Göçmenler ve Suriyeliler konusu gelecek 10 yılın en önemli başlıklarından biri olacak. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın çıkışları ile boyut değiştiren mesele 2023 seçimlerini şimdiden etkisi altına aldı. Ancak siyasi partilerin söylemleri çoğunlukla sahadaki gerçeklere değil seçmen tabanının duymak istediklerine göre şekilleniyor. Bu da bir yanda gerçekçi olmayan vaatler üzerinden gerilim tırmanmasına diğer yanda çözümü zaten zor olan meselenin daha da içinden çıkılamaz hale gelmesine neden oluyor.
Göçmenler ve Suriyeliler üzerine tartışmaların olabildiğine siyasallaştığı bir dönemde konuyu siyasetin dışından, ancak meselenin tam da içinden bir isimle konuştuk. Kariyerinin büyük bölümünü Birleşmiş Millet Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Türkiye ofisinde geçirmiş, bu kurumdan emekli olmuş, şimdi de hem ilgili tüm kesimlerle hem de siyasi partilerle bu konu üzerine temaslarda bulunan İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi Başkanı Metin Çorabatır’a sahadaki verileri, Türkiye’nin önündeki seçenekleri ve siyasal tartışmaların arkasında yatan nedenleri sorduk.
Son günlerde göçmenlerle ilgili tartışmalar hararetlendi. Kimileri 5 milyon, kimileri 10 milyon göçmenden bahsediyor. Afganlar ile Pakistanlılar çok geldi deniliyor. Siz yıllardır BM ve STK’ları yakından takip ediyorsunuz. Bulunduğumuz durumda Türkiye neyle karşı karşıya, biz neyi tartışıyoruz, bir resmini çekebilir miyiz?
Bir ülkenin sığınma sistemini, mülteci sistemini konuşurken salt rakamlardan hareket etmememiz lazım. Rakamlar çok önemli ama meselenin hukuki çerçevesine, ülkenin coğrafi durumuna, pek çok idari faktöre, idari yapıya, o idari yapıdaki mahkemelerin durumuna da bakmamız lazım. Bütün bunları bir arada değerlendirdiğimizde nasıl bir durumla karşı olduğumuzu görebiliriz ve ileride çözümler konusuna gelindiğinde referanslarımız da bunlar olmalı.
Haritaya baktığımızda çok net olarak görülüyor ki Türkiye; Doğu-Batı, Güney-Kuzey, Ortadoğu ile Avrupa arasında da bir köprü. Bangladeş’i Avrupa’ya bağlayan bir konumda. Dolayısıyla tarihi olarak göçlerin gelip geçtiği bir ülke konumundayız. Türkiye, çağdaş mülteci hukukunun gelişimine de bir şekilde ilgi gösterdi. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf oldu, ancak bu sınırlı bir taraflılık. Sözleşme’nin imzacı ülkelere verdiği bir hakkı baştan kullanarak, hâlâ devam ettirdiği şekilde coğrafi kısıtlama ile taraf oldu. Bu Sözleşme öncelikle bir hak-hukuk sözleşmesi, mülteci konusunda temel insan hakları sözleşmesi. 1951 Cenevre ile 1947 Soykırım sözleşmeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında çıkan en eski iki insan hakları dokümanı. Mülteci Sözleşmesi’nin temel aldığı ana kaynak da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi. Dolayısıyla mülteci meselesi bir insan hakkı olarak görülüyor. Gelen mültecilere koruma sağlayan ülkelerin çok geniş haklar tanıması lazım.
Üç kalıcı çözüm mümkün: Gönüllü geri dönüş, entegrasyon ya da üçüncü ülke
Tanım itibarıyla ülkesiyle, vatanıyla, vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu devletle koruma bağının kopması sonucunda insanlar uluslararası sınırı geçtiği takdirde mülteci oluyorlar. Geldikleri ülkelerde tamamen haklarının korunacağı bir yapı bulamıyorlar. İşte Cenevre Sözleşmesi’nin kurduğu sistem, kendi ülkesinin, yurt dışında da olsa sağlayamadığı korumanın uluslararası toplum adına bu kişilere sağlanması üzerine kurulu. Buna, uluslararası koruma diyoruz. Bu hukukun iki amacı var, biri mültecilere koruma sağlamak, diğeri ise onlara kalıcı çözümler bulmak.
