İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir’in kurtuluş yıldönümü kutlamalarında Nutuk’a atıfla “100 yıl önceydi, bu toprakları yönetenler gaflet, delâlet ve hattâ hıyanet içindeydi” dedi ve bu ifadeler siyasette yeni bir tartışma başlattı. İYİ Parti lideri Akşener, “Atatürk’ün sözlerini, ‘olabilirler’ sözünü hüküm cümlesi olarak kurmuş. Orada bir sorun var, hüküm cümlesi olarak kurduğu için. Ben İnkılap Tarihi hocasıyım. Bu tür hüküm cümleleri genelde toplumu rahatsız eder. Dolayısıyla gerek yoktu” derken, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sen Osmanlı’ya hakaret edecek haddi nerede buldun? Hadsiz. Bunun babası da aynıydı” ifadeleriyle Soyer’e tepki gösterdi. Siz bir tarihçi, bir akademik olarak bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tartışma, bir tarih tartışması değil. Bu tartışma bir siyasi tavırlar tartışması. Zaten tamamen politikacılar arasında cereyan ediyor. Ve bu politikacılar, modern Türkiye’nin doğuşunda çok temel bir rol oynayan İmparatorluğun sonu, Milli Mücadele, saltanatın ve hilafetin ilgası, cumhuriyetin kurulması gibi konularda, apaçık görülüyor ki farklı taraflarda. Ve kendi farklı pozisyonlarının; büyük tarihi süreçleri ya da büyük tarihi süreçlere dair büyük anlatıları farklı bir yerinden tutuyor olmanın icabı olan şeyleri söylüyorlar.
Bu hainlik, kahramanlık, hakaret vs kavramları, günümüzdeki çağdaş anlamıyla tarihçilerin, tarihçiliğin terimleri, kavramları değil. “Hain mi değil mi?” gibi bir tartışma, bu sözcüklerle sürdürülen bir tartışma, bu tür etiketler, bir tarihçinin kullanacağı terminoloji, bir tarihçinin kullanacağı bir sınıflandırma yöntemi olamaz.
[Dâvâlar, “biz”ler ve tarihçiler]
Neden? Çünkü bunlar bir dâvâya veya bir karşıt dâvâya aidiyeti gerektirir. Ancak bir dâvâya; şu veya bu yönde bir büyük kutuplaşmaya, bir büyük kavgaya tarafsanız, yani o büyük anlatının ya yanında ya karşısında yer alıyorsanız — o dâvâ açısından, o dâvânın içerdiği şu veya bu “biz” kavramı açısından, o dâvânın içinde saklı “tarihin yönü” ya da “tarihin gidişatı” açısından, hain veya değil gibi kavramlar kullanabilir; bu sözcüklerle, bu kavramlarla bu tartışmayı yapabilirsiniz.
19. yüzyılda belki olabilirdi. 19. yüzyıl milliyetçiliklerin yükselişi ve ulus-devletlerin kuruluşu dönemi olduğu için, bu çerçevede en çok Prusya’da, ama derece derece bütün Avrupa’da tarih, milliyetçiliğin ve ulus-devlet politikalarının nedimesi kabul edildi. Devletlere hizmet etmekle görevli kabul edildi. Pek çok tarihçi de bunu böyle kabul etti. 19. yüzyılın tarih dergilerinde, Alman tarihçilerinin “biz” diye Alman milletini kastederek, Fransız tarihçilerinin “biz” diye Fransız milletini kastederek, İtalyan tarihçilerinin, İngiliz tarihçilerinin aynı şekilde kendilerini ve kendi ulus-devletlerini kastederek “biz” diye konuşup yazmaları doğal sayıldı. Milliyetçiliğin doğallaştırıldığı bir çağdı. Nitekim 20. yüzyılın başlarında, 1920’lerde, 30’larda ve sonrasında Türkiye’de, ister İstanbul’da, ister Anadolu’da ve cumhuriyet kurulduktan sonra yazılan ders kitaplarına da baktığımızda, düpedüz bu “biz” öznesini görebiliyoruz. Açıkça “biz” diye konuşuyorlar ve aksi, alternatifi, tarihçinin “biz” diye konuşmaması gerektiği, tarihçinin millî veya başka herhangi bir ideolojinin bir tarafı olmaması gerektiği, akıllarına dahi gelmiyor.
Sadece milliyetçiler değil, meselâ sosyalistler, Marksistler de böyle. Onlar da kendilerini işçi sınıfı adına ve işçi sınıfı olarak konuşuyor farzediyor. 1920’lerin Lenin, 1930’ların Stalin dönemi Sovyet tarihçilerine baktığımızda, onların da aynı metodolojik naiflik içinde olduğunu görüyoruz. Faşizme ve Nazizme gelince; böyle bir şüpheciliğin, böyle bir mesafe koyma çabasının zerresi yok tabii.
Günümüz tarihçiliği, ileri uygulamalarıyla, dürüst ve doğru düzgün uygulamalarıyla bu anlayışları aşmış olmalı. Dolayısıyla çağdaş bir tarihçinin ister Vahdettin hakkında, ister başka herhangi bir tarihsel aktör veya süreç hakkında; kendisini o dönemin faillerinden, aktörlerinden biri gibi görerek, o sürecin içinde — devrim süreciyse devrim sürecinin, karşı-devrim süreciyse karşı-devrim sürecinin içinde — görerek ve kendisini onunla özdeşleştirerek, hiçbir şekilde konuşmaması gerekir.
[Politika ve tarihin, tarihçinin özerkliği]
Maalesef Türkiye’de, tarihin bilimsel bir uğraşı olarak özerkliğinin tanınması anlamına gelen bu terbiye, bu mesafe hemen hiç mevcut değil. Dolayısıyla ne oluyor? Her türlü tarihî tartışmanın üzerine, siyasetin ve ideolojinin gölgesi çok koyu bir şekilde düşüyor. Ve bu, Türkiye’de doğru dürüst, özerk ve özgür bir şekilde, vicdanî özgürlük içinde tarihçilik yapmayı çok zorlaştırıyor. Bir kere bunu kaydedeyim. Yani hangi meseleyi konuşursanız konuşun; ister Vahdettin, ister milli mücadele, ister 1915 Ermeni “tehciri,” ister Mustafa Kemal’in kişisel karakter özellikleri, ya da modern dönemin öncesinde Osmanlı tarihine ilişkin herhangi bir mesele… Bunları konuşmak çok zorlaşıyor.
Geçenlerde [kimin, nasıl başlattığı itibariyle] bunun [şimdiki Vahdettin patırtısının] zıddı denebilecek bir olay oldu. AK Partili bir politikacı, Anadolu’daki çeşitli kentlerin, kasabaların işgalden kurtuluş törenleri hakkında “Ortada kurtuluş filan yok; kendileri çekip gitti” gibi bir şey söyledi. Ve bu da bu sefer Kemalist saflarda muazzam infiale yol açtı. Böyle bir tepki doğunca, yani silâhlar çekilince ve bu kadar ağır toplar devreye girince, sükûnet, aklı selim, serinkanlılık, insanın küçük sesiyle konuşması diye hiçbir şey kalmıyor. Halbuki bence onun da konuşulabilmesi gerekirdi. Bu, Millî Mücadele’nin ne kadar kitlesel olduğu veya olmadığı, bütün vatan sathında, bütün Anadolu sathında cereyan edip etmediği, gerçekte kitle katılımının ne düzeyde olduğu, yerel halkın ne kadar savaştığı veya savaşmadığıyla ilgili bir mesele. Tabii böyle söylediğimde dahi bazı insanların tüylerinin diken diken olacağını hissediyorum. Ne ki, bunlar konuşulabilmelidir. Bunlar sakin bir şekilde, tarih meseleleri olarak, tarih konuları olarak konuşulabilmelidir. Ama her şeyi sonuna kadar politize ettiğimiz için, bu imkân yok oluyor.
Benim bundan sonra söyleyeceklerim, bir tarihçinin özenli konuşma tarzıyla ilgili bir mesele; onu baştan belirteyim. Bu, benim hangi büyük dâvâya sempati duyduğum veya duymadığımdan bağımsız bir mesele. Şu veya bu büyük tarihsel sürece sempati duyabilir veya duymayabilirim. Ama bundan, yani kendi kişisel ideolojik ve politik tercihlerimden bağımsız olarak, daha net, daha objektif, daha dikkatli bir tarihçi dili kullanmak (ve bunun kullanılmasını salık vermek) durumundayım.
Sizin de söylediğiniz gibi, bu tartışmayı ihanet ya da kahramanlık eksenine oturtmadan biraz açmak istiyoruz bugün. Çünkü bu konularda aslında çok bilgi kirliliği var. Farklı tarih anlatıları var. O yüzden önce dilerseniz Vahdettin’in ilk tahta geçtiği dönemle başlayalım. 1918 yılında nasıl bir Osmanlı vardı? Nasıl bir ortam vardı; siyasi, sosyal ve ekonomik olarak? Biraz onu anlatır mısınız?
