Alman araştırmacı Ulla Johansen (d. 1926), 1957 yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık bursuyla, Toroslarda yaşam süren Yörükleri konu alan bir araştırma yapmak ister. Şansı yaver gider. Çünkü o dönemde, aynı bölgede Prof. Halet Çambel Karatepe kazılarına başlamıştır. Bölgenin sadece kazılarıyla değil her türlü kültürel meselesi ile ilgilenen hassasiyet sahibi bir bilim insanı olan Çambel’in de yardımıyla Ulla Hanım zor da olsa amacına ulaşır.
Ulla Hanım, Adana hudutları içindeki Saimbeyli ilçesine bağlı Beypınar köyüne gelerek çalışmalarını başlatır. Alman araştırmacı başlangıçta yadırganır ve dışlanır. Tam bu aşamada yöre insanıyla iyi ilişkileri olan Halet Hanım devreye girerek halkın Ulla Hanıma yardımcı olmasını sağlar.
Araştırmacının, bir Yörük ailesinin yaşamına yedi ay boyunca 24 saat ortak olduğu bir araştırmadan bahsediyorum. Bugün dahi yönetilmesi çok zor bir süreç. Çok farklı bir kültürden gelip, Toros dağlarının zirvesinde, modern hiçbir imkânın bulunmadığı, çok farklı bir inanç ve kültürün egemen olduğu, en zaruri gereksinimlerin dahi ilkel şartlarda karşılandığı bir yaşama katılmaktan söz ediyoruz.
Hayvancılığı merkeze alan bir yaşam, konar göçer bir kültür, Ramazan orucu, dinsel ritüeller, giyim kuşam farkları… Onlarca engelin, olmazın hiçbiri Alman araştırmacı Ulla Johansen’i Yörükleri anlama azminden vazgeçirememiş.
Halet Çambel’in Beypınar köyü sakinlerinden İsa (Ese) Ağa’ya emanet ettiği Ulla Hanımın Yörük ailesinin evinde sürdürdüğü yedi aylık ikametinin tüm safhalarını burada yazmak, bu makalenin hacmini aşar. Ama yine de küçük bir anekdot vereyim:
Ese Ağa 1971 yılında vefat eder. Ulla Hanım haberi duyar duymaz Almanya’dan yola çıkıp Yörük obasına gelir, ahbabına vefa gösterir. Ese Ağa için Kur’an okutur, yöre inancının tüm gereklerini yerine getirerek taziyede bulunur.
Bu ilham verici hikâye, geçtiğimiz yıl “Yörük Obasında Bir Alman Kızı: Ulla” (HS Yayıncılık) isimli kitapla ölümsüzleştirildi. Kitabın yazarı, o dönemin 9 yaşındaki -oba lakabıyla- Koçaş’ı; yani sırasıyla ilkokul öğretmenliği, vali yardımcılığı ve nihayet 23, 24 ve 25. dönem AK Parti Adana milletvekilliği yapan Ali Küçükaydın.
280 sayfalık kitapta, Ulla Hanımın 1957 yılında Yörüklerin yaşam biçimini araştırmak için geldiği Beypınar köyünde 7 ay boyunca yaşadıklarının yanı sıra, vefat ettiği 2020 yılına kadar bölge halkı ile olan dostluk ilişkisi tüm detaylarıyla anlatılıyor.
Ne var ki bize mahsus nakısalar, insani dokusu yüksek bu hümanist hikâyeye de maalesef dâhil oluyor ve beni bu makaleyi yazmaya iten, yürek burkucu bir kitap basım hikâyesi başlıyor.
Ulla Johansen’in çalışmasının akıbeti
Ulla Johansen’in Yörüklere ilgisi Almanya’ya dönüşünden sonra da devam eder. Douglas White ile birlikte “Network Analysis and Etnographic Problems” isimli bilimsel çalışmasını İngilizce yayımlar.
Ancak Türkiye’den araştırmanın Türkçe basımıyla alakalı ses seda çıkmaz. Ta ki 1999 yılına kadar.
İlkokul öğretmenliği yaparken Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi Siyaset ve İdare bölümünü bitirip önce kaymakam, ardından Gaziantep vali yardımcısı olan Ali Küçükaydın (Koçaş), eserin basımı için Kültür Bakanlığı nezdinde girişimlere başlar. Ancak ödenek yokluğu ve benzeri gerekçelerle Ulla Johansen’in çalışması basılmaz.