Kalıcı çözümler derken de üç ana kategoride düşünebiliriz: Gönüllü ülkesine geri dönüş, geldiği ülkede entegrasyon, bunlar olmadığı takdirde de üçüncü ülkeye yerleştirme. Türkiye’nin, Cenevre’ye coğrafi kısıtlama ile taraf olması, Sözleşme’nin kendisine yüklediği sorumlulukları sadece Avrupa’dan gelen mültecilerle sınırlı tutması anlamına geliyor. Türkiye; Avrupa dışında bir ülke vatandaşı, eğer kişiyi mülteci yapan sebeplerle ülkemize gelirse, ona koruma sağlıyor ki sağlanması lazım, sınırları açıyor ama temel ve geniş hakları tanımıyor. Türkiye’de yerel entegrasyon olmadığı için üçüncü ülkeye yerleştirmek çözüm haline geliyor. Türkiye’nin sistemi bu varsayıma dayanıyor. Avrupa dışından gelen mülteciler için kalıcı çözüm ya geri dönüş ya da üçüncü ülkeye yerleştirme. Bunun da yarattığı köklü sorunlar var.
Türkiye’nin koruma sağladığı kitle 4 milyonun biraz üzerinde
Türkiye’nin 2000’li yılların başından itibaren Avrupa Birliği’ne (AB) giriş sürecinde birtakım yükümlülükleri vardı aday ülke olabilmek için. O çerçevede bu alan da gündemdeydi ve AB’nin talebiyle bir yasa çıkarttı Türkiye. Tarihinin ilk sığınma yasası, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü de sivil kurum olarak kuruldu, şimdi başkanlığa evrildi. 2013-2014’te oldu bunlar.
Dünyada Batılı ülkeler dışında çok mülteci alan ülkeler arasında yasası, kurumu ve geleneği olan ve bu açıdan avantajlı bir ülke Türkiye. Buna karşılık, Türkiye bunları yaparken coğrafi kısıtlamayı devam ettirdi, dolayısıyla yeni yasa biraz eksik çıktı. 2011’de daha yasa çıkmamışken Suriye’de olaylar patlak verdi ve insanlar gelmeye başladı, hızlandı bu geliş yıllar geçtikçe. Türkiye daha önceki kitle göçlerindeki uygulamaları yeni duruma adapte etmeye çalıştı. Kamplar kurdu vs. Ancak olaylar o kadar artmaya başladı ki Suriye’de bugünlere geldik. Resmi ifadelere göre 3,7 milyon Suriyeliye yeni yasanın tanımladığı ‘geçici koruma’ statüsü tanındı. Dolayısıyla şimdi bu 3,7 milyon Suriyeli, geçici koruma altında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Onun dışında da 350-400 bin kadar başka ülkelerden gelip de sığınma sistemine başvuran insan var. Bunlar genelde İran, Afganistan ve Irak ile değişik Afrika ülkelerinden gelenler. Bu kişiler de Türkiye’deki sığınma sistemine kayıtlı. Genel manzara bu. Türkiye’nin sağladığı uluslararası korumadan faydalanan insan sayısı 4 milyonun biraz üstünde. Son Ukrayna krizi ile birlikte sayıları 100 bine yaklaşan Ukrayna vatandaşı da Türkiye’ye geldi. Akrabaları olanlar, yerleşik Ukraynalıların yanına gelen yakınları yeni bir nüfus olarak karşımıza çıkıyor.
Mülteci sayısı korku yaratmak için abartılıyor
Siz BM’de çoğu zaman Türk makamlarıyla birebir diyalog içerisinde idiniz. Mültecilerin hakkı ile ilgili değişik diyaloglar söz konusu oldu. Bu tecrübeden de hareketle sizce Türkiye rakamları doğru tutuyor mu? Bu rakamların ne kadar gerçekçi olduğuna dair genel kanaat nedir?
