Siyasete hâkim olan keskin kutuplaşmacı dil ve çatışmacı siyasetin politik göçleri hızlandırdığını, kozmopolitan ve çoğulcu İzmir’i dönüştürerek “seküler/laik cephenin kutbu, “Cumhuriyet’in son kalesi” haline getirdiğini ifade ediyorsunuz. Ortaya çıkan politik, toplumsal ve kültürel bölünme hattını ise “Berlin Duvarı” analojisiyle “İzmir Duvarı” şeklinde kavramsallaştırıyorsunuz. Bu duvarın anlatmaya çalıştığı kültür savaşı, iktidarın otoriter hamleleriyle her geçen gün biraz daha tahkim ediliyor gibi gözüküyor. Olası bir iktidar değişimi ve sonrasında yaşanabilecek uzlaşma ikliminin İzmir Duvarı’nı yıkma ihtimali var mı?
“Berlin Duvarı”, özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısı Avrupa toplumundaki kültürel ve ideolojik yarılmayı kalın hatlarla resmeden mimari bir tasarımdı. Öte yandan farklı toplumsal dünyaların sınır hatlarını ortaya koyma iddiasıyla, 21’inci yüzyıl Türkiyesi’nde olan bitenleri anlamamızda da hayli işlevsel gözüküyordu. Özellikle de bu duvarın sembolik bir hat üzerinden görünüm kazandığı mekân-iktidar ve kültür üçgeninde biriken enerjiye yöneldiğimizde… Çalışmada “İzmir Duvarı” olarak başlığa çektiğim bu sembolik sınır ise, AK Parti’nin kesintisiz iktidarına eşlik eden yeni hegemonyanın dışında kalan coğrafi ve toplumsal kuşağı resmeder. Bir başka ifadeyle ortaya koyduğu politik ve kültürel kimlikle İzmir, muhafazakâr siyasetin erişemediği kentsel-seküler kuşakların mekânsal ifade alanı halindeydi.
Ancak ilginçtir bu sembolik duvar, 21’inci yüzyıl Türkiyesi’ne özgü koşullar ve deneyimlerle biçimlendi. Yani AK Parti öncesi İzmir, politik ve ideolojik havzalarda neredeyse bambaşka bir damarı ve hattı temsil ediyordu. Daha somut konuşursak, erken Cumhuriyet döneminde Serbest Cumhuriyet muhalefetinin, 1950 sonrası merkez-sağın radikal içeriklerden yoksun revizyonist siyasetinin vitrini halindeydi. 21’inci yüzyıla geldiğimizde ise, siyasal dengeler Millî Görüşçü kadroların öncülük ettiği AK Parti lehine gelişir. Merkez-sağ parti ve hareketler, yarım asır boyunca konsolide ettikleri ulusal ve yerel siyasal arenadan çekilme periyoduna girer. Yaşanan boşlukla birlikte, geniş kitlelerin politik arayışları da hız kazanır. Nitekim merkez-sağ seçmenin yerleşeceği yeni adresler, kentsel ve ulusal politik sarkacın değişiminde bütünüyle belirleyiciydi.
Yakaladığı trendle AK Parti, merkez-sağdan boşalan ve muhafazakâr değerlerle de barışık tabakalarda rıza üretme kapasitesini her geçen gün artırdı. Ancak merkez-sağın “seküler” kanadının baskın olduğu İzmir’e geldiğimizde, bu akışkanlığın hızı düşüyordu. Nitekim merkez-sağın kentli ve seküler değerlere açık tabakalarının yoğunlaştığı İzmir’de politik göçler, CHP siyaseti etrafında kümelendi.
Ancak soruda da bahsettiğiniz gibi, “İzmir Duvarı”nın etkisini yitirmesi ya da anlamsızlaşması, siyasal dengelerin değişimi ve kültür savaşındaki tansiyonun erişeceği seviyeyle ilgili bir durumu ihtiva ediyor. Bu anlamda İzmir, AK Parti öncesindeki seçimlerde Millî Görüş bünyesindeki partiler ve MHP’nin tarz-ı milliyetçiliğiyle olan doku uyuşmazlığını net bir şekilde ortaya koyuyordu. Kent kamuoyunun bilişsel haritasında bu mecradan gelişen hareket ve partiler, “aşırı sağ” olarak tercüme ediliyordu. Nitekim politik CV’si Millî Görüş dönemine uzanan kadroların öncülük ettiği AK Parti’ye dönük mesafenin arka planında önemli ölçüde Millî Görüş’e yüklenen anlamlar yatar. Ancak ilerleyen dönemler sağ-siyasal arenada Cumhuriyet modernliği ve kentli-seküler değerlerle barışık hareketlerin ulusal siyasetteki ağırlığı arttığı ölçüde, İzmir’de de yankılarını duymamız işten bile değil kanımca…
Aksaray Üniversitesi Sosyoloji Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi Dr. İrfan Özet.