Evet, bu çok kritik. Şunun için çok kritik: İnsanların hangi ortamlarda, hangi etkilerle; belirli süreçlerin zaman içinde adım adım gelişmesi çerçevesinde, belki pozisyon değiştirerek, belki başlangıçta diyelim ki şurada dururken daha sonra şuraya ve şuraya ve şuraya kayarak nasıl geliştikleriyle ilgili bir mesele.
[Tarihin aktörlerinin zaman içinde evrimi ve yer değiştirmeleri]
Tutun ki hainlikten ve ihanetten konuşacağız. Bu böyle gökten zembille inen bir şey değil. İnsanlar özsel olarak, essentialist bir şekilde, baştan hain veya baştan kahraman olarak, şu dâvânın veya onun karşısındaki bu dâvânın doğuştan lideri ve sembolü olarak tarih sahnesine çıkmıyor. Çok karmaşık etki ve tepki ilişkilerinin sonucu geldikleri yere geliyorlar. Olaylar bazen onları belirli konum ve rollere itiyor. Elbette kendi tercihleri de rol oynuyor, ama onlar da bu çok karmaşık etki-tepki ilişkileri, bu çok karmaşık zincirleme reaksiyonlar içinde kendilerine bir yer buluyor. Orada burada bir fırsat görüyor ve ona göre pozisyonlarını seçiyorlar.
Öyle bir konu ki, vereceğim her örnek potansiyel olarak tehlikeli. Ama vereceğim gene de. Vahdettin’le değil de Mustafa Kemal’le başlayalım. Mustafa Kemal nasıl oldu da Milli Mücadele’nin lideri, sonra tartışılmaz lideri ve sonra Cumhuriyetin Tek Partili döneminin “tek adam”ı haline geldi? Faraza başından itibaren bu var mıydı aklında? Böyle teoriler de var; daha Manastır Askeri İdadisi’nde okuduğu yıllardan itibaren ileride devrim yapmaya kararlı olduğu, geleceğin Türkiye’sinin bütün planını çıkardığı yönünde. Son derece özcü teoriler, gerçekten tamamen kopuk. [Karşıt yönde, birkaç örnekle deşeyim tesadüflerin, rastlantısallığını payını.] Sıkça sorulan bir sorudur: Mustafa Kemal de Enver gibi Saraya damat olsaydı ne olacaktı? Enver, padişahın bir kızıyla evlenmeyi başarmıştı; bir diğer kızıyla da Mustafa Kemal evlenseydi, ki talipti ve reddedildi, ne olacaktı? Acaba o kadar radikal bir şekilde bir devrim, bir ihtilâl yoluna gidecek miydi? Yoksa daha bir ara zeminde mi kalacaktı?
[Mustafa Kemal, nasıl Mustafa Kemal oldu]
[İkinci bir örnek.] Enver ile Mustafa Kemal arasındaki kişisel rekabet, hattâ husumet, çok bilinen bir konu. Plehanov’un Tarihte Bireyin Rolü kitabında Napolyon için söylediği bir söz vardır: Fransız Devrimi’nin merkezinde tek bir askeri diktatöre yer vardı. Aslında Napolyon’un etrafında bir yığın yetenekli general mevcuttu. Ama birden fazla lider ve askeri diktatör olması mümkün değildi. Napolyon o konuma oturduğunda, diğer hepsi kâh ikincil, kâh muhalif konumda olmaya mahkûmdu. – Bu, biraz Jön Türk devrimi için, 1908 için de böyle. Yani Jön Türk devriminin askerî lideri ve sonra, 1913 Babı-Ali Baskını’ndan itibaren birinci kişisi, düpedüz İttihatçıların askerî diktatörü olarak Enver o noktaya, o konuma oturduğunda, ne kadar yetenekli olursa olsun, bütün rakip generaller, subaylar marjlara itilmeye, hattâ belki muhalif konumlara itilmeye mahkûmdu. Mustafa Kemal için de böyle oldu. Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki’nin marjlarına ve muhalefet konumuna itildi. Ve bu pek çok şeyi belirledi daha sonra, Mustafa Kemal’in kariyeri hakkında.
[Üçüncü bir örnek, tarihte tesadüflerin rolüne ilişkin.] 1915 Ermeni “tehciri” cereyan ederken Mustafa Kemal, Orta ve Doğu Anadolu’da değil de Çanakkale’deydi. Dolayısıyla, bilebildiğimiz kadarıyla hiçbir şekilde Ermeni Tehciri denen feci, trajik, çok kanlı [bugün soykırım diye nitelenen] olaylara bulaşmadı. İleriye sıçrayalım, 1918-1919 yıllarına… Osmanlı yenilmiş, İmparatorluk çökmüş. Enver, Talât, Cemal — ve Bahattin Şakir ve başkaları; yani Ermeni faciasından sorumlu önde gelen Teşkilât-ı Mahsusa yöneticileri de kaçmış. Kaçmaları başlı başına bir şey söylüyor aslında.
Fakat İttihat ve Terakki [aynı zamanda] muazzam bir aygıt, muazzam bir örgüt. Zamanın “tek parti”si. Ve belirli bir düzeyde, resmî düzeyde, neredeyse İttihatçı değilim diyecek kimse yok ortada. Dolayısıyla A takımı liderlik kadrosu kaçmış olmakla birlikte, B, C, D takımı, yani diğer bütün İttihatçı kadrolar ortada. Orduyu, bürokrasiyi olabildiğince hâlâ onlar yönetiyorlar. Çok güçlüler, ordu ve bürokrasi içinde. Ve sonuçta, onların “Anadolu’da son bir direniş” diye bir projesi var. Bu, 1919’da ortaya çıkmıyor. Bu proje, daha 1915’te İtilâf donanması Çanakkale’yi zorlarken mevcut. Yani şunu çok iyi biliyorlar ki Balkan Savaşları’nın kaybından sonra İstanbul artık hiç güvenli bir payitaht değil. Bir zamanlar İstanbul, Balkanlar varken imparatorluğun göbeğindeydi. Eh, şimdi Balkanlar yok. Ve İstanbul aslında artık sırf Anadolu ve ötesinden ibaret kalmış bir imparatorluğun kuzeybatı köşesinde bir çıkıntı durumunda. Dolayısıyla daha 18 Mart 1915’te Çanakkale Muharebeleri cereyan ederken biliyorlar ki İstanbul düşebilir ve daha o zamandan, İstanbul düştüğü takdirde Anadolu’ya geçmek ve Anadolu’da mücadeleye devam etmek diye bir vizyonları var. 18 Mart’ta Enver, Harbiye Nezareti’nde, İstanbul’da sürekli telefon başında bekliyor; Kilitbahir’e, boğazın en dar yerine, mayın tarlalarına ulaştılar mı ulaşmadılar mı, kıyı bataryaları susturuldu mu susturulmadı mı diye. Çünkü eğer İtilâf donanması başarı kazanıyor olsa, Anadolu’ya geçme hazırlığı başlayacak apar topar. Ve saatler söz konusu. Bir kere Çanakkale geçildikten sonra, işten bile değil Marmara’yı aşarak İstanbul’a ulaşmak.
[İttihatçıların lider, Mustafa Kemal’in destek arayışı]
Dolayısıyla bu yeni doğmuş bir proje de değil. Fakat Mondros Mütarekesi’yle ve İstanbul’un işgaliyle birlikte, artık başka çare kalmıyor İttihatçıların temsil ettiği birinci kuşak Türk milliyetçiliğinin gözünde. Anadolu’ya geçerek son bir mücadele başlatacaklar. Buna bir lider lâzım. Lider arıyorlar. Sonuç olarak Mustafa Kemal, İttihatçılığa ve İttihatçı liderliğine uzun süre muhalif kalmış olmakla birlikte, hattâ belki biraz bu nedenle ve biraz da 1915 Ermeni faciasına bulaşmamış olması nedeniyle, çok iyi bir aday. Hem savaş kahramanı, Çanakkale kahramanı ve bütün Osmanlı diyarlarında — ne kaldıysa — üç aşağı beş yukarı ismi biliniyor, tanınıyor. İttihatçıların ise belirli bir siyasi nosyonu var, eninde sonunda. Batı kamuoyunu, dünya kamuoyunu düşünüyorlar. Yani dünya kamuoyunun karşısına (kaçmamış olsa) Talât’ı çıkarmaları mümkün değil. Böyle bir şey mümkün değil, olacak şey değil. Çünkü herkes biliyor Talât’ın bütün Sosyal Darwinizmi içinde, bütün nihilizmi içinde, Ermeni faciasında nasıl bir süper-milliyetçi planlayıcı rolü oynadığını. Dolayısıyla öyle bir şey ki, tamam birileriyle savaşacaklar, birilerine karşı direnecekler bir Milli Mücadele örgütleyecekler — ama aynı zamanda uluslararası planda bir meşruiyet lazım. İcabında bir pazarlık kapasitesi, icabında prestij, icabında sözünü dinletebilirlik lâzım.