Öncelikle BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, bütün bu sistemin gelişmesinde, yasanın yapılmasında ve bugün Türk makamlarının kapasitesinin gelişmesinde çok büyük katkılarda bulundu ve bulunmaya devam ediyor. Mülteci sayısı arttıkça, Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin de faaliyetleri giderek artıyor. Eğitim, kapasite geliştirme konularında bakanlıklarla çalışıyorlar. Sayıların inandırıcılığını sordunuz, başka bir kaynağımız yok. Bir başka kurumun veya yurt dışından bir başka kurumun tek tek koruma altındaki insanları sayma durumu yok.
İkincisi; ilk başlarda Suriyeliler gelmeye başladığı zaman o kaotik durumda sınırlarımızdan giriyorlardı. Jandarma eri soruyordu, ‘Muhammed’ diyordu ama kaç ‘m’ ile yazılıyor kaç ‘t’ ile yazılıyor bilinmiyordu. Doğru kayıtlar alınmadı. Daha sonra bu süreç bir sisteme bağlanmaya başladıkça, uluslararası yardım sağlanması da söz konusu oldukça, BM’nin de katılımıyla bir doğrulama egzersizine girildi. Tek tek Türkiye’deki Suriyeliler sayıldı. Kayıtlı oldukları illerde bu sayım yapıldı. Böylece veritabanı oluştu.
Sözleşmelere göre zaten ülkeler BM’ye bütün rakamları vermek mecburiyetinde. Bu rakamlarla oynamak Türkiye için de faydalı bir şey değil. Çünkü şimdi Bölgesel Mülteci ve Dayanıklılık Planı (3RP) var. Türkiye, Lübnan, Irak ve Mısır’ı kapsıyor, Suriyeli mültecilere koruma sağlıyor. Bütün programlar, yardımlar; bu ülkelerden alınan rakamlar ve BM ile birlikte yapılan çalışmaların sonucunda belirlenen ihtiyaçlar çerçevesinde belirleniyor. Çok fazla abartamazsınız, bir şekilde denetimi var. Çok fazla da aşağıda tutamazsınız. Teknik olarak ulaşamadığınız veya kayıtlı insanlar açısından şu anda BM’de kullanılan rakamlar, Türk hükümetinin sağladığı rakamlar.
Şimdi 10 milyon deniyor, abartılıyor. Bence ciddi bir abartma var, olay siyasileştiği için bir korku yaratma aracı haline geliyor. “Ülkemiz bir Arap işgali altındadır”, “istila altındadır” deniyor. Bu argümanı sunanların haliyle rakamları abartması normal. Normal olarak uluslararası toplumun BM forumlarında, AB ile yapılan müzakerelerde, yardım konusunda yapılan tartışmalarda ve bütün uluslararası belgelerde Türkiye’nin sunduğu, Türkiye kaynaklı bu rakamlar kullanılıyor.
2019 seçimlerinde mülteciler konusunun kullanılması dönüm noktası
Son beş senede değişti mi bu rakamlar? Bu tepki neden büyüyor? Göç İdaresi rakamlarına göre -Ukraynalıları saymazsak- rakam sabit gibi…
Belli bir oranda arttı. Bu artış buradaki nüfusun çoğalması ile ilişkili. 700 bin kadar bebek de doğdu. Dediğiniz doğru, nüfusta son üç-beş senedir büyük bir sıçrama olmadı, hatta geri dönüşler var. Avrupa’ya gidişler var. Türkiye sınırlarda duvarlar ördü, termal kameralar gibi bir sürü tedbirler aldı. Hâlâ gelişler olabiliyor. Farklı statü ile girenler de olabiliyor. Çıkanlar, geri dönenler de olabiliyor Türkiye kontrolü altındaki bölgelere. Son süreçte Suriyeli mülteci sayısında stabil bir noktaya gelindi. Küçük iniş ve çıkışlar oluyor.
