spot_img
Ana SayfaHaberlerRÖPORTAJ | “Sıcak Kafa'daki salgın, komplo teorisi salgınına çok benziyor”

RÖPORTAJ | “Sıcak Kafa’daki salgın, komplo teorisi salgınına çok benziyor”

Sıcak Kafa kitabının yazarı Afşin Kum ile kitabını ve kitabından uyarlanarak aynı isimle çekilen Netflix dizisini konuştuk: “2014'te yazmaya başladım, 2016'da yayınlandı. Dünyayı böyle bir pandeminin vuracağı aklımın ucundan geçmezdi”, “Sıcak Kafa'daki salgın komplo teorisi salgınına çok benziyor. Çünkü o sözlerle, anlamla bulaşan bir şey ve komplo teorileri de benzer bir şekilde yayılıyorlar”, “Sıcak Kafa'da çok açıkça değil ama alttan alta işlenen temalardan bir tanesi aslında bazı şeylerin kolayca çözülemeyecek kadar karmaşık olması. Dünyanın düzeni bir sayfada açıklanabilecek kadar basit değil”, “Dizi çok başarılı bir iş. Ama ben hastalığa biraz daha girilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela daha fazla abuklama duymayı isterdim.”

İlk önce kısaca sizi tanıyarak başlayabilir miyiz? Kimdir Afşin Kum?


Tabii. Ben Afşin Kum. Bilgisayar mühendisiyim aslında. Yıllarca mühendislik yaptım ve hâlâ da yapıyorum ara ara.  Ama birçok farklı sanat dalına ilgim oldu. 2010’da Afili Filintalar ilk kurulduğunda orada yazmaya başladım. Ondan sonra bir okuyucu kitlesi oluşmaya başladı ve daha çok yazmam için bana bir motivasyon sağladı. Sonra da sıra romanlara geldi. 2016’da Sıcak Kafa çıktı, 2020’de Kübra ve devam edecek gibi görünüyor şimdilik.

“Dünyayı böyle bir pandeminin vuracağı aklımın ucundan geçmezdi”

Bugün tabii sizinle buluşmamızın sebebi, Sıcak Kafa kitabınız. Bu kitabınızı siz 2016’da yayınladınız. Kitap yayınlandıktan yaklaşık üç yıl sonra bir COVİD-19 pandemisi meydana geldi. Ardından şu anda da, Aralık ayı itibariyle Netflix’te kitabınızdan yola çıkarak uyarlanmış bir dizi yayına girdi. İlk olarak şunu sormak istiyorum: Hayatımızda her zaman salgınlar vardı orta ya da ufak çaplı; domuz gribi gibi. Fakat kitaptaki ya da atlattığımız gibi bir pandemi yaşamamıştık hiç. 2016’da dünyayı etkisi altına alan bir salgın kitabı yazma fikri sizde nasıl ortaya çıktı?   


Fikir aslında çok daha eski, 2010 civarı olabilir. O zamandan beri kafamda evirip çeviriyordum bu fikri. Zombi filmleri bana ilham kaynağı oldu diyebilirim.  Zombi filmi şablonunun üzerine dili ve sözcükleri oturtma fikri aklıma geldi. Ama hikaye yavaş yavaş oluştu. En sonunda beni bunu roman haline getirmeye ikna eden April Yayıncılık’ın genel yayın yönetmeni Egemen İpek oldu. 2014’te yazmaya başladım, 2016’da yayınlandı. Dünyayı böyle bir pandeminin vuracağı aklımın ucundan geçmezdi. Tabii ki bu kitabı yazarken hiç öyle bir ileri görüşlülük söz konusu değildi. Büyük bir rastlantı söz konusuydu.

Kitabınız yayınlandıktan yaklaşık 3 yıl sonra COVİD-19 adında bir salgının adını duyduk, kitabınızın 4. yaşında ise artık hayatımızın bir realitesi haline gelmişti bu pandemi. Peki siz bu kitabı yazdıktan sonra yaşadığımız pandemi sürecinde neler hissettiniz? Kitapta yarattığınız kurguyu gerçek hayatta yaşıyormuş gibi hissettiniz mi?


