Ana SayfaHaberlerYargıtay Başsavcılığı’ndan Gezi Davası’ndaki cezaların onanması için Atatürk’e referanslar

Yargıtay Başsavcılığı’ndan Gezi Davası’ndaki cezaların onanması için Atatürk’e referanslar

Yargıtay Başsavcılığı, Gezi davasının tebliğnamesini hazırladı. Osman Kavala’nın müebbet Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Mine Özerden ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin 18 yıllık hapis cezalarının onanmasını, Mücella Yapıcı’nın ise cezasının bozulmasını istedi. Başsavcılık hazırladığı tebliğnamede sık sık Atatürk’e referans yaptı. Atatürk’ün “Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar uygar ve düzenli toplumları Devletleri yıkarak anarşi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır…” sözlerini aktardı: “Yüz yıl sonra dahi gerçekliğini koruyor olması Büyük Atatürk'ün, dehasıdır.”

T24’ün tecrübeli muhabiri ve köşe yazarı Gökçer Tahincioğlu’nun  yazısından aktarıyoruz.

Yargıtay Başsavcılığı, Gezi davasının tebliğnamesini hazırladı. Can AtalayÇiğdem MaterTayfun KahramanHakan AltınayMine Özerden ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin 18 yıllık hapis cezalarının onanmasını istedi. Elbette bir numaralı sanık olan, ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilen iş insanı Osman Kavala’nın cezasının da onanmasını talep etti.

Yerel mahkeme ve istinaf mahkemesi tarafından cezalandırılan sanıklardan sadece 18 yıl hapse mahkûm edilen Mücella Yapıcı hakkındaki kararın bozulmasını istedi. Bunun gerekçesi de bazı toplantılara katılmamış olması.

Anayasa Mahkemesi’nin, dokunulmazlıklarla ilgili açık kararına rağmen, başsavcılık, Can Atalay hakkındaki yargılamanın durdurulmaması yönünde görüş belirtti.

Tebliğname, Yargıtay’ın ceza daireleri için bağlayıcı değil. Ancak daire, tebliğnameye aykırı karar verirse, Yargıtay Başsavcılığı’nın itiraz ederek kararı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na götürme hakkı bulunuyor.

***

Gezi davasının iddianamesi, yerel mahkeme kararı, içerikleri nedeniyle tarihe geçecek belgeler olma özelliği taşıyordu.

Eylemler sırasında evinde oturan oyuncunun eyleminin pasif direniş anlamına geldiğinin söylenmesi, cenazelerde atılan sloganlardan örgüt çıkartılması, polise çiçek verilmesinin kalkışma olduğunun belirtilmesi gibi ayrı yazı konusu olacak yüzlerce başlık barındırıyordu iddianame ve gerekçeli karar.

Komedi bunlarla sınırlı değildi. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, tüm sanıkların beraatine karar verirken, Fetullah Gülen cemaatine bağlı hâkim ve savcıların yaptığı dinlemelerin yasadışı olduğunun altını çizmişti.

Aynı gün Kavala’nın cezaevinden çıkmaması için daha önce tahliyesine karar verilen bir dosya raftan indirilmiş, bu dosyada gözaltı ve tutuklama kararı verilmişti. Sonra bu dosyadaki suçlamanın AİHM kararına konu olduğu anlaşılınca bu suçtan da tahliye edilip, casusluk suçundan tutuklanması kararlaştırılmıştı. Başta o suç vardı.

Casusluk unsuru bulunamayınca, “casusluğu çok ustaca yaptığı için delil bırakmadığı” tespitiyle dava açılmış ve Gezi davasıyla birleştirilmişti. Gezi davası da önceki heyet dağıtılarak mahkumiyetle sonuçlandırılmıştı.

Kavala için bulunabilen, sadece birkaç tape kaydındaki konuşmaların yorumlanması, telefonunun İstanbul’un göbeğindeki bir baz istasyonundan sinyal vermesiydi. Hepsi bu. Ve komik biçimde, Gezi davasından mahkûm edilirken, casusluk suçundan beraatine karar verilmişti.