Neden bu tartışmalar büyüyor? Biraz verilere, biraz da tecrübelere dayalı bir yorum yapacağım. Olay, başından bu yana siyasileşmişti. 2011’den bu yana. Her ne kadar siyasilerin, medyanın o kadar dikkatini çekmese bile yine de baştan itibaren ‘Recep Tayyip Erdoğan’ın mültecileri’ gibi tanımlamalar yapılıyordu. Özellikle muhalefet bu insanların mülteci olduğu konusunda hep şüphe uyandırıcı demeçler veriyordu. Bana sorarsanız dönüm noktası, bir önceki seçimler oldu. 2011 ile 2019 seçimleri arasında birçok referandum, seçim yapıldı ama mülteci konusu o kadar fazla gündemde tutulmamıştı. 2019 seçim kampanyalarında şunu gördük; hızlı şekilde Suriye düşmanlığı, geri gönderme, ülke sorunlarını bu olaya bağlama gibi bir eğilim başladı. Tam ülke genelinde olmasa bile, mesela şu andaki Bolu Belediye Başkanı, o seçim kampanyası ile en büyük başarıyı sağladı.
İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi olarak politik olmayan kurumuz, her partiyle görüşüyoruz. Demokrat Parti ile de Kılıçdaroğlu ile de defalarca konuştuk. Birçok genel başkan yardımcısı ile konuşuyoruz. AK Parti ile de görüşüyoruz. Bize soru sorup uzman görüşü almak isteyen herkese açığız. 2019 seçimlerinden sonra CHP ile yaptığımız bazı konuşmalarda en yüksek düzeydeki yetkililer açıkça söylediler. “Ne zaman ki kampanyalarda, mitinglerde ‘Suriyelileri göndereceğiz’ dedik, en büyük alkışı o zaman aldık” dediler. Bu siyasi bir meseleydi.
Geçen sene Afganistan’daki olaylar körüklenince Suriyelilerin üzerine yeni bir nüfus hareketinin nüvelerine rastladık. Orada da büyük bir abartma oldu. Ben şahsen iki kez Van’a gittim. İnceledik, değişik gözlemcilere sorduk, evet bir artış vardı, bir kısmı mevsimsel artıştı. Bir kısmı Afganistan’da yavaş yavaş Taliban’ın gelişini haber veren durumu yansıtıyordu. Afganistan’da kuraklık sonucu açlık ve büyük bir kıtlık var. Gelip para kazanarak evlerine yollayanlar da var. Bir artış var ama bu da çok abartıldı. “Elleri silahlı bekâr genç erkekler geliyor” dendi, Taliban rejimi temsilcileri gibi gösterilerek bir korku yaratıldı. Şimdi de bu süreç tırmanmaya devam ediyor. En son Ümit Özdağ’ın çıkışları vs.
Defalarca konuştuk CHP’li yetkililerle de; iktidara gelirseniz Esad ile el sıkışıp geri gönderme olmayacaktır. Uluslararası hukuku dikkate almadan bunu yapamazsınız dedik ve daha farklı bir söylem önerdik. Hükümet yanlısı medya da yavaş yavaş söylem değiştirmeye başladı.
Cumhurbaşkanı ve iktidar da geri göndermekten bahsetmeye başladı. Ama CHP ile iktidarın, Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinde bir nüans var. Kılıçdaroğlu’nun söylemi iktidara geldikleri andan itibaren Esad rejimi ile ilişkilerin düzeltilmesi üzerine ve iki yıl vade sunmaya başladı. İnsani bir şekilde onları kendi rızalarıyla ama Esad’ın kontrol ettiği Suriye’ye göndereceğiz diyordu. İktidar ise şu anda Suriye’ye, yani Esad bölgesine gitmek mümkün değil dolayısıyla TSK kontrolü altındaki bu cephelere yollayacağını söyledi gönüllü olarak yaklaşık 1 milyon kişiyi. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamalar var, konut programı yapılacak gibi. Her iki öneri de bence iddialı ama özellikle CHP’ninki bugünkü uluslararası konjonktürde yürümez.