Soner Çağaptay’ın İzmir’in ‘öteki Türkiye’nin başkenti’ olduğu yönündeki ifadesi, kitaptaki önemli alıntılardan birisi. İzmir’in dindar-seküler kutuplaşmasında seküler kutbun ortak mekânına dönüşmesi, hem politik hem de kültürel açıdan homojen grupların kente göçünü hızlandırıyor. Bu durum kentin eski kültürel kodlarından tevarüs edilen dindar floraya karşı çoğulcu hoşgörüyü ne kadar tahrip ediyor?
Takdir edersiniz ki 2010 Anayasa Referandumu’yla açılan sayfa, muhafazakâr siyasetin ülke genelinde kazandığı “hegemonik” görüntüyle eş zamanlı olarak, siyasal tansiyonun da radikal seviyelere eriştiğini ortaya koydu. Öyle ki gelişen yeni kültürel fay hattı, kentli-seküler kitlelerin “maduniyet” ve “azınlık” bilinciyle kuşatılmasını sağladı. Nitekim AK Parti’nin siyaset sahnesindeki kesintisiz iktidarına eşlik eden hegemonya arayışlarının bu tabakalardaki yankıları, çok geçmeden duyulur oldu. Laik-seküler hassasiyette buluşan geniş kesimler, siyasal arenadaki rekabet sürecinin “distopyan” bir İslamcılığı işaret etmesiyle, mikro-bireysel dünyalarına çekilmeye başladı.
Toplumsal çekilme süreci, bu kanatta siyasal İslam ve taşra muhafazakârlığının erişemeyeceği “steril” ve pür” mekânlarda yaşama arzularını da tetikliyordu. İzmir ise, çalışmada “beyaz göç” imgesine başvurarak tanımladığım bu mekânsal hareketliliğin temerküz ettiği alanların başında gelir. Kültür savaşının yüksek temposu karşısında taşra ve metropollerin muhafazakâr-yoğun alanlarında kendilerini “sıkışmış” hisseden bu tabakalar için “vaat ettiği özgürlükçü yaşam”la İzmir, sembolik değeri her geçen gün yükselen bir merkez haline geldi. Metropolün özellikle Urla, Çeşme, Seferihisar gibi kıyı hattı, kültür motivasyonlu seküler tabakaların yeni yaşam alanı haline dönüşüyor.
Tabii kültür motivasyonlu göçün diyalektik mantığı, özellikle metropolün muhafazakâr kanadındakiler üzerinden etkisini gösteriyor. Yani göçle birlikte metropole akan kitleyle sekülerleşmenin kazandığı hegemonik karakter, bu katmandakilerin yerel sınırlarda deneyimlediği azınlık bilincini daha da derinleştiriyor. Bu konuda görüştüğüm AK Partili eski il başkan yardımcısı, seküler göçlerin devingenlik kazanmasıyla İzmir’e yüklenen “kale” imgesinin de derinlik kazandığının altını çiziyordu. Kente yapışan “kale” imgesi, aynı zamanda siyaset kurumunun taşıdığı kutuplaşmacı dil ve politikalarla da tahkim edilir. Tüm bunlar son tahlilde Balkan Sufi gelenekleri ve liman-kentlere özgü Akdeniz İslamı’nın buluşmasıyla şekillenen İzmir’deki hadari dini kültürün aktüel sınırlarını ortaya koyar. Çoğulcu miras aşınarak, gündelik ve kamusal yaşam, yer yer dışlayıcı kapanma sahnesine açılıyordu. Sorunuzda yer aldığı gibi buradaki aşınmanın kapsamı, büyük ölçüde genel siyasetteki kutuplaşma ve buna eşlik eden kültür motivasyonlu göçlerle şekilleniyor.