2002 Kasımı: Ali Küçükaydın daha evvel DYP saflarında başladığı siyasi hayatına yeni kurulan AK Parti’de devam etmek istemiş, milletvekili adaylığını açıklamış, Adana listesinde 8. sırada yer bulmuş, seçilmesi imkânsız görülürken, DYP, ANAP ve MHP’nin seçim barajının altında kalmasından dolayı AK Parti Adana’dan tam 8 milletvekili çıkarmış ve Ali Küçükaydın iktidar partisinden Adana milletvekili olmuştur. Şartlar oluşmuş, AK Parti tek başına iktidar olmuş, Ali Küçükaydın Ulla Hanımla birlikte Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun makamının yolunu tutmuştur. Takvim yaprakları 2004 yılını gösterirken Bakan Mumcu, Ulla Johansen’in çalışmasına ilgi göstermiş, eserin basımına karar vermiştir.
Bu arada eserin önsözünü dünyaca ünlü Çukurovalı yazar Yaşar Kemal’in yazması düşüncesi doğmuş, Yaşar Kemal ezbere bildiği bir konunun önsözünü yazmayı kabul etmiş, Ulla Hanım gelişmeler karşısında duyduğu memnuniyetle bakanlıktan ayrılmıştır.
Mumcu istifa ediyor
Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun hem bakanlıktan hem de AK Parti’den istifası Johansen’in kitabının basımını bir müddet ertelese de bakanlık basım sürecini sürdürür. Mumcu’nun yerine, kamuoyunda tarzı ve tavırlarıyla hayli tartışmalı bir siyasetçi olan Atilla Koç atanır.
Yeni bir kriz daha… Yaşar Kemal’in önsözü
“50 yıl önce Türkiye’de Yörüklerin Yayla Hayatı“ adını taşıyan kitap artık basıma hazırdır. Kitabın önsözünü, taparcasına sevdiği bölgeyi merkeze alan ve hepsi de birçok dünya diline çevrilen onlarca eser kaleme almış olan Yaşar Kemal yazmıştır. Yazmıştır yazmasına da, iki sayfalık önsözde iki kelime bakanlığı rahatsız etmiştir.
“Alevi Kürtler…”
Toplam iki kelime…
Konunun tam anlaşılması için, Yaşar Kemal’in anlatımını içeren paragrafın tamamını buraya alıyorum:
“İlk Kahveyi Kerimoğlu’yla birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu her halde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım. Sonradan Yörüklerde de, Türkmenlerde de, Torosların Alevi Kürtlerinde de dibek kahvesi içtim. O tadı hiçbir kahvede bulamadım. Ya da çocukluk kahvesinin tadı kokusu…”
Krize neden olan paragraf değil, cümle de değil, iki kelime; Alevi Kürtler.
Kültür Bakanlığı “Alevi Kürtler” ibaresi geçen bir önsöze izin vermeyeceğini, ibarenin önsözden çıkartılması gerektiğini taraflara şifahen tebliğ eder. Yaşar Kemal bu müdahaleye sert tepki gösterir. Sansür olarak değerlendirir ve talebi reddeder. Değişik devlet kurumları ve tarihçiler devreye girer. “Alevi Kürt” diye bir etnisitenin olmasının imkânsızlığı “bilimsel metotlarla” Yaşar Kemal’e anlatılır, ancak Yaşar Kemal ikna olmaz. Toros dağlarının ozanı olarak, yöreyi Ankara tarihçilerinden daha iyi bildiğini söyler, teklifi reddeder.
Bu arada Ulla Johansen büyük bir üzüntüye gark olur. Eserinin Yaşar Kemal’in önsözüyle basılmasını ister. Sonuçta Ankara kazanır, eser Kültür Bakanlığınca Yaşar Kemal’in önsözü olmaksızın basılır. Tüm bu detayları, dönemin tanığı ve kitabın basılmasını hararetle isteyen ve takip eden Ali Küçükaydın’ın kitabından öğreniyoruz.
AK Parti’nin bugünkü kudretinden hayli uzak ama tek başına iktidar olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Kabahati bakanlık bürokrasisine yıkabilir miyiz?
2010 yılına gidelim.
Ulla Johansen’in kitabını bu defa Adana’nın en büyük taşra ilçesi olan Kozan Belediyesi basar. Başkan AK Partili, milli görüş kökenli bir isim. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun Sivas belediye başkanı olduğu dönemde yardımcılığını yapmış bir kişi olan Kazım Özgan, 2019 yerel seçimlerine Saadet Partisi’nden katılır ve kazanır. Özgan, halen Kozan belediye başkanlığını sürdürüyor.
Konudan haberdar olup olmadığını bilmiyorum ama Kazım Özgan’ın başkanlığını yaptığı Kozan Belediyesi’nin 2010 yılında bastığı kitapta da Yaşar Kemal’in önsözü yok.
‘Netameli’ iki kelimeyi bir araya getiren (hem Alevi hem Kürt) kavramın taşıdığı huzursuzluk hali mi, yoksa resmi tarihte mündemiç “Alevi Kürtlerin” dönme Ermeniler olduğu tezi mi etkili olmuştur bu direnişte, bilinmez, ama geç gelen bir mutluluk maalesef nihayete erememiştir.