Bu hafta başı Brüksel’de Suriye halkı ve komşu ülke halklarının desteklenmesi ile ilgili her yıl yapılan uluslararası konferansın altıncısı gerçekleştirildi. BM Mülteciler Yüksek Komiseri, AB Dış İlişkilerden sorumlu komiserinin katıldığı o konferansta herkesin söylediği, önümüzdeki kısa dönemde Suriye’de Şam yönetiminin bulunduğu bölgelerde gönüllü geri dönüş için ortam olmayacağı. Cenevre görüşmelerindeki Anayasa süreçlerine bakınca bu söyleniyor. Bir damla ilerleme yok. Dolayısıyla Türkiye dahil bu beş ülkedeki mülteciler için fon çağrıları yapılıyor. Birçok rapor var Suriye’nin Şam yönetimi kontrolü altındaki yerlerde geri dönüşün güvenli olmayacağına dair. Kılıçdaroğlu’nun bunları dikkate almadan, uluslararası toplumun kanaatini dikkate almadan, bile bile, duya duya geri göndereceğiz demesi, yarın iktidara geldikleri takdirde onlara belli bir zorluk yaratacaktır.
Açıklanan rakamlarda problem var hükümet açısından. 1 milyon yüksek bir sayı, o bölgeler bunu ne kadar içine çekebilecek? İkincisi; asıl sorun, 1 milyon insanı geri göndereceğiz dediğimiz yerler Suriye toprağı, yani Suriye’nin tanınmış sınırları içinde toprak bütünlüğü tanınan Suriye devletinin toprakları üzerinde. Türkiye, birkaç kez uluslararası topluma “gelin burada bir tampon bölge yapalım” dedi. 2012’de Davutoğlu Dışişleri Bakanı iken New York’taki BM Güvenlik Konseyi toplantısında bunu önerdi ama rağbet görmedi. En son Cumhurbaşkanı 2019’da BM Genel Kurulu’nda haritalarla, yerleşme planlarıyla ilgili aynı çağrıyı yaptı. Uluslararası toplum, daha önce başarısız gördüğü tecrübelerin de etkisi ile bu tampon bölge konusuna sıcak bakmıyor. Tek taraflı olarak o bölgelere bir tampon bölgeyi Türkiye kuracak, mültecileri oraya gönüllü olarak yollayacak ama burada egemenlik sorunu çıkıyor. Türkiye, 2003’teki İkinci Körfez Savaşı öncesi yeni bir mülteci göçü olur endişesiyle plan hazırlamıştı ama uluslararası toplum o zaman da mültecileri kendi ülkelerinde tutma, sınıra yaklaştırmama, yardımları orada yapma konusunda uyarmıştı. 1994 tarihli, 2014’te kalkan yönetmelik vardı yasadan önce, kitle göçlerinde amaç mültecileri sınırdan içeri almamak, öbür tarafta ihtiyaçları olan yardımları yapmak şeklindeydi. Buna bir alan açtı Türkiye, TSK. Orada uygulamak istiyor ama uluslararası desteği ne kadar sağlayacak bu proje? Bu noktada benim ciddi soru işaretlerim var. Çünkü devletlerin egemenlik alanı söz konusu ve şu anda Türkiye fiilen bir bölgede kontrolü ele almış güvenlik sağlıyor ve bu sebeple de oradaki mültecilere karşı sorumlulukları doğmuş olsa da 1 milyon insanı geri göndermesi uluslararası toplum açısından soru işareti ile karşılanacak bir durum.
Uluslararası toplum kabul etse de bu ne kadar hukuki ne kadar pratik? Hukuken bunu yapmasına müsaade edecek zemin var mı? İsteyen zaten gidecek, istemeyeni gönderme şansı var mı Türkiye’nin? 3,5 milyon insandan bahsediyoruz. Bu açıdan da ne kadar pratik? Geçmiş tecrübeler ne diyor?
Biz mültecilerle de çok yakın çalışıyoruz. Bazı durumlar boşanmalara da yol açıyor. Bayramlarda gidenler, daha önce giden akrabaları “Türkiye’deki yaşam koşullarınız çok ağır, hep birlikte burada yaşamaya devam edelim” diyor örneğin, kocayı ikna ediyorlar ama eşi edemiyorlar. Zaman zaman PYD sızması oluyor, geri püskürtülüyor, etkisiz hale getiriliyor vs. Genelde güvenlik olmasına rağmen yüzde 100 sağlanmış bir istikrar yok. Çeşitli Türk kurumları orada dört-beş senedir askeri fiili durum sonrasında okullar, sağlık ocakları açıyor, su, kanalizasyon altyapısı yapılıyor. Üniversiteler belli fakülteler açıyorlar. Gaziantep Üniversitesi mesela faal.