2000’li yıllara kadar Türkiye’de iktidar olan partinin İzmir’de de iktidar olduğunu, 2000’den sonra makasın CHP lehine açıldığını belirtiyorsunuz. Daha önce uzun soluklu merkez sağ yönetimleri tecrübe eden İzmir’in CHP’lileşmesi, buna karşılık Türkiye’nin de AKP’lileşmesi söz konusu. CHP, yaşam tarzı üzerinden politika üretmeyi terk ederken, İzmir’de Atatürk, laiklik ve Cumhuriyet ilkelerine varoluşsal anlam yükleyen, yaşam tarzı temelli bir ethos gelişti. İzmir Duvarı da bunu anlatıyor. CHP’deki kurumsal değişim İzmir’deki ulusalcı, seküler ve Beyaz Türk kitleyi dönüştürmeye yetecek mi? Yani İzmir’in eski kültürel arka planı yeniden hâkim olacak mı? Yoksa bu kitle, demokratikleşen, hak ve özgürlükler savunusu yapan yeni CHP’ye küsüp daha radikal ulusalcı bir siyasal düzleme mi göç edecek? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtelim ki, İzmirlilerin geçmişten günümüze politik ve kültürel reflekslerine kozmopolitan geçmiş, devletçi milliyetçilik, Atatürk’e ve Cumhuriyet paradigmasına bağlılık gibi bir dizi varoluşsal dinamikler yön vermekte. Tüm bu referanslar, kentsel bir mutabakat olarak yerini alıyor. Nitekim İzmir’deki toplumsal refleksleri odağına alan bir analizin bu tür motivasyonları dikkate alarak ilerlemesi kaçınılmazdır. Ancak bugün için CHP’nin yeni elitlerinin öncülük ettiği dönüşümler, kaçınılmaz olarak laik mahallede de yankılanmakta. Tabii köklü ve yerleşik bir dönüşümü konuşmak için henüz erken olsa da, etkisini gösterdiği hatırı sayılır alanlar da mevut. Örneğin Gezi Protestolarını takip eden süreçte kentsel muhalefetin yeni bilişsel haritası, giderek madun kimliklere de yer verebilen ve AB başta olmak üzere dış dünya ile entegrasyonun bilincinde olan bir alana doğru genişliyor. Bu anlamda Metropol Araştırma Şirketi’nin “AB eğilimleri” ile ilgili anketlerinde yer aldığı gibi, son dönemler laik mahallede içe kapanmacı ve ulusalcı eğilimler gerilerken; “Avrupa Birliği” vurgusu giderek ivme kazanıyor.
Bu gerçeklik, politik eğilimler üzerinden de tezahür edebilmekte. Mesela AK Parti’nin ilk dönemlerinde Baykal CHP’si ve askeri bürokrasinin öncülük ettiği ulusalcı siyaset, aktüel laik mahallede son derece sınırlı bir ilgiye mazhar. Anket şirketlerinin güncel verileri, mütemadiyen laik mahallede özellikle CHP dışındaki oluşumların toplumsal dünyanın marjlarına itildiğini resmediyor. Özellikle 2017 Referandumu ve yerel seçimlerde CHP siyasetinin metropollerde elde ettiği kazanımlar, ittifak siyasetiyle birlikte, seküler çevrelerdeki aktüel dönüşümlerden bağımsız okunamaz. Nitekim yakın geçmişte bu kesimler, siyasal alana dönük kaygı ve ilgilerini önemli ölçüde bürokratik kurumların vesayetçi mekanizmalarına devrediyordu. Ancak AK Parti’nin kesintisiz siyasal zaferlerine hegemonya arzuları eşlik etmeye başladıkça, söz konusu kesimler bürokratik aygıtlardan boşalarak, mücadelelerini peyderpey sivil alana taşıdı. Kitle siyasetinin rekabetçi mecralarına açılma, laik mahallede yeni dinamizmleri de tetikledi. Mesela Karşıyaka’nın önde gelen aktörlerinden olan bir görüşmecim, bu dinamizmi, 2019 Haziran’ında tekrarlanan İstanbul seçimleri üzerinden aşağıdaki çarpıcı ifadelerle tarif ediyordu:
“Yerel seçimde beş gün İstanbul’daydık. Ve bu beş günü de, tamamen dezavantajlı grupların oturduğu bölgelerde geçirdik. Yani Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy vermeyen mahallelere gittik. Biz de özeleştiri yapmak zorundayız. Onların dünyalarına yeni yeni girmeye başladık. İstanbul’a gittik, kolay değil.