Tabii milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı tarih okuma biçiminin ezeli kardeşliği de ayrı bir bahis konusudur. Özellikle konu Aleviler, Kürtler olunca…
İşin ilginç yanlarından biri de şu: Yaşar Kemal gibi uluslararası üne sahip bir yazarın önsözüne uygulanan sansür o dönemde basında hiç tartışılmamış. Konuyu Yaşar Kemal de gündeme hiç getirmemiş. Basılmayan önsöz, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan, Yaşar Kemal’in farklı zamanlarda yaptığı konuşmaların derlendiği “Bin Bir Çiçekli Bahçe” isimli kitapta yer almış, ancak bağlamına dair herhangi bir şerh düşülmemiş.
Hikâyenin iki kahramanı da şu anda yaşamıyor. Ortaya bir yayıncı çıkar, yarım kalan hikâyeyi tamamlar mı bilmiyorum.
Bu vesile ile, Çukurova’nın sakıncalı ozanı Yaşar Kemal’in “sakıncalı” önsözünü de okurların dikkatine sunalım…
Krize neden olan sakıncalı önsöz
Ulla Johansen’in bu kitaptaki gözlemleri olağanüstüdür. Profesör Ulla Johansen bilim insanı gözlemciliğini sevgiyle saygıyla yoğurmayı bilmiş, genç bir asistanken altı ay boyunca yaşamlarını paylaştığı Yörüklerle kırk yıla yakın bir süre sonra yeniden buluşmuş, göçlerine katılmış. Böylece biten bir yaşamın, kültürün sonlarına yetişebilmiş ya, bize de yitip giden bir yaşam biçimini, bir kültürü armağan ediyor.
“Yörüklerin son yıllarında onlarla birlikte ben de yaşadım. Bu dediğim Ulla Johansen’in gözlemlediği dönemin epey öncesi. Biz Çukurovalılar, kışlıkları Çukurova olduğu için Yörüklerle iç içeydik. Bir Yörük obasının başı Kerimoğlu babamın dostuydu. Babam öldükten sonra bile Kerimoğlu’yla dostluğumuz sürdü.
“Yörükler yayla dönüşü bizim köyün alt başındaki geniş meraya konarlar, burada bir hafta on gün kalırlardı. Kerimoğlu düzlüğe her indiklerinde, çadırlar kurulur kurulmaz türlü hediyelerle bize gelirdi. Bir yayla dönüşünde anamla birlikte Kerimoğlu çadırına gittik. İlk kahveyi Kerimoğlu’yla birlikte o görkemli çadırda içtim. Kerimoğlu herhalde beni babamın yerine koymuştu. O gün bugündür de o kahvenin tadını kokusunu hiçbir kahvede bulamadım. Sonradan Yörüklerde de, Türkmenlerde de, Torosların Alevi Kürtlerinde de dibek kahvesi içtim ya o tadı hiçbir kahvede bulamadım. Ya da çocukluk kahvesinin tadı, kokusu…
“Gördüğüm kahve dibekleri kırmızı bir ağaçtandı ve çok güzel işlenmişti, pırıl pırıldı. Tunç dibekleri ben sonradan gördüm. Konuklara ikram etmek de törenin içindeydi. Ulla Johansen kahvelerden, dibeklerden söz etmiyor. Yoksa elliler Yörüklerin tükeniş, yoksulluk yılları mıydı? İğneden ipliğe kadar Yörüklerin bütün yaşantılarını yazan Ulla Johansen, Yörüklere bir hal olmasaydı kilimleri, ala çuvalları, heybeleri, cicimleri, halıları, bütün kahvesini de yazardı.
“Kilimlerde, halılarda gördüğümüz solmayan, eskidikçe de parlayan boyaların hangi otlardan, hangi ağaç, hangi çalı köklerinden, kabuklardan çıkarıldıkları unutulmuştu. Kökboyaların hangi köklerden, kabuklardan çıkarıldıklarını Profesör Ulla’dan öğreniyoruz. Kök boyalar üstüne yazılmış kitaplar da var ya daha niceleri de olsa ne iyi olur.
“Kökboyaları kullananlar Türkmen, Kürt kilim ve halı dokuyucuları, bir de Yörüklerdir.