Nefret söylemi çok yaygınlaştı, bazı insanlar burada korku içinde yaşıyorlar. Çoğu aslında orada daha rahat olabiliriz diye düşünüyor. Bu proje uygulanabilecekse altyapısının halledilmesi lazım. Kaynakları nedir bilemiyoruz. Hükümet, kaynakların uluslararası toplum tarafından sağlandığını söylüyor. Altyapı bir kenara, uygulanacak ise de gönüllülüğün muhakkak BM gözetiminde test edilmesi lazım. Sizi çağırdı, “göndermek istiyoruz, İstanbul’da yaşıyorsunuz, giderseniz orada şu haklara orada sahip olacaksınız, ev vereceğiz” gibi hususları ‘okuyup anladım’ diye imzalamanız gerekecek. Bu süreçte de tarafsız bir gözlem kuruluşunun, bu durumda BM’nin, her bir mülakatın yapıldığı yerde hazır bulunması lazım. Kişilerin soracağı sorulara yanıt verilmesi lazım.
Gelecek iktidar mültecileri göndereceğim derse büyük yıkıma yol açar
İstemezse de gönderilebilir mi? “Hayır gitmeyeceğiz” diyenlere ne olacak?
Gönderilmemesi lazım, her iki durumda da. Hipotetik cevap vereyim, diyelim ki muhalefet iktidara geldi, “Şam rejimiyle el sıkışacağız” dedi. Şam rejimi elinizi sıkacak mı bu bir; ikincisi Esad yeni bir af ilan etti diyorlar. O af ile gidecekler… Gideceklerini hiç sanmıyorum. Zaten af konusu ters. Bu insanlar affedilecek bir suç işlemediler, suçlu varsa evlerini yıkan rejimdir. Dolayısıyla geleceğin iktidarı her ne koşulda olursa olsun “ben yollayacağım bu insanları” derse ve bunu harekete geçirirse o zaman bir başka yıkıma yol açacaktır, Türkiye’nin Batı dünyası ile bütün ilişkilerini yıkmış olacaktır. Geri göndermeme ilkesi uluslararası mülteci hukukunun, uluslararası insan hakları hukukunun ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin olmazsa olmazı, çok net.
Sadece mülteciler hukuku da değil. Cenevre Sözleşmesi’nin 33’üncü maddesinde geri göndermeme yasağı çok net bir yasak. Onun dışında işkence sözleşmelerinde de onur kırıcı muamelenin olabileceği riskli yerlere geri göndermeyi yasaklayan hükümler var. Türkiye’nin de taraf olduğu, herkesin kabul ettiği ilkeleri çiğneyerek ben yine gönderirim derseniz, her şeyden önce medeni dünya ile bağlantıları kopartmış olursunuz. Daha da önemlisi bu tür ortam hazırlanmadan yarım yamalak yapılan geri göndermeler başa daha büyük iş açıyor. Orada yeteri kadar ortam hazırlanmadan güvenerek yolladığınızda rejimin en ufak hareketinde daha büyük bir nüfus hareketiyle karşı karşıya kalıyorsunuz, o insanlar apar topar kaçmaya başlıyor.
Dolayısıyla, mesele yapabilmek değil. İşte egemen bir devlet savaş da açıyor. Rusya Ukrayna’ya savaş açtı, egemenim dedi. Ama bunun bir maliyeti var.
Türkiye, Türk toplumu bu süreçte önemli bir başarı gösterdi. Suhuletle yönetmeyi başarabildik açıkçası. Sayılar da değişmiyorsa, 2019’daki seçim kampanyalarında kullanılmaya başladı demiştiniz, ekonomideki olumsuz gelişmelerin, toplumdaki en kırılgan kesim olduğu için mültecilere yüklenmesi gibi bir durumdan bahsedebilir miyiz?