“Zamanında İzmir’deki bu yaşam tarzımızın ne olduğunu onları anlatabilseydik… Kendimizi ifade edemedik. Onların yaşam tarzına asla müdahale etmeyeceğimizi… Bizim de dinimizi en az onlar kadar sevdiğimizi… Anlatamamışız… Bu da bizim eksikliğimiz. Yani biz siyaseti tamamen Karşıyaka’dan ibaret görmüyoruz. Artık okuyabiliyoruz. Orada gördük ki, İmamoğlu yüzde 100 kazanacak. Çünkü oradaki insanlar heyecanlarını yitirmişler.”
Kitapta seküler kamp içerisinde iki farklı fraksiyon görünüyor. Birincisi, bazen namaz kılan, fakat bazen içki de içebilen, çelişik görünen tutum ve davranışları İzmirlilik muhayyilesinde bütünleştiren, dinin erdemler kısmını daha fazla önemseyen, özgürlükçü, İzmir’in eski kültürel habitusunu içselleştirmiş bir kitleyken; diğerleri daha agresif bir ulusalcılık anlayışına sahip, yaşam tarzına müdahale eden (veya bu niyeti taşıyan), yer yer mahalle baskısı şeklinde ortaya çıkan hegemonik bir sekülerliği tercih etmekte. İzmir’de hangi eğilimin daha baskın olduğunu söyleyebiliriz?
Esasen çalışmada farklılaşan bu profiller, İzmir Duvarı etrafında dile getirdiğim muhalif kültürel kimliğin tek bir hattan oluşmadığının altını çizmekti. Öte yandan ilk katmanda bahsettiğiniz din ve modern yaşama dair alaşımları hissettiren melez kimlikler, merkez-sağın hâkim olduğu “eski Türkiye” rutini olarak kentin büyük paydasını oluşturuyordu. Ancak bu melez yaşam tarzının radikal bir içerik kazanarak politikleşmesi, özellikle 90’ların kaotik atmosferinde start alır. Kitlelerin dışlayıcı kapanma güdüleri etrafında kimlikçi havzalara çekilmeye başladığı dönem Türkiyesi’nde, merkez sağ partilerle birlikte sosyal demokrasi hattında ilerleyen SHP’nin de buharlaşma trendine girdiğini görüyoruz.
Bir tarafta güvenlik güçleri ve PKK arasındaki “düşük yoğunluklu çatışma” olarak adlandırılan süreç, güvenlikçi-milliyetçi duygulara ivme kazandırdı. Öte yandan, laik-seküler aydınlara suikast ve taşrada Alevilere dönük pogromlar, laik-seküler orta sınıflarda korku ve endişe siyasetlerine yönelimi hızlandırdı. Bu katmandakilerin çekildiği kimlikçi yörüngede, İslamcılık karşıtı hissiyat ve damar giderek yaygınlaştı. Aynı zamanda, dönem Türkiyesi’nde neoliberal sistemin taşıdığı yeni dinamiklerin marifetiyle İzmir’in ekonomik canlılığını kaybettiğini de vurgulayalım. Dolayısıyla tüm bu biriken enerji, ilerleyen yıllarda ulusalcılık olarak temayüz edecek statükocu-dışlayıcı hattın vitrine çıkmasını sağlıyordu. Ancak sekülerlik gündelik yaşamda hâkim bir eğilim ve tutum seti olarak varlık gösterse de, bunun siyasal düzeyde ulusalcılık parantezi altındaki ifade alanları giderek azalmakta. Hele ki, yeni kuşakların apolitik, çoğulcu ve liberal sosyalizasyon süreçlerine kulak verdiğimizde…