Eh, bunların hepsi Mustafa Kemal’de var. [Bu yüzden Mustafa Kemal’a gidiyor ve] Mustafa Kemal’i ikna ediyorlar. Şu soruyu soralım kendimize: Mustafa Kemal tek başına kendisi mi karar alıyor, Anadolu’ya geçeceğim ve Milli Mücadeleyi başlatacağım diye? Yok böyle bir şey. İnkılâp Tarihi ders kitaplarımızda, (mealen) Şişli’deki evinde çeşitli arkadaşlarıyla görüşüyor ve geleceğe dair planlar yapıyordu gibi cümleler yer alıyor. Kiminle görüşüyordu? İttihatçılarla görüşüyordu. Onun [yani Mustafa Kemal’in] de şüpheleri var bu projeyle ilgili: Bunlar beni destekler mi, gerçekten arkamda dururlar mı diye… Mealen: Bana diyorlar git Anadolu’ya her şeyin başına geç; ama geçmişimiz var, birbirimize karşı şüphelerimiz var, tereddütlerimiz var…
[Anadolu ve Mustafa Kemal]
[Özetle:] Bütün taraflar kendi hesaplarını yapıyor. İttihatçılar bir yerde Mustafa Kemal’e mecbur. Mustafa Kemal bir yerde İttihatçılara mecbur. Ama temelde anlaşmaya vardıktan sonra bile her şey hemen çözülmüyor. Düşünün; Anadolu’ya geçiyor ve iki büyük kesimi ikna etmesi gerekiyor Mustafa Kemal’in: Bir, askeri bürokratik kesimi; iki, Anadolu’nun yerel halkını [önde gelenlerini], eşraf ve âyânını. Bu da [bir Sovyet heyetiyle görüştüğü] Havza Mülâkatı’yla, [ardından Amasya Tamimi’yle], ondan sonra yerel kongrelerde, Erzurum Kongresi’nde, Sivas Kongresi’nde ve daha birçok ikincil kongrede cereyan ediyor.
Çünkü Anadolu halkının önde gelenleri, gene İnkılâp Tarihi ders kitaplarında anlatıldığı gibi, resmî ideolojinin terennüm ettiği gibi, başından itibaren yüzde yüz sıcak bir şekilde kucak açmıyor İstanbul’dan gelenlere. Çok tereddütlü ve kuşkulular. On yıllık İttihat ve Terakki maceracılığını ve diktatörlüğünü çekmişler. Önce Abdülhamit dönemi, üzerine “hürriyet getiriyoruz” diye İttihatçılar gelmiş. Osmanlı topraklarında hukuk devleti, can ve mal güvenliği, müsadereye karşı güvence, özel teşebbüsün, özel sermayenin özerkliği diye bir şey pek kalmamış. Ne zaman neyi alıp götürebilecekleri, ne zaman neyi müsadere edecekleri, ne zaman neye el koyacakları belli değil. Alın işte 1915 kararları ortada. [Sonuçta Anadolu’nun ileri gelenleri] şöyle bakıyor esas olarak, bu üniformalı zevata ve onların bürokratik sivil uzantılarına: Bunların başımızı açmadığı belâ kalmadı. Bizi Almanların yanında Birinci Dünya Savaşı’na sürüklediler. Yenik düşürdüler, ezdirdiler. Şimdi paylaşılma tehlikesiyle yüz yüzeyiz. Yine gelmiş, bizi son bir kumara, son bir maceraya, zarların son bir atımına davet ediyorlar. Gene başımıza büyük işler açmayacakları ne mâlûm? Yani kazanırlarsa da başımıza İttihatçıların diktatörlüğünün bir benzerini kurmayacakları ne mâlûm?
[Mecliste Birinci Grup ve İkinci Grup]
Çok derin şüphelerle bakıyorlar ve yerel kongrelerde bunun pazarlığı, bunun mücadelesi sürüyor. Bu pazarlık sürecinin sonunda 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılıyor ve Millî Mücadele, meşruiyeti kabul edilen bir önderliğe kavuşuyor. 23 Nisan 1920’nin gerçek anlamı budur. Yani Millî Mücadele meşru bir önderliğe devrediliyor. İyi kötü meşruiyeti tescil edilen bir önderliğe devrediliyor. Buna rağmen unutmayalım ki o Mecliste de her şey homojen değil. (Bütün buralardan döneceğim Vahdettin’e. Tarihî süreçleri ve bireylerin belirli konumlara, belirli rollere adım adım nasıl oturduğu meselesini, önce Mustafa Kemal üzerinden örneklemeye çalışıyorum.) — Buna rağmen herkes de biliyor ki mesele bitmiş, kapanmış değil. O Büyük Millet Meclisi de homojen değil. Meclisin kendi içinde iki grup oluşuyor. Birinci grup radikal, modernist Türk milliyetçileri. Esas Kemalistler yani. İkinci grup başka herkes: O kadar radikal olmayanlar, mutediller, yumuşak reformcular, zaferden sonra saltanatın ve hilafetin devam etmesinden yana olanlar, Mustafa Kemal’e de ikinci bir Enver gözüyle bakanlar vesaire. Ve nitekim, meselâ Sakarya meydan muharebesi sırasında Mustafa Kemal’e başkumandanlık yetkilerinin verilmesi söz konusu olduğunda, ikinci grup sonuna kadar muhalefet ediyor. Mealen söylüyorum: Bu adamın eline bu kadar muazzam yetkiler verilmez diye muhalefet ediyorlar. Çünkü kazandığında ne olacağından korkuyorlar.
[Zafer ve zaferin siyasî sonuçları]
Eh yani, korktukları da geliyor başlarına bir şekilde. Millî Mücadele zaferle sonuçlanıyor. Arkasından 13 ay sonra cumhuriyet kuruluyor. Bu ikinci grup gidiyor, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuruyor. Ve muazzam bir muhalefet potansiyeli, kitlesel muhalefet potansiyeli oluşmaya başlıyor. Fakat Şeyh Sait İsyanı vesile edilerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası eziliyor, kapatılıyor, arkasından bir de işin içine İzmir Suikasti da karışınca, İstiklal Mahkemeleri [büsbütün] devreye giriyor.
1925-1927 yılları âdetâ Kemalist Devrim içinde ikinci bir devrim. Şöyle bir benzetme yapayım: Sovyetler Birliği’nde Lenin döneminin ardından Stalin’in iktidarı ele geçirmesi neyse, Cumhuriyet Devrimi sürecinde de Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilanı, 1925’e kadar bir aşama; ondan sonra İstiklal Mahkemeleri’yle birlikte gelen Tek Parti yönetimine geçiş bir aşamadır. Yani Sovyetler Birliği’nde biri Lenin, biri Stalin dönemi ise, Türkiye’de biri Mustafa Kemal I, biri Mustafa Kemal II dönemi diyebiliriz aslında. Elbette İttihatçılık ile Kemalizmin tamı tamına aynı şeyler olduğunu söyleyecek değilim. Ama İttihatçılık birtakım modifikasyonlar geçiriyor ve asker-sivil bürokrat zümre, sarsılmış olan iktidarını, prestijini tamir etmeyi, yaralarını sarmayı, karizmasını restore etmeyi ve iktidara hegemonik bir şekilde tekrar el koymayı başarıyor.
[Mustafa Kemal örneğinden, Vahdettin örneğine]
Manastır İdadisi’nde öğrenci Mustafa Kemal’in kafasında bütün bunlar var mıydı? Bu saçmalıktır. Bunu iddia etmek saçmalık tamamen. Bunun tarihle, tarih bilgisiyle hiçbir ilgisi yok. [Mümkün değil, çünkü öngörülemez zigzaglar, beklenmedik virajlar, rastlantısallıklarla dolu.] Şimdi buradan dönelim Vahdettin’e. Abdülmecit’in kırk kadar çocuğundan sekizinci oğlu. Abdülmecit’ten sonra, ailenin en yaşlı erkeği [seniority] ilkesi doğrultusunda, Abdülmecit’in kardeşi Abdülaziz sultan oluyor. Ondan sonra Abdülmecit’in oğullarına dönüyor saltanat veraseti. Jön Türkler tabii V. Murat’ı çok istiyorlar. İnkılâpçı olarak, reformcu olarak kabul ediyorlar onu. Ama V. Murat padişah olamıyor, akli dengesi yerinde olmadığı için. Bunu II. Abdülhamit izliyor. Onu ise V. Mehmet Reşat izliyor. Hepsi Vahdettin’in ağabeyleri, büyük kardeşleri. Ancak 1918 Temmuz başında V. Mehmet Reşat öldükten sonradır ki sıra, hiç beklenmedik bir şekilde Vahdettin’e geliyor.
