, biz siyaseti futbola sokmamak adına siyasete girenlerin kulüpte yönetici olmamaları gerektiğini düşünüyoruz.
Siz DEVA İl Başkanı olduğunuz için Ankara’da bir rahatsızlık bildirilmiş olabilir mi Galatasaray’a?
…
Peki neden DEVA?
Kendi fikirlerime yakın başka bir siyasi parti görmedim. Tesadüfen girmedim DEVA Partisi’ne. Ben bu partiye internet üzerinden başvurdum. Yarım saat süren bir form doldurdum, parti programını ve tüzüğünü okudum. Başvurdum ve beni aradılar. 20 gün 1 ay sonra döndüler. Kuruculardan Sayın Meltem Gürler aradı beni.
Bir saniye. Siz İstanbul İl Başkanı olduğunuz DEVA Partisi’ne internetten form doldurarak mı başvurdunuz yani?
Evet, tabii. Başvurunun üzerinden bir süre geçti. Sonra Levent’te bir görüşmeye çağrıldım, telefon görüşmelerinin haricinde 4 kez görüşmeye çağrıldım. Ve herkes bu süreçten geçiyor. O zaman benim gibi özgeçmişiyle başvurmuş 20 bin kişi vardı İstanbul’da. Şu an 28 bin. Bu rakamları yeni kurulan bir partide bulamazsınız. ‘Yetenek Sizsiniz’e bile başvurmazlar böyle. Hatırlatayım; bunlar üyelik değil, aktif görev almak için yapılan başvurular. Bu yüzden bunu bir siyasi parti olarak düşünmeyin, kuvvetli bir halk hareketi, ciddi bir sivil toplum örgütü.
Sonunda da Ankara’ya davet edildim.
Beni en çok motive eden, sürecin şeffaflığı ve demokratikliği idi. “İstanbul İl Başkanlığı için ne düşünürsünüz” dendiğinde, “Yok ben pozisyon makam peşinde değilim, fikir adamıyım, oturalım konuşalım destek olayım maddi manevi ama böyle bir şeye gerek yok” dedim, çünkü sahiden böyle bir beklentiyle gelmedim bu işe.
Yani siz DEVA gibi bir partinin il başkanlığına, referanssız, torpilsiz, internetten form doldurup, mülakatla geldiniz. Yanlış mı anlıyorum?
İl başkanı olacağıma dair hiçbir fikrim yoktu, buna benzer bir talebim de yoktu. Ben hem Ankara’ya hem de öncesindeki görüşmelere sadece fikirlerimle gittim. Bu mülakatlarda, ki toplu mülakatlar da dahil buna, çok güzel insanlarla tanıştım ve şu an beraber çalışıyoruz. Hepimiz aynı süreçlerle girdik, başvurduk, mülakatlara girdik ve ortak akılla hareket ettik. İyi not aldık. O toplantılarda alınan notların hepsi kayıt altında, partimizin internet sayfasına yüklendi.
Ali Babacan’la ne konuştunuz?
Kendisi bana “Türkiye’nin en büyük problemi nedir sizce” diye sordu, ben de adalet dedim. Adalet ve İnsan Hakları. Genel merkeze görüşmeye gittiğimde yanımda parti programını da götürmüştüm.
Burada notlarım var. Mesela bir sayfayı açtım. Kamu personel yönetimi. Diyor ki: “Kamu hizmetine girmek her vatandaşın anayasal hakkıdır. Hiç kimse siyasi görüşü, etnik ve dini kimliği gibi sebeplerle kamu hizmetine girmekten mahrum bırakılamaz.”
Bu evrensel bir şey değil mi? Ben de şunu yazmışım: “Ermeni veya Musevi bir vatandaş TSK’da üst düzey bir görev alabiliyor mu? Bu ülkenin insanı, neden olamıyor?”
Bu benim ders kitabım.
Partide kimseyi tanımıyordunuz yani öncesinde?
Benim için kimin kurduğu değil, ne kurulduğu önemliydi. İlk başta Ali Beye birçok kişi gibi ben de şüpheyle yaklaştım. Çünkü geçmişte görev yaptığı bir partiden şikâyet ediyoruz yıllardır.
“İl binası için verdiğimiz iki kaparoyu da geri göndermişler korkularından”
Peki bir insan neden bu kadar riske atar kendini? Böyle bir birikime, varlığa ve kariyere sahipken. Daha önce iktidarla ya da iktidardan biriyle çıkar çatışması gibi bir şey mi yaşadınız?