 ***

Tüm bunları akılda tuttuktan sonra tarihe geçecek nitelikteki 77 sayfalık bu yeni belgeye bakmakta fayda var.

Tebliğnamede, bütün benzerlerinde olduğu gibi ilgili kanun maddeleri sıralandıktan sonra delillerin bunlarla uyumu tartışılıyor.

Tarihi önemi de bu noktada başlıyor. Zira yıllarca konuşulmaya aday ifadeler ve tespitler var.

Bu konuyu tartışmaya, lise kitaplarından kolayca anımsanacak Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi ile başlanıyor. Güvenlik, aile, mülkiyetin de bir ihtiyaç olduğu anımsatılarak.

Buradan “tarih ve sosyoloji alanında deha” olduğu vurgulanan İbn Haldun ve 1377 yılında kaleme aldığı eserlerine geçiliyor.

İnsanın korunma ihtiyacının devlet tarafından karşılanabileceği, bu nedenle devletin güçlü olması zorunluluğunun bulunduğu İbn Haldun sözleriyle aktarılıyor.

Bütün bu atıfların nedeni sonradan anlaşılıyor. Savcı, “Bu ilkeler ışığında bakıldığında, sınırları belirlenmiş coğrafyada, fizyolojik, sosyolojik, ekonomik, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı Ulusal Devlet çatısı altında, ortak yaşama istencinin, vatan, bayrak, bağımsızlık, özgürlük kavramları değişmezdir” diyerek işe başlıyor.

Ama yeterli değil. Bütün kesimler için meşru bir yargı bildirilmesi lazım. Bunun için de Atatürk’e başvuruluyor ve “Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar uygar ve düzenli toplumları Devletleri yıkarak anarşi ve çoğunlukla da zorbalığı yaratır…” sözleri aktarılıyor.

Bu da yetmiyor ve trajikomik biçimde 2002’de öldürülen, o tarihten bu yana katilleri bulunamayan, yargının sanıklarının kaçırılmasına yol açtığı Necip Hablemitoğlu’nun kitabından atıflar yapılıyor. Kitapta yer alan “etki ajanları”, “yönlendirici ajanlar” ya da kapsamlı bir deyişle “nüfuz casusları” ifadelerinin altı çiziliyor. Zamanında bu konuda boş yere insanların yargılandığı ve Yargıtay kararıyla beraat ettikleri anımsatılmadan elbette.

Ya da Hablemitoğlu’nu öldürdüğü iddia edilen sanıklar tahliye edilip kayıplara karışırken, asla kaçmayanların cezaevinde tutulduğu gözetilmeden…

 ***

Savcı için bu da yeterli değil. Zira ortada fazla malzeme yok.

Yeniden Atatürk’e dönüyor savcı. Bu kez, “1922 tarihli muhtırasına bakmamız yeterlidir” diyerek, şu sözlere atıf yapıyor:

“…ekonomik amaçla bilim ve insanlık yararı görüntüsü ile yurdumuza gelip istila (işgal) hazırlamak için etnik toplulukları gerek hükümete gerek birbirine karşı kışkırtmak…buna izin vermek çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve yaşayacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır. Bunu yasaklamak hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır ki, Amerikalılarca örnek çiftlik vb. kurumlar kurup, buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun, Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygularla yetişmelerine izin veremeyiz…”

Ardından ekliyor:

 “Yüz yıl sonra dahi gerçekliğini koruyor olması Büyük Atatürk’ün, dehasıdır.”

Atatürk’ün bu davayı, yargının genel hallerini görmesi halinde neler diyebileceği ayrı bir tartışma konusu…

 ***

Tebliğnamede, bu muhtıra konusunda bir kaynağa atıf yapılmış ama kısa bir arama karşımıza Aydınlık gazetesinde yayımlanmış bir köşe yazısını çıkartıyor. Belli ki bir taramayla yazı bulunmuş, oradan kaynağa gidilmiş.