Ben çevreden, sağdan soldan o yönde o kadar çok yorum aldım ki…  Aslında açıkçası bir salgında neler yapılır, hangi önlemler alınır çok fazla araştırmış değildim kitabı yazarken. Ama şans eseri benim yazdığım birçok şey gerçekte olanlara benzedi. 

Beni en çok şaşırtanını söyleyeyim sadece. Romanda pleksiglas levhaların çok yaygınlaştığına dair bir bölüm var. İnsanların bulunduğu her yerin; kafelerin, barların masaları birbirinden levhalarla ayrılmış durumda. Onu gerçek hayatta gördüğümde hakikaten şoke oldum. O anı da çok iyi hatırlıyorum. Beşiktaş’ta bir mekandı. Daha yeni açılmıştı kafeler ve masaların arasına o levhaları döşemişlerdi. 

Aslında akıl yürütmeyle aynı yerlere ulaşılabiliyor gibi bir durum var herhalde.

“Sıcak Kafa’daki salgın komplo teorisi salgınına çok benziyor”


Ben de tam bundan bahsetmek istiyordum. Yani kitapta da gerçek hayatta da karşılaştığımız ortak noktalar var, bazılarından bahsettiniz. Başka bazı vurucu noktalar da var. mesela televizyon programları, kitapta en dikkat çekici noktalardan birisi. Televizyonlarda sürekli, her akşam bu pandemi konuşuluyor: Ne yapılabilir? Yapılanlar yeterli mi? Gelişme sağlandı mı, iyiye mi gidiyoruz? Ya da mesela dedikodular, komplo teorileri yine aynı şekilde hayatımıza girdi. Siz kitapta bir sınıflandırma yapıyorsunuz. Örneğin ulusalcılar için pandeminin aslında Amerikalıların ya da İsraillilerin geliştirdiği bir silah olduğunu, anarşistler için böyle bir hastalığın hiç olmadığını, romantikler için aslında bizim bir karantina bölgesinde olduğumuzu ve televizyonların bize bunu inandırdığını söylüyorsunuz. Peki siz gerçek hayatta bu pandemiyi yaşarken kitaptakine benzer bu tarz sınıflandırmalara rastladınız mı? Kendi gözleminiz nedir?


E tabii bir sürü birbirinden saçma komplo teorisi çıktı bu süreçte. Onları gördük. Bazı aslında çok yakınımdaki veya yakından tanıdığım insanların da onlara kapılıp gittiğini de gördüm. 

Hatta o zamanlar bana sorulduğunda demiştim ki; Sıcak Kafa’daki salgın komplo teorisi salgınına daha çok benziyor. Çünkü o sözlerle, anlamla bulaşan bir şey ve komplo teorileri de benzer bir şekilde yayılıyorlar. Çünkü komplo teorisinin özelliği bir tür olayların karmaşıklığını reddeden bir akla hitap etmesi. Her şeyin çok basit bir çözümü varmış gibi sunduğunuzda akıl onu kabul etme eğiliminde. 

Çünkü karmaşıklık fazla gelebiliyor insanlara. Ve bu komplo teorileri de böyle bir tür insan aklının zaafından beslenerek çoğalan bir virüs gibi bir şey aslında.

Bu bilimden tamamen uzak, tamamen söylentiden ve safsatan ibaret olan komple teorilerinin yanında bir taraftan da SMK dediğimiz yapının yani devletin bu hastalığı gerçekten çözmek isteyip istemediği, hastalık üzerinden elde ettiği gücü, otoriteyi kullanmaya devam etmek istediğiyle ilgili çok güçlü politik mesajlar da var kitapta. Burayı biraz açabilir misiniz? Komplo teorileri bir yana ama devletler pandemileri ya da bu tarz olağanüstü durumları nasıl değerlendiriyor? Gerçekten halkın sağlığını ya da iyiliğini düşünüp bunun için mücadele mi ediyor, yoksa bunu bir tahakküm aracı haline mi getiriyor? Eğer cevabınız ikincisiyse, o halde bireylerin endişeli ve sorgulayıcı olması da normal değil mi?