Onun çok beklenmedik olmasının da şöyle bir yanı var: Aslında sıradaki, Abdülaziz’in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendi. Fakat Yusuf İzzeddin Efendi 1916’da bir yurt dışı ziyaretine hazırlanırken intihar ediyor. Biraz esrarengiz bir olay, bu ölüm. Ancak ondan sonradır ki Vahdettin veliaht oluyor ve Mehmet Reşat’ın ölümüyle taht sırası ona geliyor. Hani bir bakıma son günlerde yaşadığımız, sosyal medyada çok lâfı edilen şu Prens Charles’ın nihayet 73 yaşında kral olması gibi. Annesi II. Elizabeth çok uzun süre yaşıyor, yaşıyor, yaşıyor, yönetiyor, yönetiyor, yönetiyor ve nihayet sıra ona gelip kral [III. Charles] olduğunda, pek de ne yapacağını bilmiyormuş gibi duruyor.
[İçerde, ideo-politik durum]
Vahdettin de biraz öyle. Vahdettin özellikle ağabeylerinden II. Abdülhamid’in çok uzun süren saltanatını Çengelköy’deki köşkünde tamamen inzivada ve ileride tahta çıkma tasavvurundan çok çok uzak bir konumda geçiriyor. Tahta geçtiğinde onu çerçeveleyen koşullar ise çok ağır. Savaşın çok ağır bir yenilgiyle sonuçlanacağı çok açık. Daha Temmuz’da [1918] ordular bitik durumda. İçeride İttihatçılar [örgütsel anlamda] çok güçlü. Dışarıda İtilaf devletleri yükseliyor. Almanya ve Avusturya-Macaristan çöküşe gidiyor. Osmanlı’nın savaş seferberliği de çöküşe doğru gidiyor. Ne para kalmış, ne de insan. [Güney cephesinde] İngilizlerin Osmanlı orduları karşısında muazzam bir sayısal üstünlüğü var [19-25 Eylül 1918 Nablus Yarması öncesinde bu üstünlük 2:1; kritik vuruş noktasında 5:1’i aşıyor]. Artık komik bir durum var: İnsan sayısı olarak, top, makine, tüfek, teçhizat, süngü… Neresinden bakarsan bak, yenilgi apaçık geliyor.
[Ülke içinde ise] İttihatçılar birincisi Anadolu’da ve İstanbul’da ordu ve bürokrasi içinde çok güçlü. Fakat iki, aynı zamanda herkes bunlardan illallah demiş durumda. Nedenleri de çok açık. Bir, yenilgi felaketi. İki, astığı astık, hukuksuz bir yönetim. Diktatörlük ve İmparatorluğu çöküşün eşiğine getirmeleri. Maceracılıkları yüzünden, Pan-Türkizmleri, Turancılıkları yüzünden, aşırı Türk milliyetçilikleri yüzünden, [olmadık zamanda] İran’da maceralar aramaya kadar varan nosyonsuzlukları, ufuksuzlukları yüzünden. Almanya yanında savaşa girerken, Alman askeri gücünün yenilmezliğine inanıyorlar.
Sonra güvendikleri dağlara kar yağıyor. [19-25 Eylül 1918 Nablus Yarması veya Nablus Hezimeti’nden, yani Yıldırım Orduları Grubu’nun toptan imha edilmesinden sonra] 8 Ekim’de Talat Paşa kabinesi yenilgiyi artık kaçınılmaz görerek istifa ediyor. Yani İttihatçı hegemonyasındaki ilk büyük gedik. Şunu söyleyeyim bu noktada: Vahdettin İttihatçılardan nefret ediyor. Ve haksız da değil. Nasıl haksız diyebilirsiniz? Sadece Vahdettin nefret etmiyor ki; herkes nefret ediyor. Mustafa Kemal de nefret ediyor, ona bakarsınız. Bu, biraz Sovyetler Birliği çökerken hâlâ Komünist Partisi’ne mensup olmak gibi bir şey. Şeklen ait olmak, ait gözükmek zorundasın. Çünkü Tek Parti ve ona üye olmayana yükselme, kariyer yolları kapalı. Dolayısıyla bir yerde herkes İttihatçı gözükmek veya herkes Komünist gözükmek zorunda. Ama aynı zamanda herkes de illallah demiş. Doğrudan doğruya tarihî süreç, bir yandan İttihat ve Terakki diktatörlüğünü, diğer yandan Komünist Partisi diktatörlüğünü bir nefret objesi haline getirmiş. Burada, onlar da Türktü, onlar da Türk milliyetçisiydi, onlar da Kemalizmin babalarıydı filân diyerek İttihatçıları mânen, fikren himaye etmeye kalkışmak korkunç bir hata olur.
[Vahdettin’in yalnızlığı; saltanatın dayanağının kalmamışlığı]
Vahdettin… sultan olmuş. Neye dayanacak? 1926’da ölecek; 1918’de [Temmuz başında] tahta çıktığında daha önünde sekiz yıl var. [Ancak sekiz yıl var.] Neye dayanacak? Savaş mutlak yenilgiye gidiyor. Haydi birkaç ay ileriye sıçrayalım: 8 Ekim’de Talat Paşa kabinesinin istifası, 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi. O Ekim ayındaki durumu düşünün. İtilâf devletleri ve özellikle İngilizler mutlak galip. Son İttihatçı kabinesi istifa etmiş. Önde gelenleri kaçmış. İşgal geliyor. Bir yandan da, İttihatçılıkla özdeşleştirilemeyeceği ortaya çıkacak olan bir Türk milliyetçiliği var. Yani bir direnme arzusu, bir yenilgiyi kabul etmeme arzusu, İmparatorluktan ve İmparatorluğun enkazından bir şeyleri kurtarma arzusu var. Buna taraftar olan, bu projeye taraf olmak, sahip çıkmak isteyen, İttihatçı olmayan subaylar, bürokratlar da var.
Bu ortamda kime dayanacak Vahdettin? [İdeolojik açıdan bakarsak] Bir, saltanatçı muhafazakârlar var, bir de topyekûn Batı hayranı liberaller. [Bir ayırım yapalım.] Genel olarak İttihatçı olmayan, İttihatçılara muhalif kişiler var, bir de topyekûn Batı hayranı olan, emperyalizmin medeniyet getirme misyonunu içselleştirmiş ve buna gerçekten inanan insanlar var. Meselâ Damat Ferit. Tam olarak böyle biri. Damat Ferit Paşa tamamen liberal ve Batı medeniyetine hayran. Batı sanatına, kültürüne, edebiyatına, her şeyine hayran. Bu [kültürel] hayranlığın ötesinde, bunu siyasi bir hayranlığa dönüştüren bir insan.
Bu koşullarda, Vahdettin kendi çevresini, maiyetini bu insanlardan oluşturmaya çalışırken, bir de Mondros Mütarekesi’nin arkasından İstanbul işgal ediliyor. İstanbul’da artık bir İngiliz-Fransız işgal komutanlığı var. Vahdettin’in emrinde ise hemen hiçbir silahlı güç yok. Yani maddi bir güç yok elinde. İşgal altındaki bir İstanbul’da, tarihî bakımdan sona ermiş bir hanedanın hasbelkader temsilcisi durumunda. Gücü sarayla sınırlı aslında. Vahdettin’in elinde saraydan başka, Yıldız Sarayı’ndan başka ne var diye sorarsanız, [elimizde böyle bitr harita olsa] 1918-1922 yılları arasında Vahdettin’in yönettiği, elinin eriştiği alan o Yıldız Sarayı ve çevresiyle sınırlı. İstanbul’u işgal komutanlığı yönetiyor ve onun altındaki sivil toplum alanında da İttihatçılar çok aktif. Çünkü şimdi işgale karşı direnen Türk milliyetçiliğine sahip çıkıyorlar. Onun taşıyıcısı, onun sözcüsü, onun örgütleyicisi konumundalar. Etraflarındaki bütün nefret ve şüphe halesiyle birlikte, şimdi bu konuma geçiyorlar.
[Saray dışında bir tahayyülün olamayışı]
Karakterini biliyoruz bir parça Vahdettin’in. Bunu, şimdi söyleyeceklerimi doğrudan doğruya kişiliği hakkında gözlemler olarak söylüyorum; yoksa herhangi bir dâvâ açısından değil; pozisyonları hakkında konuşmuyorum: Karakter olarak mütereddit, korkak ve kararsız bir adam. İradeli bir kişiliği yok; cesur, çeşitli riskleri göze alabilecek bir kişiliği yok. Sadece onu değil, bütün Saray çevresini ve yüksek asker ile bürokratların bir kısmını, onların mentalitelerini düşünürsek, özellikle hanedanın tabii, saltanatın ve hilafetin olmadığı bir dünya düşünemiyorlar. Osmanlı devleti 600 yıldır mevcut. Ve bu hanedanın, bu sarayın dışında bir varlıkları, bir hayatları yok. Bilmemişler, tanımamışlar ve toplumla da öyle bir bağlantıları yok. Kendilerinin olmadığı, saltanatın olmadığı, sultan veya şehzade olmadıkları, etraflarında saray erkânı diye kendilerine otomatik olarak itaat eden bir camianın olmadığı bir dünya düşünemiyorlar. Böyle bir tahayyülleri mevcut değil. Mesela bir noktadan itibaren Mustafa Kemal’in böyle bir tahayyülü mevcut [otomatik itaat edilme alanının dışına çıkmayı göze alabilmek anlamında]. Ama Vahdettin ve çevresinde bu hiç yok. Bu, Anadolu’daki mücadeleye Vahdettin’den çok daha fazla sempatiyle bakan Abdülmecit Efendi’de de yok. Onun da meselâ resimlerine, mektuplarına, hatıralarına baktığımızda göremiyoruz böyle bir dünya. Fransız Devrimi’nde aristokrasinin ve kilise adamlarının bir kısmı devrim sathına geçiyorlar 1789’da. Öyle başka bir ufka atılma kapasitesi, hiç gözükmüyor Vahdettin’in kişiliğinde. Bunu yapabilecek bir insan değil gibi duruyor.
