Başbakan Erdoğan’ın 2005’teki Diyarbakır konuşması, hükümetin klasik devlet yaklaşımına karşı er ya da geç harekete geçeceğini ve somut adımlar atacağını açık bir biçimde göstermişti. O noktadan sonra, devlet içindeki çözüm karşıtı odakların bu adımların atılmasını engellemeye yönelik provokatif hamleleri şaşırtıcı olmazdı. Beklenen olay Diyarbakır konuşmasından birkaç ay sonra, 9 Kasım 2005’te Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde meydana geldi.
Sahibi eski PKK’lı olan bir kitapçıda patlayan bombanın sorumlusunun suçüstü yapılan resmi devlet güçleri olduğunun anlaşılması üzerine ertesi gün ilçede yüzlerce kişinin katıldığı protesto gösterileri yaşandı, çıkan arbedede iki kişi öldü. Bir gün sonra Yüksekova’da gerçekleştirilen protesto gösterisinde üç kişi daha hayatını kaybetti.
Şemdinli olaylarının bir provokasyon olduğunun açığa çıkması, hükümetin elinde devlet içindeki çözüm karşıtı güçlerin pozisyonunu zayıflatmada, onları teşhir etmede kullanılabilecek güçlü bir araca dönüşebilirdi. Fakat hükümet, kendisini henüz o güçlerle mücadele edecek kudrette görmüyordu. O nedenle bu olayı kullanmak yerine üstünü örtmeyi ve böylece kazandığı zamanı, devlet içinde kendi meşruiyetini olabildiği kadar geniş bir çerçevede tescil ettirmek yönünde kullanmayı tercih etti.
2007’deki Cumhuriyet Mitingleri’yle Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bloke etme girişimlerinden bir sonuç alınamaması ve AK Parti’nin 2007 seçimlerinde yüzde 50’ye yakın bir oy çıkarması iktidarın kendine olan güvenini artırdı. Cumhuriyet Başsavcısı’nın 2008’de AK Parti’yi kapatma talebi de Anayasa Mahkemesi’nde reddedilince, iktidar, Kürt Sorunu’yla ilgili inisiyatif alma gücünü kendinde bulabildi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İran’a (Mart, 2009) ve Prag’a (Mayıs, 2009) yaptığı ziyaretler sırasında gazetecilere yaptığı açıklamalar, o yılın Kürt sorununda bir “açılım” yılı olacağına dair ilk işaret fişeği olarak algılandı. Gül, İran’dan dönerken “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” demişti https://www.ntv.com.tr/turkiye/gul-yeni-bir-cag-acilabilir,aNuGdhJCbkyTLdk63mODaA
devamını Prag’a giderken ve dönerken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamalarla getirdi: Gidiş yolunda “2009'da ana sorunlarda adım atmalıyız" derken, dönüşte doğrudan Kürt Sorunu bağlamında şöyle dedi:
"İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes, işin çok daha farkında. Önce böyle bir çalışma anlayışının olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik konuşuyor. Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Böyle bir ortamda iyi şeyler olur. O yüzden iyi şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lazım." https://www.cnnturk.com/2009/turkiye/05/09/kurt.sorunu.turkiyenin.birinci.sorunudur/525828.0/index.html
Gül’ün sözlerine ön gelen ya da onu izleyen kimi gelişmeler, devletin ve Kürt siyasetinin legal ve illegal kesimlerinin, sorunu “silahlı bir isyan ve onu zor kullanarak bastırmaya çalışan devlet” tablosunun dışına taşımaya yönelik bir arzuya sahip olduklarını gösteriyordu.
Bu çerçevede, mesela Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun (TRT) 2009’un başlarında Kürtçe yayın yapacak olan TRT ŞEŞ’i açmasını; hemen ardından İçişleri Bakanı Mehmet Ali Şahin’in cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması için bürokratlara talimat verdiğini açıklamasını; Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Nisan 2009’da dile getirdiği “dağdan inmeleri teşvik edecek yeni düzenlemeler” önerisini; PKK’nın lider kadrosundan Murat Karayılan’ın gazeteci Hasan Cemal’e verdiği söyleşiyi; Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk’ün Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamasını “çok umut verici” bulmasını zikredebiliriz.
Bütün bunlar mutfakta bir yemeğin ön hazırlıklarının yapılmakta olduğunun habercisiydi. Yemeğin ocağa konulduğunun haberini ise Başbakan Erdoğan 23 Temmuz 2009’da verdi: “Kürt açılımını başlattık.”
Erdoğan’ın bu tarihsel adımı atarken kullandığı cümleler ve dile getirdiği uyarılar, yalnız umudunu ve kararlılığını değil, giriştiği işe gösterilecek hamaset yüklü tepkilerin büyüklüğünü hesap edebilen bir başbakanın içinde bulunduğu tedirginliği ve tereddütü de yansıtıyordu:
“Buna ister ’Kürt sorunu’ deyin, ister ’Güneydoğu sorunu’ deyin, ister ’Doğu sorunu’ deyin, isterse yine son olarak adlandırılan ’Kürt açılımı’ diyelim, ne dersek diyelim, bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık.