Bir devletin mekanizmasını, tabiatını aşağı yukarı biliyoruz. O aslında herkes için olduğuna inandığımız ama gerçekte herkes için olmayan, birilerinin yararına çalışan bir organizma. Sadece Türkiye’de değil her yerde öyle. Ama gelişmiş ülkeler bunu daha iyi denetliyorlar. Daha insani boyutta bir yozlaşmaya izin veriyorlar. Bizim gibi ülkelerde yozlaşmanın sınırı yok. Fırsatını bulduğunda bu organizma her şeyden faydalanacaktır biz aslında pandemide de gördük onu. Bir şekilde siyasi olarak güç kazanmak için nasıl kullanılabildiğini gördük. Bunu öngörebilmek için müneccim olmak gerekmiyor. 

Bu aslında iktidarın doğasında olan bir şey. Fırsatını gördüğü anda bunu kendi iktidarını perçinlemek için kullanacaktır. SMK da Sıcak Kafa’da bütün bu sistemin paraziti gibi bir örgüt. Ona o yetkiler verildiğinde artık o yetkileri geri vermeyecek ve kendisi bir iktidar odağı haline gelmek için onu kullanacaktır. 

“Dünyanın düzeni bir sayfada açıklanabilecek kadar basit değil”


Yani komplocularla devletin bu yapısını bilen, endişeli insanlar arasında bundan endişelenenler arasında bir farkı siz de ortaya koyuyorsunuz diyebilir miyiz?


Evet. Şöyle diyeyim; Sıcak Kafa’da çok açıkça değil ama alttan alta işlenen temalardan bir tanesi aslında bazı şeylerin kolayca çözülemeyecek kadar karmaşık olması. Dünyanın düzeni bir sayfada açıklanabilecek kadar basit değil. Ve oradaki hastalık da aslında böyle insan aklının durduğu bir yeri simgeliyor. Çünkü çözülemiyor. Yani kitaptaki haliyle çözülemiyor. Teşhis edilemiyor. Tedavi bulunamıyor. Ve orada uygarlık gelip işte o kayaya tosluyor. O da yine bir baş edilemeyen karmaşıklık durumu.


Her ne kadar dizide daha distopik tarafı öne çıksa da bu metnin, kitabın aslında daha edebi, daha bir aşk romanı olduğunu söyleyen, yazan eleştirmenler oldu. Siz kitabınızı nasıl tanımlıyorsunuz: Bir distopya mı yoksa aşk romanı mı Sıcak Kafa?


Ben distopik, distopya sözcüklerini hiç kullanmadım kitabı tanımlamak için ama itiraz da etmedim. Böyle bir tür etiketi koymak gerekirse kıyamet sonrası kurmacası denen türe uyuyor. Dünyayı altüst eden bir kıyamet var ve insanlar bununla nasıl başa çıkıyorlar diye sorgulatıyor. 

Kitapla dizi arasındaki farklardan bir tanesi o aslında. Kitapta kıyametin kendisi daha ön planda. Hastalık ve abuklama durumu daha fazla masaya yatırılıyor, dizi biraz odağını iktidar meselesine yani SMK’nın gücü ele geçirmesi ve buna karşı direnişe kaydırmış. O tamamen dizinin yazarlarının seçimi ve onların kurduğu bir hikaye.

“Aşk doğrudan gelecek ile ilgili bir heyecan veriyor insana”

 
Kitap, baş karakterimiz olan ve salgından tek etkilenmeyen insan olan Murat’ın Şule’yle karşılaşmasıyla başlıyor. Aslında Murat daha önce salgının tedavisi için çalışmış, mücadele etmiş bir karakter fakat daha sonra ailesini de bu salgında kaybettikten sonra mücadele etmekten vazgeçmiş ve annesinin yanında yaşamaya başlamış. Fakat Şule’yle karşılaştıktan sonra yeniden mücadele etmeye başlıyor. Adeta Sait Faik’in “Bir insanı sevmekle başlar her şey” sözünü anımsatır şekilde… Bu noktada aşkın umut, karamsarlık, mücadele gibi kavramlarla ilişkisi hakkında ne söylemek istersiniz?

Böyle bir metnin hikaye olması için bir ortamı anlatmanın dışında orada bir şeyler olmalı. Olanı biteni, bir şeyleri anlatabilmemiz için bi çıkış yolu, bi umut göstermek gerekiyor ve aşk burada karakterin eh belirleyici motivasyonu. 

