Malek Dağıstani *
Kesin bir karara varmak zor olsa da, o büyük icadı bulanların Hasan ve Hüseyin kardeşler olduklarına herkes hemfikir.
Bu iki Humuslu genç kardeş, 1980’lerin ilk yıllarında tutuklanan başka birçok insan gibi, çocuk yaşlarda tutuklanmış ve tutuklu yıllarının büyük kısmını Tedmur (Palmyra) Hapishanesi’nde geçirdikten sonra, 1980’lerin sonuna doğru başkent Şam’a yakın Sednaya Hapishanesi’ne getirimişlerdi.
Bu uzun yıllar boyunca akrabaları bir kere olsun onları ziyaret edememeleri bir yana, ne onlardan bir haber alabilmiş, ne de Hasan ve Hüseyin kardeşlerden akrabalarına bir haber ulaşabilmişti. Kısacası çocuklarının hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyorlardı.
Her şeye rağmen Sednaya Hapishanesi’ndeki olanaklar, Tedmur cehennemindeki şartlarla kıyaslanamayacak kadar iyi sayılabilirdi. Burda iki kardeş, her ay ziyaretleri olan bazı İslamcı tutuklularla dostluklar kurdular. Aynı dönemde birkaç tutuklu hapishaneye gizlice birkaç radyo sokabilmişlerdi.
İki kardeş, ziyaretleri açık olan bir arkadaşlarıyla gizlice ailelerine bir mektup yolladılar, mektupta onlara hayatta olduklarını ve Sednaya Hapishanesi’nde bulunduklarını yazdılar.
Mektuplarının sonuna da bir not düştüler: Annelerinden, devlete ait Şam (Dimeşq) Radyosu’nda yayınlanan ‘Dünyadaki Çocuklarımız’ programına telefonla katılmasını rica ettiler.
Zaten başka radyo kanalı olmayan Suriye’de bir zamanlar, yurtdışındaki Suriyelilerle iletişime geçmek de pek kolay değildi.
Özellikle 1950’lerde, 1960’larda iş aramak ve yeni bir hayat kurmak umuduyla yurtdışına çıkanlarla Suriye’deki akrabaları arasında iletişim zorlukları nedeniyle bağlar kopmuş, yeniden iletişime geçmek isteyenler Suriye’nin yegane radyo istasyonunda yayımlanan o haftalık progama telefonla bağlanarak iki yönde sesli mesajlar iletebiliyorlardı.
1990’lara geldiğimizde artık her evde bir televizyon olmasına rağmen radyo hala işlevini kaybetmemiş, telefonla iletişim kolaylaşsa da o radyo programı hala yayınlanıyor, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayanlar arasında ‘antik’ görülse bile bir köprü kuruyordu.
Program her Cumartesi gece saat 10.30’da yayınlanıyordu. Hasan ve Hüseyin kardeşler her hafta o saatte, hapiste kimsenin açmadığı Şam Radyosu’nu açıyor ve annelerinin sesini duymayı bekliyorlardı.
Böylece aradan aylar geçti, sonra bir Cumartesi gecesi o mucize gerçekleşti.
Programı yöneten spiker Hasan ve Hüseyin’in annesine, mesajını kime iletmek istediğini sordu. Anne de Romanya’da üniversitede öğrenci olan iki çocuğuna olacağını söyler. Bunu takip eden dakikalarda Şam Radyosu dinleyicileri, bu programın tarihindeki en tuhaf mesajı duydular:
“Merhaba canım çocuklarm… Merhaba sevgili çocuklarım… Sizi çok özledim…” diye başlayan anne hıçkırıkla ağlamaya başladı.
Spiker kız onu yatıştırmaya çalıştı, devam etmesini söyledi. Anne hıçkırıklarını zor kontrol ederek sözlerine devam etti.
Mesajında ne spikerin, ne de radyo dinleyenlerin anlaması mümkün olmayacak çelişkiler vardı. Mesela mesajına başlamadan önce iki çocuğunun Romanya’ya bir yıl önce gittiklerini söylemişti, devamında ise ‘aile ferdlerinin haberleri’ çerçevesinde kız kardeşlerinin evlenip 3 çocuk sahibi olduğunu, bu çocukların tek tek adlarını da vererek anlattı, küçük erkek kardeşlerinin de üniversiteyi bitirdiğini söyledi.
Bunlar gibi zaman açısından birçok tutarsızlık kimsenin dikkatini çekmedi.