28 Şubat sürecini karakterize eden seküler hegemonya temsilcilerinin, başörtüsü yasakları, dindarların kamusal alandan tecrit edilmesi gibi dindar blokun tepkisini çeken uygulamaları meşrulaştırmak adına birtakım ayrımlara gittiğini görüyoruz. Dindarlıkla dincilik, İslam’la siyasal İslam, başörtüsüyle türban arasında ayrımlar bunlara örnek gösterilebilir. Kitabınızda da mevcut. Bu tip ayrımlar İzmirliler için sahici bir anlam mı taşıyor yoksa hegemonik siyasetin kullanışlı bir aparatı olarak değerlendirilebilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bahsettiğiniz gibi bu kategorizasyonlar, sekülerliği hegemonik ve dışlayıcı kapanma setleri üzerinden okuyan çevrelerde daha baskın. Özellikle de politik kimliğini 90’ların sert kulturkampf atmosferinde biçimlendiren kuşaklarda… Normalde Millî Görüş’ün politik sahneye ilk çıktığı andan itibaren, kentin yerleşik sakinlerinde mesafesini koruyan bir eğilim söz konusuydu. Örneğin 94 yılındaki yerel seçimlerde Tayyip Erdoğan İstanbul’da, Melih Gökçek Ankara’da başkanlığı kazanırken, aynı dönem aday olan Refah Partili aktörle görüşmemizde, aldığı yüzde 7’lik oyu parti geleneği nezdinde “devrim” niteliğinde sayıyordu. Bu konuda, 80 sonrasından itibaren partisine gösterilen teveccühün düzeyiyle ilgili bir mukayeseden hareket ediyordu. Örneğin Millî Görüş adayları İzmir’de 84 yılında yüzde 2, 89 yılında yüzde 2 ve kendisinden beş yıl sonraki 99 seçimlerinde ise yüzde 3 civarında oy alabilmiş.
Şimdi bu kültürel potansiyel, 28 Şubat’ın sert-çatışmalı konjonktürüne transfer edildiğinde, daha keskin bir hüviyetle karşımıza çıktı. Laik mahallede 90’larda dönüşen politik kültürü, muhafazakârların dışındaki kesimlere yönelik tutumlar üzerinden de okuyabiliriz. Örneğin sosyal demokrat SHP’nin silinmesine, “Güneydoğu Raporu” gibi toplumsal meselelere kapsayıcı ve evrenselci önerilerle yaklaşan kadroların buharlaşması eşlik etti. Dolayısıyla politik habitusunu bu dönemlere özgü kamplaşmalarla sınırlı olarak biçimlendiren aktörlerde, rövanşist siyaset halen bir rezerv olarak varlığını koruyor. Ancak bu eğilimlerin aktüel laik mahallede yaygınlığı konusunda pek iyimser değilim. Nihayetinde laik mahallenin kolektif hafızası, özellikle Cumhuriyet Mitingleri sonrası bloklaşan siyasetin ürettiği politik ve toplumsal maliyetlerle yüklü… Aynı zamanda “helalleşme” rasyonalitesiyle hareket eden CHP elitleri de, rövanşizm arzularının tersinden harekete geçirdiği toplumsal enerjinin fazlasıyla farkında…
Kitabınızda Aleviler, Balkan göçmenleri gibi İzmir’in seküler habitusuna kolayca uyum sağlayan kitleler dışındaki Anadolu’dan gelen dindarların gettolaşması ve kendi mahalle çeperine çekilme davranışı taşıdıkları görünüyor. Muhafazakâr kitlenin İzmir’deki seküler yaşam tarzını yer yer aşırı ve rahatsız edici bulduğu da anlaşılıyor. Dindarların biriken enerjisi “İzmirlilik” anlayışı içinde absorbe edilebilir mi yoksa Türkiye genelindeki kültür savaşını kent içine daha şiddetli bir biçimde taşıyabilir mi?