 ***

Artık yargı bildirme noktasına geliniyor tebliğnamede… Bu yargı şu sözlerle dağıtılıyor:

“Kendi ulusal bağımsızlığını koruyarak insan olmanın gereği hak ve özgürlüklere sahip olmanın yöntemi, sade halka demokrasi işlerinden anlamayan olarak bakıp yabancı eli mi aramaktır? Bu kadar hukukçusu, siyaset bilimcisi, tarihçisi olan ülkemizde, halkların daha ileri hak ve özgürlükleri elde etmeleri için yapılacaklar konusunda operasyon niteliği öne çıkan ve bunu yerel güçlerle ilerleten STK’lar için şu soruların cevaplanması gerekmektedir. Hangi saikle (İbn Haldun; geçim yolları, mülk bahsindeki ) buradaki geçim yolu ve yönetme motivasyonu nedir? Herkesin ben daha demokratik bir ülke için faaliyet gösteriyorum dediğinde demokratik faaliyet olduğunu nasıl, hangi kriterlere göre değerlendirebiliriz. Yani demokrasinin gereklilikleri ile ulusal rejimlerin bağımsızlığı arasındaki ince sınır nerede başlayıp nerede bitmelidir? Pragmatik olarak her aktör bu iddiayla sahaya indiğinde, sosyolojik olarak belli bir zaman ve mekan içerisinde meydana gelen olay ve olguların, yaratılan algılardan başka olarak teşhisi nasıl konulacaktır, öznel subjektif bakış açısının dışına çıkarak öznellikten arıtılmış salt gerçeklik nedir bunun belirlenmesi gerekmektedir.”

Elbette bu sorular sorulabilir. Bir tebliğnamede sorulur mu tartışılır ancak genel olarak tartışmaya değer… Elbette bu yorumların nereden çıkartıldığı da sorulabilir. Halka demokrasi işlerinden anlamayan olarak bakıldığı nereden çıkartılıyor misal? Demokrasinin gerekliliği ile ulusal rejimlerin bağımsızlığı neden birbirinden sınırla ayrılsın? Atıf yapılan Atatürk bunu mu istiyordu?

Şu soru da eklenebilir:

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Kavala hakkındaki AİHM kararının uygulanmaması nedeniyle Türkiye için yaptırım sürecini başlattı. Ana gerekçe anayasada AİHM kararlarına uyulacağının belirtilmesi.

Bu durumda ülkenin bağımsızlığını tehdit edenler bu anayasa maddesini hazırlayanlar mıdır? Anayasa kuralı yargı için bağlayıcı mıdır? Demokrasi neden bağımsızlıkla çelişkili görülüyor ve demokrasinin gereklerinin ihmal edilmesi ile ne kastediliyor?

 ***

Tebliğnamede, bu noktada yine başkasının ifadelerine ihtiyaç duyuluyor.

Birbirine benzer çok sayıda iddiayı barındıran kitaplarıyla tanınan Mustafa Yıldırım’ın STK’lar konusunda kaleme aldığı “Sivil Örümceğin Ağında” kitabı, savcının ana kaynağı.

Kitap, tebliğname yerine bile kullanılabilir. O kadar fazla atıf yapılıyor.

Ve öylesine bir mutlak doğru kabul ediliyor ki kitap, kanıtlar bu kitaba göre değerlendiriliyor.

 ***

Tebliğnamenin en azından Soros’la yakın ilişkisi bilinen Açık Toplum Vakfı’nın kurucu ve başkanlarından olan, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetle yakın ilişkisi bulunan Can Peker konusunda hakkını vermek lazım.

Sayfaların önemli bir bölümü, Erdoğan’la yakın olması gündeme getirilen Paker’in Açık Toplum Vakfı’ndan uzaklaştırıldığı, bütün hükümeti yıkma planlarının sonradan yapıldığını açıklamaya ayrılmış.

Bu noktada İshak Alaton’un bolca suçlandığını hatta tebliğnamenin bir yerinde davanın tarafı olmamasına rağmen Alaton için “sanık” ifadesinin kullanıldığını görüyoruz.

 ***

Kanıtlara gelince…

Bütün bu atıfların arasına, cemaate bağlı hâkim ve savcıların döneminde elde edilen, İstanbul Başsavcılığı’nın ayıkladığını iddia ettiği telefon dinleme kayıtları yerleştirilmiş.