[Mustafa Kemal’e “sempati”sinin nedenleri ve sınırları]
[“Eğer” ya da] “Olabilir miydi?” [what if] egzersizi her zaman çok zordur tarihçilikte. Böyle bir şey gözükmüyor dönüp baktığımızda. Mustafa Kemal’e başlarda sempatisi var. Neden? Çünkü Mustafa Kemal’in İttihatçılara muhalif olduğunu biliyor. Tahta çıktıktan sonra beş haftalık bir geziye çıkıyor, yanına yaver olarak Mustafa Kemal’i alıyor. Ve ondan sonra da Mustafa Kemal’i Yıldırım Orduları Grubu komutanlığına getiriyor. Mustafa Kemal’i geleceğin milli mücadelesinin lideri olarak gördüğünden değil; İttihatçılara muhalif olduğundan. Talat Paşa kabinesinin mecburi istifasından sonra bütün kabineleri İttihatçılara nisbeten uzak insanlara kurduruyor Vahdettin. Mustafa Kemal’e sempatisini de bu şekilde düşünmek lâzım.
[Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kim yolladı?]
Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderişi… Birileri bu izni ve tâyini kopartıyor Vahdettin’den. Kritik mesele budur. Şu iki şey söz konusu değil: Bu, Vahdettin’in kendi başına düşünerek aldığı bir karar değil ve Mustafa Kemal’in kendisi de çıkıp “Beni 9. Ordu kıtaatı müfettişi tayin edin ki ben Anadolu’yu zaptürapt altına alayım, huzur ve sükûnu sağlayayım” diye bir talepte bulunmuş değil. Burada aslında Milli Mücadele tarihimizin özel bir noktası var. Birileri Vahdettin’i bunu yapmaya ikna ediyor. Yani kandırıyor aslında, açık konuşmak gerekirse; Vahdettin’i Mustafa Kemal’i Anadolu’ya göndermeye ikna ediyor. Birileri Mustafa Kemal’le de anlaşıyor, Anadolu’da bir milli mücadele başlatmak konusunda. Mealen, bizim yeni ekibimizin, Anadolu ekibimizin başı olur musun diyor. Mustafa Kemal’e aradığı güvenceleri veriyor. Mustafa Kemal de kabul ediyor bunu. Zaten çok ihtiraslı ve tutkulu, çok iddialı bir insan. Ama Vahdettin’e bu şöyle anlatılıyor: Mondros Mütarekesi gereğince Anadolu’daki bütün kıtaların terhis edilmesi, dağıtılması gereklidir. 9. Ordu kıtalarının da terhis edilmesi, dağıtılması gerekiyor. Ve fakat ordu aynı zamanda Anadolu’da asayişi temin görevini yerine getirdiği için, bir yandan da başıbozukluğa, asker kaçaklığına, yağmacılığa, isyanlara vesaire meydan vermeden bunu suhuletle yapmak lazım.
Kim yapar? Mustafa Kemal Paşa yapar. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya 9. Ordu Müfettişi tayin edilmesinin gerekçesi, 9. ordunun tamamen dağıtılmasını ve aynı zamanda yerel ölçekte bunun herhangi bir asayişsizliğe yol açmamasını sağlamak. Milli mücadeleyi başlatmak için değil, milli mücadele potansiyelini bitirmek için gönderiliyor yani. Vahdettin böyle biliyor, Vahdettin’e böyle anlatılıyor. Dolayısıyla iki farklı anlayış, iki farklı bilinç söz konusu. O Bandırma vapuruna binenler başka bir şey için biniyor. Başka bir amaçla, başka bir zihniyetle gidiyorlar Samsun’a; Vahdettin ve İngiliz işgal komutanlığı onları başka bir şey için gidiyor farzediyor.
Birey olarak Mustafa Kemal’in tarihteki rolü
Burada tabii İngilizler, Vahdettin’den çok daha şüpheci; onu görmek lâzım. Çünkü onların şöyle bir nosyonu var: Kim direnebilir? Kim bir direnişe lider olabilir? Benim size başta anlattığım değerlendirmeye benzer türden bir değerlendirmeyi İngiliz gizli servisleri de yapıyor ve Mustafa Kemal’i tehlikeli buluyorlar. Mustafa Kemal’de çok büyük bir liderlik potansiyeli var. Bunu, bu konuya çalışan tarihçiler de tespit ediliyor. Mustafa Kemal olmasaydı ne olurdu? O çapta bir liderlik ve siyaset kapasitesi olan başka birini göremiyoruz doğrusu. Yani bu Napolyon ile generallerinden biraz farklı bir durum. Enver ile etrafındakilerden de biraz farklı bir durum.
Bolşevik Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşu için şu rahatlıkla söylenebilir: Lenin olmasaydı asla mümkün olmazdı. Bolşeviklerin o çapta, [o kadar] kararlı ve inatçı ve radikal bir başka lideri yok. [1917 Şubat – Kasım arasındaki taktikleri, olabilirlik sezgisini] Smolny Enstitüsü’nü, Ekim Devrimi ayaklanmasını, arkasından İç Savaşı, İç Savaş sırasında Bolşeviklerin o direncini, Lenin olmadan düşünmek çok zor. Böyle bir şey var gerçekten; her zaman değil ama bazen, bazı bireyler çok önemli olabilir. Her zaman değil. Bazen, biri değil başkası da olabilir. Amerikan bağımsızlık mücadelesinde, George Washington olmasa [yerine lider] olabilecek bir yığın adam var. Diğer hepsinin üzerinde yükselen bir siyaset ve askerlik dehası değil. Mustafa Kemal’in ise bence var bir özel tarafı. Bunu da Nâzım Hikmet çok iyi yakalıyor Memleketimden İnsan Manzaraları’nda. İstanbul’dan, Haydarpaşa Garı’ndan kalkıp Ankara’ya gitmekte olan “sürat katarı”nın, yani ekspres trenin lüks vagon restoranında, bir masada “büyükler” oturmaktadır ve [aralarında bir] Mebus Tahsin vardır, CHP’nin o zamanki sol kanadına mensup, belki Kadro’culara sempatizan. O Mebus Tahsin o sofranın haline bakarak hatırlar: bir başka insan geldi aklına: / ölmüştü. / Bir başka sofra: dağılmıştı. / (…) / “Muzaffer bir insandı ölen: / nefsinden başka hiç kimseye güvenmeyen / muzaffer ve muazzam bir kumarbaz. [Devamını da alıyorum buraya: Alaycıydı, kavgacıydı, kurnaz ve hükmediciydi. / Ben gelmiş olduğum yere onun eliyle gelmiş olmama rağmen / (o kadar ağır pençeliydi ki) / kaç kerre ölmesini istedim. / Sanıyordum ki zindanım yıkılacak / sofrası yıkılırsa. / Öldü. / Yıkıldı sofrası. / Fakat misafirleri onun yanına gömdüler / kendilerinde muzaffer olan ne varsa. / Ben ne kadar ihtiyarlamış olduğumu / onun öldüğü gün anladım.]
[Rollerin netleşmesi ve Vahdettin’in katılaşması]
Müthiş bir pasajdır. Sonuç olarak var bu özelliği. Geçiyor Anadolu’ya. Demin de anlatmaya çalıştığım gibi, adım adım bir strateji uyguluyor. Bir yandan, Kazım Karabekir’in kolordusundan başlayarak, [Osmanlı enfrastrüktürünü,] asker-bürokrat zümrenin Anadolu’daki birimlerini toparlıyor; onlara emir-komuta hiyerarşisini yeniden hatırlatıyor (veya öğretiyor), kendini kabul ettiriyor. Bir yandan da yerel kongreler sürecinde çok usta bir siyaset güdüyor. Meşruiyet kazanan bir önderlik yaratmayı başarıyor. Bu Kazım Karabekir ve kolordusu meselesi hayati önemde. Zaten o adımdır ki ve Kazım Karabekir’in kendisine Mustafa Kemal’i ve maiyetini tutuklaması emredilmişken telgraf çekip “Ben ve kolordum emrinizdeyiz Paşa Hazretleri” demesi o kadar tâyin edici bir şey ki… İstanbul’a, Saraya ve İngilizlere derhal, Mustafa Kemal’in 9. Ordu’yu dağıtmak şöyle dursun, 9. Ordu’dan başlayarak bütün Anadolu’da ne kadar direnme potansiyeli varsa hepsini toparlamaya girişeceğini gayet net bir şekilde anlatıyor.