Hayır yaşamadım. Ülkesini çocuklarını çok seviyorsa riske atar tabii ki. Mecburuz ve bu ülkeye borcumuz var. Kurtuluş Savaşı’nda insanlar daha mı az risk alıyordu? Daha mı az korkacak şeyleri vardı?
Hayattaki zorlukları kabul edebiliriz ama konfor alanımız bizim ülkemiz. Ne fark var liyakatsiz adamın bir görevi işgal etmesiyle, o görevi aslında gerçekten yapabilecek bir adamın yapmaması arasında? Yapamayınca da o suçlu oluyor. Hayır, onun kadar talip olmayan ve elini taşın altına koymayan da suçludur. Kimse kılını kıpırdatmıyor.
Özellikle kimi kastediyorsunuz?
Hangisini diyeyim?
Mesela iş dünyası? Siz de mensubu sayılırsınız.
Patron grubu çok korkuyor ama hiçbiri malının sahibi değil. Bugün istediğim bir patrona gideyim “şurayı kiraya verir misin, il binası açacağım” diyeyim, korkusundan veremez bana. Mal onun ama veremiyor. Korkuyor. Hani sen malının sahibiydin? Nitekim il binası için verdiğimiz iki kaparoyu da geri göndermişler korkularından.
Bir tane cesur bulunur hiç merak etmesinler. En kötü mobil bir şekilde yaparız. Bir araba alırım, konteyner de arkasında, gezdiririm İstanbul’u. Kaçış yok.
Siz neyi göze aldınız ve neye mal oldu bu zamana kadar?
Sadece daha az uyuyorum, onun dışında hiçbir şeye mal olmadı.
Hiçbir şey olmaz, ne olabilir ki. Laf söylerler, geyik yaparlar bir şey olmaz. Ama 7-8 ay sonra işin ciddiyeti iyice belli olduğunda karşı bir şey bekliyoruz. Şu anda çok anlayamıyorlar ve herhangi bir tepkinin bizi büyüteceğini düşünüyorlar. Ama büyüyünce bundan kaçış olmadığını anlayacaklar.
Çevrenizden gelen tepkiler nasıl oldu?
Herkes “Hayırlı olsun”dan önce “Dikkat et” diyor. “Yarın kapına gelirler”, “Çıldırdın mı sen” diyorlar.
Olumlu dönüş hiç yok galiba.
Zaten bu az önce söylediklerim olumlu bakıyor. Ama ilk cümleleri dediğim gibi. “Aman ha emin misin.” Sonra “aferin sana, helal olsun.” Geçen bir iş adamıyla bir şey yaşadım, önce “nasıl yapacaksınız, niye bu işe kalkıştınız, ne gerek vardı” dedi, bunun üzerine ona “Rahat ol, Ali Bey zaten vazgeçmiş, bırakıyor, ben de istifa edeceğim yarın” deyince, tepkisi “Ne, olmaz yapmayın” oldu. Hani beş dakika önce bırak diyordun?
Bernard Lewis’in meşhur bir sözü var “Doğu’da insanlar siy…”
“… Siyasete para kazanmak için Batı’da ise para kazandıktan sonra girer,” bunu diyecektin değil mi?
Siyasetten nasıl para kazanılıyor anlamıyorum. Bir maaş vermiyorlar mı sadece? Vekil olduğunuz zaman o da sadece. Kazanamazsın ki, kaybedersin! Burada oturup konuşuyoruz, bu bir vakit kaybı mesela benim için normal zamanda, çalışıyor olurdum. Para kazanabileceğim kendi alanlarım var. Problem şu, başka işten para kazanamayan buraya giriyor. İhale kanunu 200 küsur kere değişmiş. Bu normal mi?
“Sanat yatırımında ilk beşe giriyorduk neredeyse. Şaşırtıcı gelecek ama az kalmıştı”
İstanbul’da problem olarak ilk neyi görüyorsunuz?
Türkiye’de ne ise o. Adalet. O düzelmeden hiçbir şey düzelmeyecek. Bu sorunun üzerinde zıplayacağız gerekirse. Sen her an adaletsizlik görmekten korktuğun bir şehirde yaşayamazsın. Huzursuz ve tedirgin olursun. Sonra yatırım yapmazsın, olanı kaçırırsın. Konuşamazsın. Çoluğun çocuğun yurtdışına kaçmaya kalkar. Güven olmazsa hiçbiri olmaz.