Bağlamından kopuk, ne olduğu anlaşılmayan, atıf yapılan kişilerin sözlerini doğrulamaya yönelik olarak cümleler seçilerek geniş biçimde konulmuş.

İddianamedeki OTPOR ve Canvas örgütleriyle bağlantı tekrarlanmış. Oysa bu örgütlerin, yapıların ilişkisinin kurulamadığı ilk günden bu yana belirgin. Ancak savcılık ısrar etmiş.

Çekilmeyen belgesel yine çekilmiş gibi kabul edilmiş.

Televizyon kurma çabası, örgütsel faaliyet olarak gösterilmiş.

Ordudan atılan, sol bir partiden atılan, davaya itirafçı olarak katılıp, duruşmada kaçan Murat Pabuç gibi isimlerin tanıklığı yine veri olarak alınmış.

Bir tarihte Kavala’nın örgütleri finanse ettiğini gösteren belgelerin fotoğrafını çektiğini ve ailesinin buna ilişkin hafıza kartını aradığını, henüz bulamadığını söyleyen eski örgüt üyesi itirafçının sözleri yine kaynak gösterilmiş.

***

Tebliğnamenin son bölümü tamamen soru işaretleri ile dolu.

Sanıkların hükümeti yıkmayı amaçladıkları vurgulanırken, bunu örgüt talimatı ile yaptıkları söyleniyor.

Tebliğnamede FETÖ’den, Açık Toplum Vakfı’ndan söz ediliyor ancak bir örgütsel bağ kurulmuyor.

Buna rağmen, örgüt talimatı vurgusu yapılıyor ama örgütün ne olduğu belli değil. Ve burada isimlendirme yapılamadığından olacak, “Örgütün talimatıyla” denilirken, ilk harf itinayla büyük yazılmış.

Kavala’nın liderliği de şöyle anlatılıyor:

“Sanık Mehmet Osman Kavala’nın oluşturduğu ağı bir vücut gibi düşündüğümüzde,

sanığın, her faaliyetin icraya konulmasından önceki son karar mercii olduğu, bu yönüyle

organizmanın beyni konumunda olduğu anlaşılmaktadır.”

 ***

Bir çarpıcı tespit daha var.

Gülen’e atıf yapılarak, “İlkokul mezunu emekli bir vaiz maaşıyla 1999 yılından itibaren bir çiftlik evinde ikametin katı koşullarına tabi, ismine üniversite kürsüleri bulunan örgüt liderinin, ABD’ye gidişiyle birlikte FETÖ/PDY’nin geçirdiği süreçlerin George Soros ve Açık Toplum vakfının paralellik arz ettiği, el ele yürüdükleri, sanık Mehmet Osman Kavala ile Ali Hakan Altınay, Çiğdem Mater, Mine Özerden’in de başından sonuna bu sürecin içinde yer aldıkları…”

Buradan hareketle FETÖ ile Soros’un el ele yürüdüğü, örgütün de bu olduğu çıkarımı yapılabilir ancak neden açıkça belirtilmediği soru işareti.

 ***

Son olarak şu tespiti aktarmakta da yarar var:

“Gezi Parkı olayları sırasında; Masum ve iyiniyetli hak arama mücadelesinde olan insanların da bulunduğu ancak, çoğunluğunu birbiri ile bağlantısız gözüken legal, illegal ve legal görünümlü illegal yapıların oluşturduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Bir başka deyişle sahanın gerçek aktörleri, olayın gerçek özneleridir terör örgütleri.”

Bunun ayrımının kim tarafından nasıl yapıldığı belirsiz. Hak arama mücadelesinde olan masum ve iyi niyetli insanların neden sokağa çıktığı da belirtilmiyor. Ya da bunun suç olup olmadığı…

Ancak Gezi davası ilk günden bu yana zaten bir hatta ilerliyor. Başsavcılık da şaşırtıcı olmayan biçimde tebliğnamesiyle belgelere yeni bir halka ekledi. Yargıtay’ın ne yapacağını, bu tebliğnameye uyup uymayacağını göreceğiz.”

- Advertisment -