“Tabii şu anda çok kişiler çıkıyor konuşuyor, konuşmalı. Demokratik bir ülkedir herkes konuşabilir. Ben şahsen partimin milletvekillerinin bu söylem birliğini zedeleyecek açıklamalarda bulunmasına hoş bakmam. Bugüne kadar ne çektiysek, bu söylem birliğini bozacak ifadelerden çektik. Çünkü ifadede bir cümle bütün birlikteliğimizi, biliyorsunuz ’söz ola kestire başı’ olur ki, biz buna gitmek istemiyoruz.” http://www.hurriyet.com.tr/gundem/kurt-acilimini-baslattik-12129354
İlk açıklamaya yansıyan tedirginliğin kuvveden fiile çıkması uzun sürmeyecek, gelişme için başlangıçta uygun görülen isim bile bundan nasibini alacaktı: “Kürt Açılımı” önce “Demokratik Açılım”a, o da “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne evrilecekti.
Başbakan’ın sonraki sözleri, hazırlığın çapının hayli geniş olduğunu ve devletin tamamını kapsadığını gösteriyordu:
“Şu anda da hükümet olarak bundan bir hafta önce MGK üyesi arkadaşlarımla bu konuda bir çalışma başlattık. İçişleri Bakanlığımıza bu görevi verdik ve bütün ilgili bakanlıklarla İçişleri Bakanlığımız görüşmelerini yapıyor, yapacak. Hazırlıklarını yapacak. Kurumlarla yapacak. Bunda Genelkurmay’ıydı, MİT’ti vesaire tüm bunlarla görüşmelerini yapmak suretiyle, bunun yanında bölge milletvekilleriyle görüşmelerini yapacak.”
Sürecin bundan sonrası İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın koordinasyonunda yürütüldü. Atalay’ın konuyla ilgili düzenlediği çalıştaylardan kamuoyunda en fazla tartışılanı, 1 Ağustos 2009’da gazetecilerin ve aydınların katılımıyla Polis Akademisi’nde gerçekleştirildi.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/flas-isimlerle-kurt-acilimi-calistayi-12196814
Sürecin akamete uğrayacağı 19 Ekim 2009 Habur olaylarına kadar yaşanan olumlu ve olumsuz gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:
5 Ağustos: Başbakan Erdoğan ve DTP Başkanı Ahmet Türk biraraya gelerek Demokratik Açılım’ı ele aldılar. Erdoğan’ın toplantıya “AK Parti Genel Başkanı” sıfatıyla katıldığı açıklandı.
https://www.bbc.com/turkce/haberler/2009/08/090805_erdogan_turk
11 Ağustos: Cumhurbaşkanı Gül, Bitlis ziyareti sırasında Güroymak yerine, ilçenin iptal edilen orijinal Kürtçe adı olan “Norşin”i kullandı. Gül’ün sözleri ülkede tartışma ve heyecan yarattı.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/guroymakta-norsin-heyecani-12250407
O günlerde Demokratik Açılım konusunda AK Parti ile DTP arasındaki en önemli ihtilaf, sürecin gerçek taraflarının kimler olduğuyla sürecin nasıl yürütüleceği üzerine odaklanmıştı. DTP, silahın Kürt Sorunu’nda bir araç olarak kullanılmasının önüne geçmek isteyen bir hükümetin gerçek muhataplarla çalışması gerektiğini söylüyor ve doğrudan Öcalan’la görüşülmesini tavsiye ediyordu. Öcalan da avukatları aracılığıyla 15 Ağustos 2009’da bir yol haritası açıklayacağını duyurmuştu. Ne var ki hükümet, bu haritanın açıklanmasına izin vermedi.
Bu dönemde olumlu ve olumsuz hamleler, Başbakan’ın süreci başlatırken hissettirdiği tedirginliği yansıtacak şekilde atbaşı gidiyordu.
Mesela yılın ilk günlerinde başlatılan cezaevlerinde Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması yönündeki çalışmalar bu dönemde sona erdi ve yasak tümüyle kaldırıldı.
Bu döneme dair bugün bile zihinlerden silinmeyen ve AK Parti iktidarının çözüm iradesiyle uyuşmamasına rağmen ısrarla sürdürdüğü iki uygulamaya burada değinmek yerinde olur.
Bunlardan biri, 29 Mart 2009 yerel seçimlerini izleyen günlerde başlatılan Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) tutuklamaları ve özellikle de tutukluların birbirlerine bağlanmış olarak görüntülenip kamuoyuna servis edilen fotoğraflarıydı.
Yine iktidarın çözüm iradesine rağmen, güvenlik kuvvetlerine taş attıkları gerekçesiyle cezaevlerine konan binlerce çocukla ilgili beklenen yasanın bir türlü çıkartılmaması da izahı güç bir duruma işaret ediyordu.
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklar, salt onların serbest bırakılmaları için kurulan Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’nın yıllar süren çabaları sonucunda ilgili yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden (TBMM) geçirilmesi sayesinde ancak 2010’un ortalarında özgürlüklerine kavuşabildiler.