Esasında görüştüğüm İzmirli muhafazakârlar arasında bahsettiğiniz rahatsızlık vurgusu, aktörlerin içinde yer aldığı kurum ve oluşumların da etkisiyle biçimlenen bir refleks. Örneğin TÜRGEV, TÜGVA, ENSAR gibi son dönem politik toplumla hayli bütünleşmiş sivil oluşumların bünyesinde yer aldığı platformun başkanlığını yapan aktörün gözünden İzmir, bu kanattakilerin Türkiye’deki laik-dindar ilişkilerine yükledikleri rutin imgelerle örtüşüyordu. Ancak partinin il başkan yardımcılığı ya da belediye meclisi başkanlığını yapan aktörlere, “dinin kamusal alandan dışlandığı” iddialarını yönelttiğimde, bambaşka bir İzmir manzarası ortaya çıkıyordu. Şüphesiz partinin yereldeki tepe mevkiinde yer alan aktörler, kitle siyasetinin normatif doğasına uygun olarak, hâkim toplumsal dinamiklerle barışık bir tablo çizmeye özen gösteriyordu. Kültür savaşıyla ilgili eleştirileri ise, özellikle ulusalcılığın zirve zamanlarına ve AK Parti’nin henüz muktedir bir hüviyet kazanmadığı 2010 öncesi döneme yönelikti.
İlginçtir, metropoldeki kamusal yaşamı dışlayıcı laiklik ya da sekülerlik tasarımları üzerinden anlamlandırma girişimlerine, Kürt muhafazakâr aktörler arasında da sıkça rastlıyordum. Bu katmandakilerin kültürel rekabet alanları, İzmir genelindeki seküler hegemonyanın ötesine uzanır. Nitekim son dönemler HDP’nin metropol Kürtlerinde genişleyen politik tabanı ve sekülerleşme programı, Kürt muhafazakâr aktörlerin İzmir’deki kamusal yaşama yükledikleri pejoratif imgelere çarpan etkisi oluşturur.
Ancak tekrar vurgulayalım ki, İzmirlilik hissiyatı ya da anlayışı etrafında konsensusun izlerine, kentin muhafazakâr aktörlerinin hatırı sayılır bir kısmında rastlıyordum. Dolayısıyla buradaki konsensusun dışına çıkan örnekleri, İzmir yerelindeki deneyim alanlarıyla birlikte, genel siyasetteki kutuplaşmalara başvurarak okumak da önemli gözüküyor.
İzmirlilerin içe kapanmacı, nostaljik ve ulusalcı siyasal alanlara çekilmesine yol açan şeylerden en önemlisi olarak, 1980 sonrası küresel kapitalist piyasalara eklemlenme ile beraber endüstriyel birikimin İzmir’i terk etmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik sıkıntılar olduğunu ifade ediyorsunuz. 2000’li yıllara kadar ağırlıklı olarak sağ merkez partilerin İzmir yönetiminde olması ve AK Parti’nin yaşam tarzı dayatmacılığını ima eden uygulamalarından sonra eski Türkiye eksenli nostaljik cephenin sembolik merkezi haline gelmesi göz önünde alındığında, asıl sebebin otoriter politikalar olduğunu söyleyebilir misiniz? Neoliberal uygulamaların zannedildiği kadar etkisi olmayabilir mi? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
1980 sonrası küresel kapitalizmle bütünleşme süreci, metropolün endüstriyel üretim alanlarının peyderpey boşalmasına sahne olur. Öte yandan yeni sistemin zenginlik kaynakları finans kapital ve mülkiyet rantları İstanbul ve çevresinde temerküz ediyordu. Bu tabloya artan işsizlik ve göçleri de eklediğimizde, metropol dünyasında yerleşmeye başlayan tepkisel ve nostaljik siyasetin AK Parti öncesi, 1980’lere dek uzanan bir arka plana sahip olduğunu görüyoruz. Nitekim ekonomi-politik motivasyonların siyasete dönük etkilerini, AK Parti öncesi dönemde, özellikle 89’da SHP’nin kozmopolitan metropollerdeki başarısında görüyoruz. İzmir özelinde merkez-sağ habitusun dışına çıkmada ekonomi-politik motivasyonlarla başlayan bu dalganın kültür-politik mecralara transferi, kanımca 90’lara özgü kutuplaşmacı konjonktürle hız kazanır. Daha da ötesi, görkemli Cumhuriyet Mitinglerine de yön veren nostaljik-ulusalcı siyaset zamanlarında AK Parti tam tersine, demokratik siyasetin asgari koşullarını arayan, reformcu ve AB yanlısı bir siyasetle karşımıza çıkıyordu. Bu dönemde kentli seküler kuşaklarda ulusalcı anlatının ikna gücü, özellikle müstakbel Cumhurbaşkanının kültürel kimliği üzerinden çizilen “distopyan gelecek”ten kaynaklanıyordu.