Sadece sevdiğine ulaşma kaygısı değil, bir tür yaşama bağlanma şevki veriyor ona. Çünkü aşk geleceğe dair bir şey. 

Çok biyolojik olarak söylersek aslında yeni nesilleri ortaya çıkarmaya dair bir şey. Dolayısıyla aşk doğrudan gelecek ile ilgili bir heyecan veriyor insana. Murat Siyavuş için de bu böyle. 

O aslında evine kapanmış ölmeyi bekleyen bir durumdayken o aşkın verdiği umutla, heyecanla evinden çıkıyor ve macera başlıyor. 

“Ben dizide daha fazla abuklama duymayı isterdim”


Peki diziyi nasıl buldunuz? Sizin kitabı yazarken kurguladığınız dünyayla izlediğiniz dizinin dünyası arasında ne kadar bir uyum, ne kadar bir uyumsuzluk vardı? Ne hissettirirsiniz size kitabınızı bir dizi olarak izlemek?


Kitapla dizi arasında bayağı fark var. Ama bunun böyle olacağı baştan beri belliydi. Bu en baştan konuşulmuş bir şeydi. Dolayısıyla aslında ne ile karşılaşacağımı bilerek izledim ve o bağlamda çok başarılı buldum. Çok iyi yapılmış bir iş. Çekimler çok iyi. Oyunculuklar çok iyi. Tasarlanan dünya, renkler, temposu, müziği… Bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Ben daha ortalama bir şeye hazırlamıştım kendimi. 

Ama benim tasarladığım şey veya tasarlayacağım şey farklı olacaktı. Hangisi doğru olur, o konuda bir şey söylemek istemiyorum. 

Hakikaten burada Mert Baykal’ın başta olmak üzere baştan düşündüğü ve de baştan kurguladığı bir hikaye, gerçeklik söz konusu. Ben hastalığa biraz daha girilmesi  gerektiğini düşünüyorum. Mesela daha fazla abuklama duymayı isterdim.

Kitapta abuklamalar çok ön planda, bol bol abuklama cümlelerini yer veriliyor. Güzin Sarıoğlu Serbestiyet’e yazdığı kritikte bu abuklamaların aslında okuması çok keyifli şeyler olduğunu, alakasız kelimeler bütünü gibi gözükse de aslında üzerine düşündüğünüzde çok keyifli, lezzetli cümleler olduğunu söylüyor. Aslında bu abuklamayı biraz açsak… Bu abuklama fikri sizde nasıl oluştu, gerçek hayatta abuklamayla bu düşüncenizi bağdaştıran şey ne oldu?


Abuklama gerçek hayatta neye tekabül eder sorusuna çok cevap vermek istemiyorum. Çünkü bu gerçekten okuyucunun bulmasını, fikir yürütmesini istediğim, sevdiğim bir şey. Tek bir cevabı da yok. ‘Ben şunu kastettim’ falan diyebileceğim bir şey yok. Ben aslında öyle bir gerçeklik kurguladım. Bunun kendi içindeki tutarlılığına sadık kalmaya çalıştım ama kitapta anlatıldığı şekliyle abuklama düpedüz saçmalama değil aslında. Yani bir tür insanı içine çeken bir tarafı var. Bir akıl yürütme varmış gibi ama anlaşılmıyor. İlk duyduğunuzda, ilk cümlede anlamıyorsunuz ama ikinci cümleyi merak ettirecek bir özelliği var ve böyle giderek dinledikçe mantıklı geliyor. O kadar hızlı da bulaşmıyor, böyle hani pat diye bulaşan bir şey değil. Altı dakika gibi bir süre geçiyor kitapta bulaşması için. Değişiyor kişiye göre, duruma göre.