Bu andan itibaren Vahdettin’in tutumunda hiçbir şekilde Milli Mücadeleyi desteklemek veya kolaylaştırmak diye bir şeyden söz edilemez. İşgal komutanlığı, somut olarak İngilizler kendisine ne dikte ediyorsa yapıyor Vahdettin. Bağımsız bir iradesi yok ki. Gözükmüyor. Mustafa Kemal hakkında, etrafındaki ekip hakkında tutuklama ve idam fermanı çıkartmak mı? Çıkartıyor. Kuvva-yı İnzibatiye’yi örgütlemek, komutan tayin etmek mi? Yapıyor. Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasına, mebusların derdest ed,ilip Malta’ya götürülmesine karşı direnmek mi? Hayır. Yani adım adım bu şekilde gidiyor. Şöyle bir durum da var ki, Vahdettin çok yalnız. Meselâ Damat Ferit dışında İstanbul hükümetlerine, Anadolu’daki mücadeleye sempati duymayan sadrazam bulamıyor. Bütün o Ahmet İzzet Paşalar, Ahmet Tevfik Paşalar, Ali Rıza Paşalar vb… Hepsi şu veya bu şekilde [Anadolu’ya göz kırpıyor].
Kemalistlerin başarısı karşısında İstanbul
Yine burada, olayların akışının bireylerin tutumunu nasıl değiştirebileceğini görüyoruz. Mustafa Kemal toparlayamasa Anadolu direnişini; Kazım Karabekir bütün kolordusuyla birlikte Mustafa Kemal’in emrine girmeyi kabul etmese, bir Büyük Millet Meclisi kurulamasa, İnönü muharebelerinde yenilgi olsa, Yunan ordusunun o ilk ilerleme denemesi geri püskürtülemese, tabii asıl büyük dönüm noktası Sakarya Meydan Muharebesi kazanılamasa… O kadar kritik ki hele bu son nokta. Mustafa Kemal’in o zaman söylediği “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” sözü, ‘savunma hattını tutamayabiliriz, geri çekilebiliriz, Ankara’nın da ötesine geri çekilebiliriz, ama bütün vatan çapında direnmeye devam edeceğiz’ anlamına geliyor. Mustafa Kemal’in bu emri [ders kitaplarımızda, mealen] yepyeni ve dahiyane bir stratejik ilke formüle etti diye anlatılıyor.
Öyle bir şey yok. [Sakarya’da yenilgi ihtimaline karşı önlem alıyor, uyarıda bulunuyor.] 1922’den 1812’ye, 110 yıl öncesine geri gidelim. Napolyon’un büyük Rusya seferi… Rus orduları geri çekiliyor. Başkomutan Kutuzof, Çarın ve maiyetinin telkinlerine rağmen Moskova’yı terk ediyor. Ordusunu Moskova’nın ötesine çekiyor ve bekliyor. Napolyon alev alev yanmakta olan bir Moskova’ya giriyor. Kalamıyor. Geri çekiliyor ve geri çekiliş de bozguna dönüşüyor. Yani 1812’de Rus ordularının ve Kutuzov’un Napolyon’a karşı savaşırken bildiği bir şeyi söylüyor Mustafa Kemal 1922’de, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” derken. [Büyük ve geniş bir ülkede, savunma derinliği yaratılabilir. Rusya teslim olmadığı takdirde, Napolyon’un binlerce kilometre uzayan ikmal hatları sürdürülebilir olmadığı gibi, Ankara teslim olmadığı takdirde de Yunan ordusunun yüzlerce kilometre uzayan ikmal hatları sürdürülebilir değil.] Bizim muharebe hattımızı yarabilirler. Geri çekilmek zorunda kalabiliriz. Ankara’yı da terk etmek zorunda kalabiliriz. Ama savaşmaya devam edeceğiz. [Bu mesaj bir yönüyle, Sakarya’da her şeyin ne kadar bıçak sırtında olduğunu anlatıyor.]
Fakat her neyse; şunu söylemeye çalışıyorum: Böyle bir dizi kritik nokta var. Bu kritik noktaların her biri aşıldığında yeni mevzilenmeler doğuyor. Belki Ankara’daki radikal ihtilalcilerin, Kemalistlerin, millicilerin böyle başarıları birbirini izlemese, kendi aralarındaki mevzilenmeler de çok farklı olacak, Meclisteki oluşumlar da çok farklı olacak. Ne bileyim, belki bir noktada ikinci grup çoğunluğu ele geçirecek. Konumuz açısından şu çok önemli; İstanbul’daki İstanbul’daki mevzilenme ve değişimler de çok farklı olacak. Asker-bürokrat yönetici zümrenin İstanbul’da kalmış olan unsurları giderek daha belirgin bir şekilde Anadolu’daki mücadeleye sempati duymayacak. Onun tarafına geçmeyecekler. Ona silâh kaçırmayacaklar. Ona el altından destek vermeyecekler. [1921] Londra Konferansı toplandığında, İstanbul’dan giden heyet [heyetin başındaki Sadrazam Tevfik Paşa], Türkiye’nin gerçek temsilcisi Ankara hükümetidir [“Sözü onlara terkediyorum”] diyebiliyor. İş o noktaya gelmiş 1921’de. [Ama önceki başarılar olmasa belki bunu diyemeyecek.] Dolayısıyla hiçbir şeyi böyle donmuş gibi; şunlar zaten kahramandı, şunlar zaten başından beri milliciydi, şunlar başından beri haindi diye düşünmemek lazım. Ankara’nın İstanbul nezdindeki prestiji giderek yükseliyor. Olayların gelişimi sürekli yer değiştirmelere ve yeni mevzilenmelere yol açıyor.
[Milli Mücadele’nin artan başarısına karşın, Vahdettin’de hiçbir tavır değişikliği olmaması]
Burada Vahdettin’in olayların bu seyrine uyduğu yönünde hiçbir belirti yok. Hiç görmüyoruz. Sevr’i de kabulleniyor. Sevr Antlaşması’nın taslağı geldikten sonra bir Şurayı Saltanat topluyor. Orada Sevr’in olduğu gibi kabul edilmesi kararlaştırılıyor. Sadece ve sadece İstanbul, yani Saray imzalıyor bu anlaşmayı. Tabii hiçbir meclisin onayından geçmediği için uluslararası hukukta kalıcılık kazanmıyor; o ayrı bir hikâye. Ama Mustafa Kemal’in Samsun’a geçip de direnişi örgütlemeye başlamasından, Milli Mücadele’nin liderliğine soyunmasından sonra, Vahdettin’in bütün tepkileri buna karşı. Ama kendi iradesiyle, ama İngilizlerin baskısıyla. Önemli olan şu ki, herhangi bir iradi direniş gösteremiyor. Farazi olarak düşünebiliriz neler yapabileceğini. Ne olurdu acaba, bir Cuma namazında kendisi kürsüye çıksa; şu veya bu şekilde bütün “İslam milletini” işgalcilere karşı direnmeye çağırsa? Tabii bu hayatını ve saltanatını riske atmak demek. Ama bu farazi olarak mümkün. Tarihin kritik noktalarında bazı bireyler bu tür kararlar alabiliyor. Her şeyi göze alarak. Vahdettin hiç atmıyor böyle bir adımı. İkinci Dünya Savaşı’ndan, Yugoslavya’dan bir fotoğraf var. Nazi işgaline karşı savaşan bir partizan lideri.
[Stjepan Filipovic. 26 yaşında.] Yakalanmış, idam sehpasında, boynunda ip, kollarını havaya kaldırmış, halkı isyana ve direnmeye çağırıyor. [Smrt faşizmu, sloboda narodu. Faşizme ölüm, halka özgürlük.]
[Ne yapabilirdi ve yapmıyor?]
Yani insanlar yapabiliyor. Bu imkânsızdı diyemeyiz. İnsanın, bireyin kapasitesi dahilinde bir şey. Haydi 1918’de bir alternatif yok diyelim. 1918 Ekim’inde henüz bir alternatif yok. Ama 1919 Mayıs’ından itibaren ve sonra İnönü Muharebeleri’nden itibaren ve Sakarya Muharebesi’nden itibaren giderek belirginleşen bir alternatif var. Giderek belirginleşiyor ve besbelli ki üstesinden gelinemiyor.