Annenin sesli mesajı bitti, iki çocuğu da onu dinlerken gözyaşlarına boğulmuştu. Bunlar hüzün gözyaşları oldukları kadar, aynı zamanda mutluluk ve hasret gözyaşlarıydı.
Ve bu olay hapishanede yeni bir çağın başlangıcı gibiydi.
10 yıl kadar süre akrabalarıyla hiçbir iletişim olanağı olmayan, dünyayla aralarına kalın bir duvar örülmüş olan siyasi tutuklulara bir tür ışık penceresi açılmış gibiydi.
Aynı anda radyo programı için de yeni bir çığır açılmış gibiydi, aradan bir kaç hafta geçmeden, program vaktinin tümü Sednaya mahpuslarının aileleri tarafından işgal edildi.
O soğuk ve uzun gecelerde, Cumartesi gecesi saat on buçukta hemen hemen hapishanenin bütün koğuşlarında kutsal bir sessizlik hakim oluyordu. Ailesine haber göndermiş olan her mahpus bir sonraki mesajın kendisine olması için sessizce dua ediyordu. O gerginlik anlarında gerçek üstü bir duygu karmaşası hüküm sürer, gözyaşları kahkalara karışırdı. Gözyaşlarının nedeni açıkken kahkalara yol açan şey ise mesajların içindeki acaip tutarsızlıklardı.
O günlerde Cumartesi geceleri haftanın en önemli geceleriydi. Acaba dünyada bir annenin çocuğuna ‘Seni özledim canım’ demek için bu kadar hileye başvurmak zorunda kaldığı başka bir ülke var mı, diye soruyorduk birbirimize.
O programda Cumartesi geceleri en çok tekrarlanan, 5 sözcükten oluşan ‘seni çok özledim canım oğlum’ cümlesiydi, on yıl kadar önce kucağından alınarak cehenneme götürülmüş olan çocuğunun duyup duymadığını bilmeden söylenen cümle.
Normal hayat şartlarında çok sıradan olan, annelerin pek anlam yüklemeden söyleyebilecekleri bu cümle, Sednaya Hapishanesi’nde, 1990’lı yıllarda Cumartesi geceleri, yüzlerce mahpusu ağlatabiliyordu, belki hapishane duvarlarını bile.
Spiker kızın hakkını da yememek gerekir, açıklanması zor bir sabırla, o Cumartesi annelerinin ağlamalarını dinler, mesajlarındaki tutarsızlıkları sormaz, en önemlisi de bu annelerin hepsinin çocukları üniversitelerde okuyor diye sevinmeleri gerekirken neden ağladıklarını anlamasa da sorgulamazdı.
Ziyaretleri açık olan bazı mahpusların eşleri de bazen radyo programına bağlanarak onları sevdiklerini dile getirdikleri zaman, mahpus eşlerini zor durumda bırakıyorlardı. Çünkü bu yaptıklarıyla ziyaret hakkı olmayan mahpusların program zamanından payına düşecek fırsatı ellerinden almış oluyorlardı.
Ama mahpuslar için en zor durum şuydu: programda çocuğu hala Tedmur Hapishanesi’nde olan bir annenin ilettiği mesajlarda dile getirdiği duygularının oğluna ulaşmayacağını biliyorduk. Dahada beteri mesaj ileten annenin oğlunun yıllar önce idam edildiğini ya da Tedmur’da 1980 yılının haziran ayında gerçekleşen katliamda öldürüldüğünü bilmeyerek ona seslenmesi bizi çileden çıkarıyor, çocuklar gibi ağlıyorduk.
Pazar günü sabahlarında, koğuş kapıları açılınca, dün gece sesli mesajlar alan mahpuslar tebrik yağmuruna tutuluyor, mesaj bekleyen ve alamayanlar ise mahpuslara has sabırla gelecek haftayı bekliyorlardı.
Bütün bunlar doksanlı yılların başında yaşandı. Bu hikayeler ne kadar acı ve çile içerseler de, bugün Suriyede ortadan kaybolan/ kaybettirilen onbinlerce insan, yine binlerce insanın işkence altında öldürülmesinin, bunların yayımlanan fotoğrafların arasında çocuklarınınkini arayan ailelerin trajedileriyle kıyaslandığında katlanılabilir acılar olduklarını göreceğiz.
Malek Dağıstani: Suriyeli gazeteci – yazar. 1980’ler ve 1990’lar arasında siyasi tutuklu olarak yıllarca hapishanede yatmış olup, 2012’den bu yana İstanbulda yaşıyor.
Çeviren: Bekir Sıdkı