Dünyada böyle bir hastalık olduğunu bildiğiniz durumda, birisi saçmaladığında ondan doğrudan kaçmanız mümkün. Kulaklığa bile gerek yok aslında çoğu zaman. Ama yine de hastalık yayılıyor. Çünkü hiç beklemediğiniz kişide çıkabiliyor. Annenizde çıkabiliyor. Eşinizde, kocanızda çıkabiliyor. Ve o anlatmaya başladığında dinliyorsunuz. O yüzden de, yine kitapta geçiyor, insanların en yakınlarından en çok bu hastalığı kaptığı gerçeği var. Bu da yine COVİD pandemisinde tahmin ettiğim şeylerden bir tanesi oldu. Orada da hastalığa yakalananların büyük çoğunluğunun en yakındaki insanlardan kaptığı açıklanmıştı. Çünkü insanın doğasında olan bir şey bu. En yakınlarınıza karşı kalkanları indiriyorsunuz.


Abuklamaya gelecek olursak tekrar; bazı yorumlar geldi onları çağdaş edebiyata, soyut edebiyata, ikinci yeni şiirine benzeten. Onlar da işin tuzu biberi diyeyim. Abuklama yazması zevkliydi ama zordu da aynı zamanda. O kadar keyifliydi ki ama yazması,  daha fazlasını yazmamak için zor tuttum kendimi. Ki bazı yorumlarda daha fazla abuklama olsaydı keşke diyenler oldu.


Diziyle ilgili önceki sorudaki eleştirim ise; dizide bu hastalık sesle mi bulaşıyor, sözle mi? Orası tam net değil. Onu tam söylemiyor. Dizide bir konuşmada geçiyor ama çok net vurgulanmadığı için onu anlayamayan çok fazla izleyici olduğunu görüyorum. Ses dalgalarından kaynaklandığını düşünen de olmuş. Mesela kitapta bu çok net. Yani sesle ilgisi yok. Yazıyla da bulaşabiliyor. 


Karşınızdakini anlamaya çalışmıyorsanız o istediği kadar konuşsa da bulaşabilen bir hastalık değil aslında.


Evet. İşte o biraz daha vurgulansa daha iyi olurdu.


COVİD pandemisini yaşarken kitapta neleri öngördüğünüzü konuştuk ama ‘Ben bunu nasıl öngöremedim?’  dediğiniz bir şey oldu mu?


Pandemi sözcüğü mesela… Dünya çapında olan bir salgın olduğunda pandemi dendiğini ben o COVİD pandemisinde öğrendim. Önceden bilmiyordum. Olsaydı kullanırdım. Salgınlar konusunda belki biraz daha fazla araştırma yapmalıydım diye düşünüyorum şimdi ama aslında kitabın kendi gerçekliği açısından çok fark etmiyor bu. Çünkü burada gerçek bir virüsten bahsetmiyoruz. Burada başka türlü bir şeyden bahsediyoruz.

“Üçüncü romanımın Sıcak Kafa ve Kübra’yı toparlayan bir tarafı olacak”


İkinci kitabınız Kübra. Bize son olarak biraz bu kitabınızdan da bahsedebilir misiniz? Ufukta yeni bir kitap projeniz de var mı?

Kübra farklı bir hikaye ama bir ortak izlek var. Hatta şimdi planladığım üçüncü romanda da devam edecek olan bir izlek. Bunu keşfetmeyi okuyucuya bırakayım. 

Sadece şunu söyleyebilirim: Sıcak Kafa ile ilgili yine yayıncımız Egemen İpek’in “dilbilimkurgu” diye bir nitelemesi vardı. Bilimkurgunun bilim kısmının dilbilimden kaynaklanması gibi bir durum ve baş karakterin dilbilimci olmasıyla bağlantılı. Ve bu kavram Kübra’yı da bir şekilde kapsayan bir niteleme. Ve hatta şimdilik ön hazırlık aşamasındaki üçüncü romanımı da kapsayan bir niteleme olabilir. 

Üçüncü romanım bilimkurgu dozu bir tık daha fazla bir roman olacak. O da birazcık aslında cesaret etmekte zorlandığım bir şeydi. Çünkü Türkiye’de okuyucuda çok fazla karşılığı olmayan bir şey ama Sıcak Kafa ve Kübra’yı toparlayan bir tarafı olacak. Biraz daha bütüncül bir hikaye kurmaya çalışıyorum. Ama kuramayabilirim de. Ben böyle bir roman hazırlığı içinde olduğumu söylüyorum sorulduğunda ama sonunda bir şey de çıkmayabilir. Çünkü bayağı zorluyor gibi görünüyor.

- Advertisment -