Bu arada başka şeyler de olmuş. [Örneğin] uluslararası diplomasi alanında. İtalya terk ediyor İtilaf saflarını ve İtalyan işgal bölgesinden tamamen çekiliyor. Fransa terk ediyor. Fransa’nın terk etmesi muazzam bir olay. Ve sadece İngilizler kalıyor. Yani Yunan milliyetçiliğinin Küçük Asya macerasının arkasında sadece İngiltere kalıyor. İtilaf devletleri de yalnızlığa ve tecride gidiyor. Şimdi bunları, bu işaretleri, bu gelişmeleri İstanbul’da pek çok insan okuyor, görüyor. Anadolu’nun güçlendiğini, Ankara hükümetinin giderek güçlendiğini ve daha organize hale geldiğini, İngiltere’nin ise uluslararası alanda yapayalnız kaldığını, ayrıca İngiltere’nin de asla Anadolu’da yeni bir maceraya kendi ordusunu, kendi askerlerini seferber edemeyeceğini, yani ortada Yunanistan’ın Küçük Asya harekât ordusu dışında bir güç kalmadığını herkes görüyor. Vahdettin görmüyor. Böyle bir, artık patika bağımlılığı mı demek lazım, girdiği mecrada sonuna kadar ve sertleşerek gidiyor.
[Zaferle yükselen intikamcılık ve sultanın kaçışı]
30 Ağustos’ta [sonuçlanan] Büyük Taarruz’dan sonra, Refet Bele komutasındaki bir Ankara askeri birliği, sembolik olarak da olsa geliyor İstanbul’a. Ve Refet Bele her gün saraya gidip Vahdettin orada mı değil mi kontrol ediyor. Nitekim 17 Kasım’da gidip sultanı yerinde bulamayınca telgraf çekecek Ankara’ya, kayıplara karışmış diye. Çünkü o sırada General Harrington’ın kendisine verdiği muhafız kıtasının koruması altında Yıldız Sarayı’ndan iskeleye iniyor ve rıhtımdan kayıkla HMS Malaya zırhlısına gidiyor. İngiliz koruması altına alınmayı, götürülmeyi, İstanbul’dan kaçırılmayı Vahdettin’in kendisi talep ediyor. Dediğim gibi, sonuna kadar giderek sertleşen tutumlarla gidiyor Anadolu’daki Milli Mücadele’ye karşı. Ve hiçbir dönüş yapamıyor. Bir viraj alamıyor. Çark edemiyor yani herhangi bir şekilde. Ve ondan sonra da tabii, zafer havasıyla birlikte bütün bastırılmış duygular [tepkiler] yükseliyor. Böyle zamanlarda insanlar zaten kahraman kesilir [militan kesilir, fanatik kesilir] ve aslında daha önce öyle olmadıkları halde aşırı intikam şampiyonları ortaya çıkar. Bunların hepsi oluyor. İşte Ali Kemal’in İstanbul’dan kaçırılması ve İzmit’te linç edilmesi de bu ortamda gerçekleşiyor. Vahdettin de kaçmaya karar veriyor.
Demin sözünü ettiğim soru çok ciddi olarak kafamı kurcalıyor. Biraz daha cesur bir insan, çeşitli işaretleri de doğru okuyarak, viraj alabilirdi diye düşünüyorum. Bunu farazi olarak, teorik bir olasılık olarak söylüyorum. Ne olurdu yani; Yıldız Camii’nde veya Süleymaniye’de, hani Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri var ya, mesela öyle bir bayram sabahı gitse Süleymaniye’ye — ve beş dakika sonra, on beş dakika sonra tutuklanacağını bile bile müthiş bir konuşma yapsa oradaki insanlara. Belagati hiç yok anlaşılan. Ama “Bütün İslam milletini, dünyanın her yerinde bu müstevlilere karşı direnmeye çağırıyorum” gibi bir iki cümle sarf etse. Vallahi yıkılırdı ortalık; İngilizler tutunamazdı İstanbul’da diye düşünüyorum. Bu arada kendisi belki derhal tutuklanır, belki vurulur, belki süngü zoruyla hapishaneye kapatılıp doğrudan Malta’ya götürülürdü, son Meclis-i Mebusan mensupları gibi. Ama dünyanın gördüğü tonla işgal var ve insanlar direniyor. İnsanlar Fransa’da Nazi işgaline karşı nasıl direndi? Fransızlar nasıl örgütlendi? Her şeyi göze alarak. İnsanlar diktatörlüklere direniyor, işgallere direniyor… Çok açık, çok çıplak bir işgal durumu var, üstelik dini öğeler de var. Yani bir de Hristiyanlık – Müslümanlık gibi bir öğe de var. Bunu sırf kitlesel seferberlik olasılığı açısından söylüyorum, böyle bir olanak da var elinde. Böyle bir şey düşündüğüne, böyle bir şeyin aklının köşesinden geçtiğine dair en ufak bir ipucu yok. Bakın [15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgalinden sonra] İstanbul’da insanlar direniyor, [dört büyük] Sultanahmet mitingi cereyan ediyor [23 Mayıs 1919, 30 Mayıs 1919, 10 Ekim 1919, 13 Ocak 1920’de]. Halide Edip [ve başka aydınlar] çıkıyor konuşuyor.
[Saltanatçı muhafazakârlığın, Vahdettin’i aklama çabaları]
Tamam, İstanbul’un işgali [16 Mart 1920’deki ikinci işgali] öncesinde, ama yani sathın altında bir potansiyel var. [Büyük bir potansiyelin varlığı görülüyor.] [Buna karşılık] Şöyle bir zihniyet de var bu İngiliz Muhipleri Cemiyeti denilen çevrelerde; bir, direnmenin imkansızlığına inanıyorlar, iki, direnildiği takdirde — bu çok kritik — direnildiği takdirde her şeyin daha kötü olacağına inanıyorlar. Mesela Ali Kemal’in yazılarında bu çok belirgin. Ali Kemal’in başlıca motivasyonu bu. Direnmenin faydasızlığını, Anadolu direnişinin ezileceğini ve bu sefer elde, Sevr Antlaşması’yla vadedilen bir Orta-Kuzey Anadolu’nun dahi kalmayacağından korkuyor. Temel endişesi bu. Ve zor bir sözcük kullanacağım: Muhtemelen bu endişesi samimi. Yani gerçekten inanıyor buna. Nitekim Ali Kemal’in son yazılarında, İstanbul’dan kaçırılmadan önce, ya galiba yanlış yaptık, kazandı bunlar, demek başardılar, yani mümkünmüş gibi bir tavır değişikliğinin belirtileri görülebiliyor. Ama kendisine karşı doğmuş olan milliyetçi nefret bakımından çok geç artık. [Öncesinde, 1919-1921 arasında] Böyle bir direnmenin imkânsızlığı ve asıl önemlisi, direnildiği takdirde her şeyin daha kötü olacağı inancı çok güçlü. Âdetâ bunu kendi kendilerini ikna etmek için kullanıyorlar. Ve maalesef bu, artık olayların yönü epey belli olduktan sonra da devam ediyor. Onun için “patika bağımlılığı” diyorum. Yani öyle bir mecraya girmişler ki çıkamıyorlar oradan, geri dönüş yapamıyorlar.
Dolayısıyla Vahdettin’in sürüklenişi budur bence. Milli Mücadele’nin gözünde, ikinci nesil Türk milliyetçilerinin gözünde, Kemalistlerin gözünde, Cumhuriyet ideolojisinin gözünde [Vahdettin bu yüzden hain sayılıyor]. [Buna karşılık] onu aklama çabaları da hep var oldu. Necip Fazıl Kısakürek’le, Kadir Mısırlıoğlu’yla, yakın zamanda Abdurrahman Dilipak’la. Bu da tamamen ideolojik bir reaksiyon. Bunların gerçeklerle hiçbir ilgisi yok. Çok temelsiz. Vahdettin, Mustafa Kemal’i bir ara kendisine yakın bilmiş. 9. Ordu Müfettişi tayin etmiş; Samsun’a gitmesine, Anadolu’ya geçmesine vesile olmuş, olanak sağlamış. Bunun gibi olaylardan, bakın işte aslında ne kadar milliciydi, ne kadar direnmekten yanaydı gibi sonuçlar çıkarmaya, bu şekilde kahramanlaştırmaya çalışıyorlar.
[Yasaklar ve kutsallıklarla tarihçilik yapmanın imkânsızlığı]
Temel mesele şu; Osmanlı hanedanının son üyesine herhangi bir şekilde toz konduramıyorlar. Bu, sayın cumhurbaşkanının demecine de aynen yansıyor. Tarihi bakımdan yanlış bir tutum. Tarihçilik, vay sen nasıl Osmanlı hanedanına hakaret edersin gibi bir tavrı da kabul etmez [tarihçilik mesleği adına hain etiketlemelerini de kabul edemeyeceği gibi]. [Bir; tarihte hiçbir özne kutsal, dokunulmaz değil. İki; kimseye sen şunu söyleyemezsin, bunu söyleyemezsin diye sınır getirilemez.] Herkes tarih hakkında istediğini söyleyebilir — ve üç, gerçeklere dayanarak.