Biz sanat yatırımında ilk beşe giriyorduk neredeyse. Şaşırtıcı gelecek ama az kalmıştı. Ne yapmamız gerekiyordu? İstanbul’u rahat bırakmamız. Yeterince kötü davrandık. İnsanını sanayicisini, kültürünü, geçmişini rahat bırak, İstanbul rahat eder, düzelir. Avrupa’nın en güzel otelleri bizde. Aynı Roma’yı, Eyfel’i 40 kere görmenin bir anlamı yok. Ben İstanbul’a ikinci kere gelen adam bilmiyorum ya. Bu garip gelmiyor mu size? Şu tarihi adaya kruvaziyer yanaşmıyor, köhne Venedik’e ise günde 50 tanesi yanaşıyor. İstanbul’u rahat bıraksan hepsini dümdüz eder.
İstanbul ekibini konuşalım artık.
Şu anda 15 kişilik bir kurucu ekip var. Beraber yönetim kurmaya çalışıyoruz. Biz burada hangi süreçle göreve geldiysek, diğer arkadaşlarımız da aynı şekilde geliyor. Çok renkli, farklı ve çözüm odaklı bir kadro, ama en çok altı çizilmesi gereken şey, kimsenin dışarıdan müdahale etmemesi. Her şeyi istişareyle belirliyoruz. Enerjiye bakarak ekibi belirliyoruz. İlkokul, ortaokul mezunu arkadaşlarımız da olacak yönetimde.
Bu çok ilginç, çünkü Ali Babacan sanki en az iki diploma olmadan partiye insan kabul etmiyor gibi bir algı var.
Kim belirliyor bu algıyı? Hâlâ üniversitede okuyan öğrenci arkadaşlarımız da görev yapıyor. Anadolu Üniversitesi’nden, Koç’tan…
Hangi meslek grupları var en çok?
Avukatlar birinci sırada. Yüzde 30’u onlar oluşturuyor. Bu çok önemli. Sorun, neden?
Neden?
Çünkü adalet yok! Yokluğuna en yakından onlar şahit oluyor. Sonra da öğrenciler geliyor. Onlar özgürlük istiyorlar. Belki yaş ilerledikçe insanların önceliğinin refaha kaymasındandır ama baskıyı bizden daha çok hissediyorlar. 3 başvurudan biri avukat biri öğrenci zaten.
“Matbaayı 300 sene bekleten kafayla interneti hâlâ paralı yapan kafa aynı”
İnternetin ücretli olmasını kabullenemiyorum. Bunun için uğraşacağım. Zaten parti vaadimizdi bu. Çok zor iş değil bunlar. Çin bu kadar büyümesini buna borçlu. Sadece e-ticarete sağlayacağı bolluktan gelen KDV ile kurtarırsın zaten ücretsiz yapsan interneti. Matbaayı 300 sene bekleten kafayla interneti hâlâ paralı yapan kafa aynı.
Siyaseti meslek gruplarının sorunları üzerinden yapacağız. Kurucu İl Başkanlığına atandığım günden beri, toplu taşımaya biniyorum. Arkadaşlarıma da bunu söylüyorum.
21 taksiciyle görüştüm. Bu esnaf arkadaşlarımız, dünyanın herhangi bir yerindeki meslek grubunda olmayan bir adaletsizliğe maruz kalıyorlar. Sigorta primlerini kendileri yatırıyorlar. İşverenleri yatırmıyor. Servis şoförlerinin de aynı şekilde sorunları var. İTO’dan talep ettiğimiz bir araştırma da bugün geliyor konuyla ilgili.
Taksicileri örgütlü diye biliyorduk?
Ne örgütü Allah aşkına. Bir kere asıl meslek sahipleri çıkıp şöyle bir problemden bahsedebilmiş mi. Siyaset buraya da girdi. Sütte leke var bunlarda yok. “18 yıldır iktidardayız şu hatayı yaptık” dediklerini duyamadım. Hiç yanlış yapmadılar 18 yılda. Bin kere kandırıldılar siyasi ve idari olarak ama hataları yok. Mükemmel bir iktidar tarafından yönetiliyoruz!