Dünyanın her yerinde 11 yıl, mülteci hayatı, insan hayatı için uzun ama bir devlet hayatı için kısa bir süre. Kısa sürede birdenbire artan şekilde 100 bin, 250 bin, 2 milyon derken yukarı gitti. Bu insanlar için eğitim planlaması, sağlık planlaması derken diğer bütün devlet çarkını yürüten hizmetlerde büyük bir aksama oluyor. Aynı pasta ve aynı hizmeti birdenbire daha büyük bir nüfusla paylaşmak zorunda kalıyorsunuz. Dolayısıyla dünyanın her yerinde bunun yarattığı bir sorun var. Bu sorun ile Türkiye’deki partilerin durumları arasında da bağlantı kuracağım.
Türkiye’de biz tek bir şeye yöneliyoruz. Türkiye’nin uyguladığı kısıtlama nedeniyle şu anda dikkat ederseniz kimse entegrasyondan bahsetmiyor. Entegrasyon için de bir mülteci statüsü verilmesi lazım. Bu insanların 11 senedir hakları yok. Türkiye, değişik sistemler denedi. Şimdi Türk okullarına alıyor, 750 bin Suriyeli çocuk okullara gidiyor ama bu bir hak olarak değil hizmet olarak yapılıyor. Sağlık da aynı şekilde. Bu insanların statüsü yok. Yani onları bu ülkeye bağlayan, geleceğe bağlayan birtakım garantileri yok. Zaten mültecilik hak ihlalleri sonucunda oluyor. Kalıcı çözüm olarak mesela iktidarın veya muhalefetin biz geri göndereceğiz söylemini, muhalefetin Esad yönetimiyle temaslara geçeceğiz söylemini düşünelim. Esad “Ben almıyorum” derse ne olacak. Af diyor ama hâlâ terörist de diyor. Yönetmelik çıkarttı birçoklarının mülküne el koydu.
Çözümün adı entegrasyon
“Alacağım ama ordunu da topraklarımdan çek” de diyebilir Esad…
Elbette belli koşullar öne sürecektir. Planladığınız sistem çalışmaz ise alternatif çözümün yine hukukta yeri var: Entegrasyon. Onların mülteci statüsünü tanımak. Bütün siyasi partilerin, uluslararası toplumun çözüm olarak gördüğü üç kalıcı çözüm ile ilgili seçim beyannamelerinde “eğer yollayamazsam şunu yapacağım” demesi lazım.
Bütün kargaşaya yol açan önemli bir faktör de coğrafi kısıtlamanın devam etmesi. Bütün partilere soruyorum; coğrafi kısıtlamayı kaldırmayı düşünüyor musunuz? En azından bir kısmını yolladınız, kalabilecek bir nüfus için ne sunulacak? Onu kimse konuşmuyor. Asıl kalıcı çözüm, ülkelerine dönecekleri gün gelinceye kadar yerel entegrasyon. Ama kimse statüsünü tanıyarak, haklarını vererek, entegrasyonu konuşmuyor. En büyük sorunlardan birisi örneğin, çalışma hakkının olmaması. Bu insanlar nasıl geçiniyor? Ya yardımla, AB yardımıyla ya da kayıt dışı çalışarak. Genç çocuklarını çalıştırıyorlar. Düşük yevmiyelerle, iş güvencesi ve sosyal güvencesi olmadan…
Modern kölelik gibi bir şey….
Kesinlikle. Ve bu 11 senedir sürüyor, buna nasıl bir çare bulacaksınız? Bu öneriler gelmiyor. O taktiğin de kitabı var elinizde. Almanya’nın, Avrupa ülkelerinin yaptığı bu statünün tanınması ve bu statü ile serbest dolaşım, mahkemeler önünde eşit temsil, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, serbest işler kurma hakkı…. Cenevre Sözleşmesi ile tanınan haklar var. Statü dediğimiz zaman o haklar geliyor. Ancak o zaman insanlar geleceklerini güvence altında görerek burada normal bir hayata başlayacak. 11 senedir normal bir hayata başlatamadık.