[Gerçekler de hiç, Osmanlı sultanıdır diye Vahdettin’e lâf söylenemeyeceğini doğrulamıyor.] Benim kanımca bu pozisyonun asıl büyük zaafı, şimdiye kadar hiç telaffuz edilmedi zannediyorum ama ben bunu bugün burada kapsamlı bir şekilde dile getirmeye çalıştım, meselenin sadece veya öncelikle Vahdettin’in yaptıkları olmaması. Ki orada da argüman çok çürük. Çünkü dediğim gibi, bir noktadan sonra o kadar sert ve katı bir şekilde Milli Mücadelenin karşısına geçiyor ki… [Sonunda] kaçıyor, Malta’da kalıyor bir süre. Bu arada tabii Ankara kazandığı için bütün uluslararası mevzilenmeler de değişmekte. İngiltere’ye gitmek istiyor, İngiltere kabul etmiyor. Güvenilen dağlara kar yağmasının, işte buyurun, bir örneği daha. Kendisini İngiltere dostu, İngiltere’nin himayesi altında sayarken, İngiliz politikası gayet realist; Ankara kazanmış ve şimdi Ankara’yla uzlaşmak, anlaşmak, nitekim Lozan’ı imzalamak vesaire zorunda kalacaklar. Bu Vahdettin de kimmiş? İngiltere’ye almayı kabul etmiyorlar. Hicaz’a gidiyor, Mekke’de kalıyor, dönüyor, Fransa’ya sığınıyor. 1924’te San Remo’dan dönemin ABD Cumhurbaşkanı Calvin Coolidge’e uzun bir mektup yazıyor. Bu sırada Türkiye’de hilafet de ilga ve bütün Osmanlı hanedanı sınır dışı edilmiş. Coolidge’e yazıp Ankara hükümetinin “gayri meşru” icraatını uzun uzadıya şikayet ediyor. Yani hiç değişmeyen bir katılığı söz konusu.
Fakat bence mesele, sadece yaptıkları değil. Kısa bir dönem Mustafa Kemal’i ve Milli Mücadele’nin başlangıcını favorize ediyormuş gibi gözüken, pozitif sayabileceğimiz şeyler var. [Sonra da Millî Mücadele karşıtı adımları, ki çok daha fazla.] Fakat asıl mesele, ondan sonraki üç yıl boyunca yapmadıkları. Her şeye boyun eğmesi. Her şeyi kabul etmesi. Ve bunu âdetâ böyle fiziksel bir imkânsızlık kabul ediyor. Bunun dışına çıkacak en ufak bir şey yapmıyor. Fiziki doğa yasası değil bu. Doğa yasalarına karşı gelemezsiniz. Yer çekimi yasası örneğin; ben yer çekimi yasasını tanımıyorum deyip uçmaya kalkarsanız yere çakılır ve ölürsünüz. Ama toplum öyle değil. Doğa yasaları benzeri mutlak yasalar sizi belirli davranış kalıplarına raptetmiyor. Bir yerde çıkmak, konuşmak, direnmek, halka çağrıda bulunmak vmümkün. Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra çok mümkün. Sakarya’dan Büyük Taarruz’a bir yıl var. Hiçbir şey yapmıyor. En son geldiği noktada, özellikle Büyük Taarruz’dan sonra, sarayından dışarı çıkamıyor. Yani bence bunu düşünmek lazım. Sonuç olarak Yıldız’dan dışarı çıkmayı güvenli bulmuyor. Tamamen sarayına kapanıyor.
[Bari Mustafa Kemal’in ne dediğinde anlaşalım]
Dolayısıyla [Osmanlı hiç eleştirilmesin isteyen saltanatçı bir muhafazakârlıktan kaynaklanan] bu Vahdettin’i kurtarma denemelerini çok yanlış buluyorum. Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesi‘ndeki cümleler hakkındaki tartışmaya gelince… “Gaflet ve hıyanet içinde olabilirler diyor, ama olmuşlardır demiyor” savunusu çok saçma. Komik derecede saçma. Doğru veya yanlış; Mustafa Kemal’in ne dediğinde anlaşalım. Büyük Nutuk içinde, 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Kurultayında altı günde okuduğu Nutuk‘ta, Gençliğe Hitabe diye bilinen özel bir bölüm var. Burada, şartlı cümleler kuruyor. (Mealen) Karşınızda bulunan güçler insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilir. Ve hattâ memleketin içinde bazıları menfaatlerini onlarla birleştirmiş, gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde olabilir… derken, 1919’daki durumu anlatıyor ve böyleydiler diyor.
Yani şimdi bunun şakası olur mu? Ben burada Mustafa Kemal’in ne dediğinden bahsediyorum. Tamam, kendi meşruiyetini inşa ediyor. Tamam, onun da kendi siyasi ve ideolojik hesapları var. Tamam, kendi attığı her adımı mutlak doğru ve kendisini her bir durumda biricik doğruyu savunmuş insan gibi gösteriyor. Tamam, bir galibin konuşması, muzaffer birinin konuşması. Ama bütün bunlar bir yana. Yani adamın ne dediği, ne demediği üzerinde herhalde anlaşabiliriz. 1919’daki durumu, kendisi İstanbul’dan Anadolu’ya geçerkenki durumu, 1927’de [önce somut olarak betimliyor; sonra bir yerde] birtakım şartlı cümleler biçiminde anlatıyor. Gelecekte de bu olabilir. Gelecekte de bu koşullarla karşılaşabilirsiniz. O zaman da birinci vazifeniz direnmektir… diyor. Ben bu koşullarda dahi direndim demeye getiriyor.
Haklı, bir yandan da. Evet, o kendi dâvâsı çerçevesinde, o koşullarda dahi direnmeyi seçebilmiş. Ve Sarayı ihanetle suçlamak “Osmanlıya hakaret” ise, bunu öncelikle Mustafa Kemal yapıyor. [O yaptıysa doğrudur demiyorum; sadece tarihsel aktörlerin tarihsel konumlarını hatırlatıyorum.] Dolayısıyla yarım yamalak bir Vahdettin savunusu uğruna “Mustafa Kemal olabilirler demişti, olmuşlardı demedi” demek, abesin abesi. Ama bize önemli bir şeyi hatırlatıyor gerçekten: İmkansızlığın, yenilmezliğin, direnilmezliğin doğa yasaları olmadığını, bazı koşullarda mümkün olduğunu hatırlatıyor. İnsani bir opsiyon olduğunu hatırlatıyor.
[Cumhuriyeti ilân edebilmeleri, ne anlama geliyor?]
Ve maalesef ben baktığımda Vahdettin’in bu insani opsiyonu kullandığını en ufak bir şekilde göremiyorum. Nitekim Vahdettin, uzun işgal dönemi boyunca çok erken bir noktadan sonra karşı çıkmak anlamında hiçbir şey yapmadığı; tersine, tamamen İşgal komutanlığının ve özellikle İngilizlerin her dediğini yaptığı içindir ki, Kemalistlerin cumhuriyet ilan etmesi mümkün olabildi.
Şunu anlatmaya çalışıyorum: Vahdettin’in boyun eğişi, saltanatın geniş halk kitleleri nezdindeki meşruiyetini yitirmesinin başlıca sebebiydi. Bakın, İttihatçılar 1908’de yarı devrim, yarı darbe bir olayla iktidara geldiler. 1913 Babıâli Baskınıyla iktidarı tamamen yekpare, hegemonik bir şekilde ele geçirdiler. Ve beş yıl daha imparatorluğu yönettiler. Sultan V. Mehmet Reşat’ı kukla olarak kullandılar. Yenilmeselerdi, savaş devam etseydi veya korkunç bir hezimetle son bulmasaydı, Vahdettin’in kaderi de aynı olacaktı. Ama diyeceğim şu ki, İttihatçılar cumhuriyet ilan etmeye kalkamadı. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi kuruldu Anadolu’da. Hiçbir şekilde İstanbul’da bir saltanatın varlığına en ufak bir referansta bulunmadı. Kendisini milletin hakimiyetinin biricik temsilcisi, tek gerçek temsilcisi ilan etti, ama İstanbul’dan hiç söz etmedi. Ama cumhuriyet ilan etmedi, resmen ilan etmedi. Fiilen, aslında Milli Mücadele yıllarında Anadolu bir çeşit cumhuriyetle yönetildi. Fiiliyatta vardı ama resmen yoktu. [Ancak 1923 sonlarında resmiyet kazandı.]
Kemalistlerin 1923’te cumhuriyet ilân etmesi nasıl mümkün oldu? Bu, Vahdettin’in boyun eğişinin şahsında saltanatın işgal yıllarında işbirlikçilikle lekelenmesi dışında düşünülemez. [1921 Londra Konferansı öncesinde BMM’de cereyan eden tartışmalara baktığımızda, bu itibarsızlaşma sürecinin işleyişini apaçık görebiliriz.] O işbirlikçilikle lekelenmedir ki, sonuç olarak Kemalistlerin cumhuriyet adımını atmalarını meşru hale getirdi. Dolayısıyla bir yerde, cumhuriyetin ilanını mümkün kılan koşullar, Vahdettin’in kahramanlığı teorisinin müşahhas reddidir, müşahhas inkârıdır denebilir.