“Yörükler bir Türkmen kolu mu ya da ayrı bir kabile mi? Birçok araştırmacıya göre bunlar Türkmen’dir. Türkmen olsalar da olmasalar da yerleşmeye bütün olumsuzluklara karşın direniyorlar. 1986’nın Mayıs ayında dağlara doğru Savrun çayının gözesine gidiyordum, yolda bir ormanın ucunda bir Yörük obasıyla karşılaştım. Sürüleri arkada, kamyonları öndeydi. Kamyonlar ağzına kadar doluydu kadın erkekli. Erkeklerin elinde de birer kirmen, eğiriyorlardı. Çukurova’da bu konargöçerlere Türkmen, Avşar ya da göçer demezler. Aydınlı derlerdi. Türkmenler, Avşarlar 1865-1870 yıllarında Kozanoğlu başkaldırısının yenilgisinden sonra Çukurova’ya yerleşmişlerdi. Kimileri onlar Aydın’dan Çukurova’ya göç etmiş Aydınlı aşiretindendir diyorlardı. Bir kısmı da Alevi’ydi ya, onlar da Alevi törelerinden, geleneklerinden hemen hemen bir şey kalmamıştı. Obaların çoğu Sünnileşmişti.
Arabayı kullanan arkadaşıma “Bunlarla nasıl konuşurum?” dedim.
“Oba ileriye konmuştur” dedi. Biraz ilerleyince ormanın kıyısında halka oluşturmuş çadırlar gördük. Orada durduk. Çadırların birinden bir adam çıktı, başka bir çadırdan da bir yaşlı. Her çadırın önünde bir traktör duruyordu. Traktörün yanında da, saydım, beş akümülatör bağlanmıştı. Genç adamın adı Halil’di ve okuryazardı.
“Bu kadar akümülatöre ne gerek var?” diye sordum.
“Televizyon için” dedi.
Halil şaşkınlığımı görünce de çadırın kapısını gösterdi, “Buyur içeri” dedi.
Halil bizi kahve içmeye davet etti. İçtiğim kahve o kahve değildi. Ona öteki obaları sordum. Hangi obanın nerelerde kışladıklarını, nerede yayladıklarını biliyordu. Birçok oba da yerleşmiş, imi timi yitmişti. Ona Horzumluları sordum. Çukurova’da çıkıyorlardı. Deveyle yaylaya çıkanlar kalmamıştı. “Biz de” dedi Halil, “son demlerimizi yaşıyoruz. Birkaç yıl sonra konargöçer diye kimse kalmayacak.”
Profesör Ulla Johansen’in saptadığı evlenmeler de ilginç. Onların evlenmeleri Türkmenlerin evlenme törenlerine benziyor. Örneğin bir kardeş ölünce, dul karısının kardeşiyle evlendirilmesi Türkmenlerde, Kürtlerde de var. Profesör Ulla, Yörüklerin düğünlerinden pek öyle söz etmiyor. Eskiden onların düğün törenleri de tıpkı Türkmenlerin düğün törenleri gibiydi. Üç beş gün, bir hafta onların da düğünleri olurdu. Onlar da düğünlerini çoğunlukla sonbaharda yapardı. Yörükler yok olurken önce gelenekleri, görenekleri yok oldu. Ulla Johansen bu yaşam biçimini yok olmadan önceki haliyle aktarmakla çok değerli bir iş yapıyor ya, çok önemli olan da bir kadın olarak gelenekleri sürdüren Yörük kadınların dünyasını yakından gözlemlemiş olması…
Gençliğimde folklor çalışmaları yaparken, önce Yörüklere gittim. Onlardan çok türkü, çok masallar, çok destan derleyecektim. Çünkü onlar kendi dünyalarında yaşıyorlardı. İlişkileri yalnız Türkmenlerleydi. Bir yaz Torosları yayla yayla dolaştım, hemen hemen bir şey bulamadım. Ne bir ağıt, ne bir türkü. Bir bilmece bile yazamadım. Bunlardan sonra da kuytularda kalmış birkaç Türkmen köyüne gittim, onlarda da bir şeyler bulamadım. Güvendiğim dağlara kar yağmıştı. Salt üç tane çocuk tekerlemesi aldım yaşlı bir adamdan.
Aydınlılar bir azınlıktı Çukurova’da. Türkmenler bir çoğunluktu. Halep Türkmenleri, Çukurova Türkmenleri, söylendiğine göre bir milyondan çok nüfusa sahipti. Büyük şairler, büyük destancılar yetişmişlerdi. Aydınlılar gittikçe azalmışlardı. Onlar azaldıkça da kültürlerinden geleneklerinden uzaklaşmışlardı. Tam tükendiklerinde, onlar için Çukurova’da kışlak, Toroslarda yaylak kalmamıştı. Bugün Çukurova’da köyleri var ama kültürleri yok. Onları da televizyonlar besliyor.
Profesör Ulla Johansen’in armağan ettiği yitip giden bir yaşam biçiminin, bir kültürün izlerinden öte genç araştırmacılara örnek olması gereken bir titizlik, duyarlılık, inat ve sebat. Bugünün genç araştırmacıları da büyük kültürel zenginliklerimiz hepten yok olmadan aynı yoldan gitseler…